Aşk dolu bir nefret hikayesi: Kafka ve Prag
İki dünya savaşı arasında kaygılı bir yazar. İki bitmez savaşınarasında, ömrü yettiğince hep iki dinmez ateş arasında.Annesinin şefkatiyle babasının otoritesi arasında, Almancaylaİbranice arasında, Julie ile Milena arasında, yaşadığı toplumlakendisi arasında. Arada, yalnız ve yabancı. Büyük bir boşluğunortasında kalemini sivrilterek bir çıkış yolu aramanın 40 yıllıközeti. Kaygılı ve endişeli...
- "Kendini gecenin kollarına bırakmış meydanda, sanki iki kol halinde akıp gidiyorum. Benim tutukevi hücrem, benim kalem: Prag" Franz Kafka
Kafka, hayatı boyunca sırtında bir pençe gibi dolaşan yabancılık hissiyle, bütün bu olağan kaygıların siyasal, sosyal ve tarihsel başkenti Prag’da dünyaya gözlerini açmıştı, Almanca konuşan Yahudi bir ailenin ilk çocuğu olarak. Uzun ince fiziği, kapkara gözleri, zayıf bedeni ve biçimsiz kulaklarıyla dünyaya itilmiştir sanki. Sıska, çelimsiz, suskun ve çirkin. Duygusal ve yabancı. Eski asker bir babanın otoriterliği karşısında, gün geçtikçe daha da çirkinleşip, zayıflayan yanlarına tutunarak yaşamaya çalışır Kafka. Benliği hep yara alır. Cehennemi başkalarında görür. Kimliği tartışmaya açıktır. Uzlaşmaya hazır olsa da, tüm düşüşleri ezberlemek zorunda kalır. Annesinin şefkatiyle ayakta durur, küçük kız kardeşi Ottla’nın derin merhametiyle bir de.
Kafka Praglıdır. Bu şehri sokak sokak yaşamış, son nefesine kadar edebi varlığının mekânı olarak hem çok sevmiş hem de kıyasıya nefret etmiştir bu şehirden. Kaçmış, korkmuş, kızmış ve teslim olmuştur. Yalnızlığını savurduğu/ savunduğu kelimelerinin öznesi olarak Prag, Kafka’nın mutlu olmaktan korktuğu yerdir aslında. Bazen şefkatli bir sevgili bazen de huysuz bir kocakarıdır şehir. Yine de mutlak kaçış yoktur buradan, her seferinde dönüp sığındığı, ruhunu teskin ettiği ve iradi olarak teslim olduğu ev’i için şöyle söyleyecektir Kafka: "Bu iki büklüm olmuş kocakarının pençeleri var. İnsan teslim olmak zorunda kalıyor. Onun iki yanını, Vysehrad’ı ve kaleyi yangına vermek isterdim. Belki ancak o zaman ondan kaçmak mümkün olabilirdi."
Baba Hermann hiç terk edemediği kışlasında yaşayan bir adamdır. Heybetli ve çalışkan. Ama en çok disiplinli. Kendi gerçekliğini bir ideal olarak gördüğü ilk oğluna dayatacaktır. Asker selamı vermeyi başarıp, bir asker gibi yürüyebildiğinde takdir edebilir ancak oğlunu. Fazlası yok. Kafka, ne istediğinin hiçbir zaman önemsenmediği bu çocukluk döneminin altında tüm benliğiyle ezilir. Baskıcı bir babaya karşı; sıska, kimliksiz ve korkak bir oğul. Özgüveni hırpalanmış bir çocuğun hikayesi dağılır Prag sokaklarına. Korku çağının yazarı Kafka’nın dönemine göre bakıldığında aslında bir burjuva hayatı yaşadığı da söylenir. Ailesinin konumu açısından doğru kabul edilebilir bu; ama insan ruhunun dehlizlerinde gezinen kırılgan bir anarşistin portresini görürüz Kafka’ya baktığımızda. Metinleriyle inşa ettiği dünyanın bize söylediği budur. Kafka, ailesinin hizasından bakıldığında görünmez olur.
Prag’ın sürgün oğlu eserlerini Çekçe ya da İbranice yazmadı. Ne yaşadığı ülkenin ne de ait olduğu kimliğin dilini tercih etti. Onun trajedisi şuydu; Almanca konuştuğu için Çeklere, Yahudi olduğu için Almanlara yabancıydı, bir adım sonrası hatta; ötekiydi. Yazarak hayatta kalmaya çalışmanın anlamı, Kafka’nın hayatıyla içredir. Belki yazdıklarını yayımlanma meselesindeki tavrı bile yazıya varolmak için tutunmasıyla ilgilidir. İnsanlara değil, kendisine seslenir. Bir varoluş kavgasıdır bu. Josef K. otuzuncu yaş gününe tutuklanarak uyanır, Gregor Samsa bir sabah yatağında devcileyin bir böcektir. Kafka hep bu dışlanmışlık, suçluluk psikolojisi, değersizlik hissi, yalnızlık, kapana kısılma, benlik işgali ve kimliksizlik üzerinden kurgular karakterleri. Kavgasını verdiği şeyler, yazarlığını belirleyen hayat yolculuğunun sancılı verimleridir.
Evet, Kafka kitaplarında kölesi ve düşmanı olduğu Prag’ı hiç anlatmadı. Edebi tasvirlerle gözümüzde canlanan güçlü bir şehir imgesiyle karşılaşamıyoruz kitaplarında ama Prag’ın, yazdığı her satıra; kanıyla, canıyla, ruhuyla sindiğini görmek mümkün. Kafka’nın yazdıklarının mekândan bağımsız olarak okunması, dünyaya Prag’dan seslenen bir yazarın duygu evrenine dahil olmayı zorlaştırır.
Prag, dünyayı dar ettiği Kafka’dır, Kafka da her haliyle Prag.
Kafka için, eski şehir kısmındaki -şimdi müze olan- evinin penceresinden baktığı meydan, hayatın merkezini temsil eden bir anlama sahipti. 12. yüzyıldan beri merkez olma hüviyetini sürdüren bu meydanın havasını soluduktan sonra yürüyerek Karl (Charles) Köprüsü’ne giderseniz eğer, yolda Josef K’ya bile rastlayabilirsiniz belki. Cafe Louvre’a uğrayıp Kafka’nın masasını tahmin etmek ya da Vlata Nehri’nde bir akşam gezintisi. Belki bunlar ve diğerleri. Her yıl milyonlarca turistin yaptığı gibi. Gotik ve barok mimarinin büyüleyici güzellikteki örnekleriyle hemhal olmak. Peki ya Kafka’nın ıstırabı? Aslına bakarsanız Kafka Endüstrisi, Kafka’nın dehşet verici bulacağı bir imge kırılması halini yansıtıyor tam olarak. Prag ve Kafka, Çek söyleyişiyle Praha ile Kafky, birbirine nefretle bakan iki has aşığın hikayesini anlatıyor bize. Bu boğucu endüstrinin içindeyken bile Kafka’yı duymak mümkün aslında. Gündüz ait olmadığı bir yerde memur, gece elinde kalemiyle kendine sorular soran bir yazar. Prag en çok buna şahit.
Bir yaz gecesi, 1917. Kafka’nın beyaz mendilinde ağzından dökülen birkaç damla kan. Üstüne kalbinden, akciğerinden ve gırtlağından taşan uzunca bir kanser. 7 yıl daha dünya sürgünü. 3 Haziran 1924’te kırk yaşında öldüğünde Prag’dan uzaklarda, Viyana’daydı. Bir kez daha döndü şehrine, son kez sığındı Prag’a, sessizce. Savaş bitti.