Salgın hastalıklara müslümanca bakış: İmtihan, tedbir ve tezkîr
Tarih boyunca vebâ başta olmak üzere, kolera, tüberküloz, suçiçeği, tifo, grip, AIDS, ebola gibi birçok bulaşıcı hastalık savaşlardan, doğal afetlerden bile daha büyük etkileri olmuştur. Bu etki milyonlarca kişinin enfekte olması, hastalanması veya ölmesinden ibaret değildir. Tarihi tecrübe ve hâlihazırdaki tecrübemizin de gösterdiği gibi salgınlar, ölüm-kalım meselesinden öte toplumların kültürlerini, alışkanlıklarını, değerlerini ve hayatlarını değiştirerek tarihe ivme katar veya eşik atlatır. Covid-19 salgını da böyle bir olaydır. Bu salgın ile dünya, büyük bir değişim yaşayarak sanal bağlantıyı fiziksel bağlantıya tercih etme noktasında hızlı bir atılım gerçekleştirmiştir. Tarihte eşi ve benzeri görülmemiş bir şekilde kapılar sanal dünyaya açılmıştır.
İmtihanın habercisi olarak hastalıklar
Olumlu veya olumsuz bütün etkileriyle birlikte hastalıklar, dünya hayatının bir parçasıdır. Dünyada çekilen sıkıntıların imtihanın habercisi ve hayatın bir parçası olduğu ayetlerde üzerinde durulan bir husustur. Bakara Sûresi’nin 41. âyetinde, “Andolsun ki sizi korku, açlık, mallarınızdan, canlarınızdan ve ürünlerinizden eksiltmek suretiyle deneriz. Sabredenleri müjdele” buyrulmakta; Âl-i İmrân Sûresi’nin 186. âyetinde ise “Mallarınız ve canlarınız hususunda deneneceksiniz” denilmektedir. Hastalıklarla insanların sabrı, samimiyetleri, inançlarındaki ve Allah’a bağlılıklarındaki ihlâsları denenir. Nitekim İmam Mâtürîdî (ö. 333/944) de hastalık gibi musibetlerin hem maruz kalanlar hem de çevresindekiler için ders, imtihan ve ibret vesilesi olduğunu söyler.
Hastalıklar ile imtihanın birden fazla anlamı vardır. Nitekim mutasavvıflardan Serrâc et-Tûsî (ö. 988), musibetlerle imtihanı üç kısma ayırır. Dert ve musibet bazıları için yapılan günahlara ceza, bazıları için temizlik ve kefaret bazıları için ise mânevî yükseliştir. Ayrıca hastalıkları, Allah’ın sevdiği kulu kendisine yakınlaştırması, dünyaya gönderiliş amacını hatırlatması, günahlarını silmesi, makamını yükseltmesi ve kulun yaptığı hatalara dünyada karşılık vermesi şeklinde değerlendirmek de mümkündür. Nitekim hastalıkların zahiri görüntüsü içinde batıni hikmetler gizlidir. Bu hikmetleri en güzel şekilde gösteren örneklerin başında ise Hz. Eyyüb kıssası gelir. Bu kıssada Allah tarafından gönderilen acı ve ıstıraplara isyan etmek yerine sabır gösterilmesi tavsiye edilir ve ahirette büyük bir mükâfat müjdelenir. Aynı minvalde Hz. Peygamber “Bir Müslümana hastalık isabet ederse, hazan vakti ağaç yapraklarının döküldüğü gibi Allah onun hata ve günahlarını döker” müjdesini vermesi ve mümine isabet eden hastalığın, onun manevî derecesini yükselteceği ve günahlarının affına vesile olacağını söylemesi hastalıkların tek bir anlamı ihtiva etmediğini gösterir.
Bulaşıcı hastalıklara karşı tedbirler
Klasik literatürde salgın hastalıkları ifade etmek üzere en çok vebâ ve tâûn kelimeleri kullanılır. Büyük dilci İbn Manzûr’un (ö.711/1311) ifade ettiğine göre vebâ, bütün bulaşıcı hastalıkları ifade eden şemsiye bir kavram iken tâûn ise vebânın bir çeşididir. İbn Manzûr’un ifade ettiği ayrımın bilinmesi konu ile alakalı hadisleri değerlendirmede önemlidir. Zira hadislerde geçen vebâ veya tâûn kelimeleri kimi zaman hatalı bir şekilde tercüme edilerek yanlış çıkarımlara neden olur.
Salgın hastalıklar başka coğrafyalarda olduğu gibi İslam coğrafyasında da ciddi tahribatlara sebebiyet vermiştir. Bu tahribattan korunmak üzere İslam dininin benimsediği ve tavsiye ettiği tedbirlerin başında ise koruyucu sağlık önlemleri gelir. Koruyucu sağlık önlemleri aslında Müslümanın günlük hayatının bir parçasıdır. Mü'minlere yüklenen vazifelerle sıhhat kazandırıcı ve koruyucu bütün tedbirler günlük ameliyenin içindedir.
Hastalıkların bulaşmasını engellemede önemli bir husus olan temizlik, Hz. Peygamber’in (s.a.v) diliyle imanın değişmez bir gereği ve bazı ibadetlerin de ön koşuludur.
Abdest ile Müslümanların ellerini, yüzlerini, kollarını ve ayaklarını yıkamaları, diş ve ağız temizliğine önem vermeleri, bedenlerini, kıyafetlerini ve çevrelerini temiz tutmaya çalışmaları hastalığın bulaşma riskini azaltır.
Salgın hastalıklar vaki olduğunda ise en önemli tedbir, hastalığın yayılmasını engellemektir. Bunun da en etkili yollarından biri karantinadır. XIX. yüzyılın ortalarına doğru karantina teşkilâtının kurulmasından ve yeni sağlık yönetmeliklerinin uygulanmasından sonra Anadolu, Mısır ve Doğu Akdeniz’deki vebâ salgınları büyük ölçüde azalmıştır. Günümüzde de Covid-19 salgını ile en etkili mücadelenin hastalığı yaymanın engellenmesi olduğuna karar verilmiştir. Nitekim Covid-19’un başladığı yer kabul edilen Wuhan’da ilk andan itibaren sıkı bir karantina uygulanmış olsaydı dünyanın birçok yerinde hala bu salgın ile mücadele etmek zorunda kalınmazdı.
İslam tarihinde karantinaya dair en etkili örnek Hz. Ömer döneminde yaşanmıştır. Hz. Ömer (r.a.), Suriye bölgesindeki orduyu teftiş etmek adına Serğ isimli kasabaya vardığında kendisine Şam’da vebâ hastalığının bulunduğu haberdar edilir. Hz. Ömer sahâbîler ile yaptığı istişareden sonra Şam’a girmeme kararı alır. Allah’ın kaderinden kaçtığına dair itirazlar yapılsa da Hz. Ömer bu kararından vazgeçmez ve şu tarihi cevabı verir. “Şam’a gitmek gibi oraya gitmemek de Allah’ın kaderidir.” Daha sonra Hz. Peygamber’in (s.a.v) salgın hastalığın bulunduğu bölgeye girilmemesine dair tavsiyesini işitince Allah’a (c.c.) hamd ederek kararını uygulamıştır. Hz. Ömer’in bu davranışı Müslüman âlimler ve devlet adamları için önemli bir örnektir. Zira Hz. Ömer’in siyasi otoritesi dışında dini bir otoritesi de bulunur.
Bulaşıcı hastalığın bulunduğu bölgeye gidilmemesi gerektiği gibi o yerden çıkılmamak da gerekir. Hz. Peygamber’in sözleri bir kimsenin hem vebâlı yere girmesini hem de vebâlı bölgeden çıkmasını yasaklar. Başka bir hadiste de Hz. Peygamber “salgın hastalığın çıktığı yerden kaçan savaştan kaçan gibidir. Sabredip orada kalan ise savaşta sebat eden kimse gibidir” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in mezkûr hadiste salgın hastalık durumunda o bölgeden kaçmayı savaşta etrafındakileri yüzüstü bırakarak kaçmaya benzetmesi meselenin ehemmiyetini gösterir. Nitekim bazı âlimlere göre eğer insanlar bu bölgeden kaçarlarsa geride oradan kaçamayacak kimseler kalır ve onlar da bunun hüznünü yaşarlar. Üstelik bu hastalıktan dolayı öldükleri zaman onları kefenleyip, kabre koyacak kimseler de olmayacaktır. Bu nedenle de salgın hastalığın bulunduğu bölgeden çıkmamak gerekir.
- Bazı âlimler ise karantina bölgesinden kaçmayı bir bakıma itikadî bir zayıflık olarak değerlendirir. Onlara göre bu yasağın hikmetlerinden biri, kişilerin şayet salgın hastalık olan bölgeden çıkmasaydım ölecektim veya ben de o kişi gibi çıksa idim ölmeyecektim şeklinde Allah’a dayanıp güvenmek yerine bazı sebeplere güvenmesini önlemektir.
Bu hususa Şafii âlimlerden İbn Abdülber es-Subkî (ö. 777/1375) önemli bir yorum getirir. Ona göre vebâlı bölgeden çıkmanın yasaklanması kadere iman içindir, vebâlı bölgeye girmenin yasaklanması ise nefsi korumak içindir. Sağlık çalışanları gibi salgın hastalıkla mücadelede önemli roller üstlenen kimselerin bu bölgeden veya görevlerini yerine getirmekten imtina edip edemeyecekleri ise meselenin bir başka boyutudur. Bu probleme benzer bir şekilde İslam uleması imam ve müezzinlerin bu durumda görevlerini yapmama meselesini tartışır. Bazı âlimler tâûndan kaçıp görevini yapmayan imam ve müezzin gibi vazifeliler için ta‘zir ve azil cezasına hükmetmiştir.
Ancak ifade etmek gerekir ki salgın hastalığın bulunduğu şehirden çıkmama yasağının bazı istisnaları vardır. İkinci halife Hz. Ömer’in, sahâbîden Ubeyde b. Cerrâh’a yazdığı mektuptan da anlaşıldığı üzere vebâ bulunan bir şehirden ayrılmak bazı durumlarda mümkündür. Bu durumların başında ise tedavi olmak amacıyla başka bir yere gitmek gelir. Aynı şekilde memleketine dönmek amacıyla salgın hastalığın bulunduğu şehirden çıkmak da caiz görülmüştür.
Netice itibariyle kişinin hem kendi sağlığını hem de başkalarının sağlığını tehlikeye atan her türlü eylemden kaçınması ve salgın hastalığın bulunduğu bölgeye gitmemesi gerektiği gibi o bölgeden ayrılmaması da gerekir. Ayrıca salgın hastalığın yayıldığı durumda yetkili otorite tarafından salgını önlemek adına belirlenen kurallara da uymalıdır. Maske takma, sosyal mesafeye dikkat etme, izolasyon, kontrollü sosyal hayat ve sokağa çıkma yasağı gibi kurallara uymak bütün Müslümanların vazifesidir. Enfekte olmuş birinin, tedbirsiz davranarak bu hastalığı başka birine bulaştırması kul hakkıdır. Hz. Peygamber (s.a.v), Müslümanı diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kişi olarak niteler. Ayrıca Müslümanların çevresine karşı sorumlulukları vardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) “Birbirini sevmede, birbirine acımada ve birbirini koruyup gözetlemede Müslümanlar tek bir vücut gibidir. O vücudun bir organı rahatsız olunca öteki organların tamamı bir rahatsızlık hisseder” buyurmuştur.
Salgın hastalığa yakalananların yapması gerekenler: Tezkîr
İslam’a göre hastalığa yakalandıktan sonra yapılması gerekenlerin başında manevî bağışıklığın yükseltilmesi gelir. Manevî bağışıklığın yükseltilmesinin en önemli yollarından biri de Allah’ı sıkça zikretmek ve ona dua etmektir. Daha önce de ifade edildiği gibi İslam’a göre hastalıkların tek bir anlamı yoktur. İbn Hacer üç kızını vebâ salgınında kaybetmesine rağmen bu imtihanda birçok hikmetin bulunduğunu düşünür. İbn Hacer’e göre hastalıklar aslında insanlara rahmet olarak gönderilmiştir. Buna benzer söylemin İslam dünyasında birçok örneği vardır. Nitekim Hz. Peygamberden (s.a.v) sonra halife olması için teklif edilen ancak bunu istemeyen Şam bölgesinin valisi Ubeyde b. Cerrah (r.a), vebâ salgını çıktığında bunun Allah tarafından gönderilmiş bir rahmet olduğunu söyler. Kendisi vebâ hastalığından vefat edince yerine Muaz b. Cebel (r.a) geçmiş, ancak hem Muaz (r.a) hem de iki oğlu vebâ hastalığından vefat etmiştir. Muaz bin Cebel vefat ederken bulunduğu halin dünyada isteyebileceği en güzel hal olduğunu söyleyerek sıkça zikir ile meşgul olduğu görülür.
- Maddî ve manevî olmak üzere iki veçhesi bulunan insanın salgın hastalık durumunda da bu iki yönü beslemesi gerekir. Maddi tedbirleri alarak bedenini koruduğu gibi tezkîr gibi manevi tedbirler ile de manevi bağışıklığını yükseltmelidir.
Bu nedenle yukarda zikredilen temizlik, karantina gibi önlemlerin yanında, Allah’a dayanıp güvenmeli ve sabrederek yalnızca Allah’a dua etmelidir. Mümin, bolluk, sıhhat ve afiyet zamanlarında olduğu gibi hastalık ve musibet zamanlarında da Rabbini anmalı, yalnızca O’ndan yardım istemelidir. Nitekim İmam Şâfiî (ö.204/820)’ye göre vebâ hastalığını tedavi edecek en iyi şey Allah’ı (c.c.) zikretmektir, çünkü zikir, helaki ve cezayı kaldırır. İmam Şafiî buna örnek olarak da Yunus (a.s.)‘ın affedilmesini anlatan ayeti dile getirir. Bu ayet-i kerime’de “şayet Allah‘ı çok zikreden, ibadet ehli kimselerden olmasaydı, mahşere kadar onun karnında kalırdı” buyurulmaktadır.
Salgın hastalıklardan ölenlerin durumu
Hastalıklar kimi zaman insanlara bir rahmet olarak gönderilirken kimi zaman da insanların hakikatten sapmaları üzerine Allah tarafından gönderilmiş bir musibettir. İslami düşüncede salgın hastalıklar genellikle Hz. Peygamber’in sözlerinden hareketle bir rahmet olarak değerlendirilir. Nitekim hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v) “Muhakkak ki, Allah (c.c.), vebâyı müminler hakkında şehâdet vesilesi kılmıştır. Bir yerde vebâ zuhûr eder de orada bulunan bir mümin -sabr ederek, sevabını umarak, vebâ yalnız Allah (c.c.)`nün takdîr ettiği kimseye isâbet eder, (düşüncesi ile)- bulunduğu yerden çıkmaz ise muhakkak Allah ona şehit mükâfatını verir” buyurur. Burada sabretmekten kasıt kendisini üzüntü ve gama vermeden, ancak Allah’ın kader ve kazasına razı olarak ona teslim olması ve isyan etmemesidir.
Hz. Peygamber, vebâ hastalığının Müslüman için şehadet vesilesi olduğunu söyleyerek salgın hastalıktan dolayı ölenlere büyük müjdeler verir.
İbn Hacer hadiste geçen lafızlardan hareketle ister salgın hastalıktan isterse başka bir sebepten olsun salgın hastalığın bulunduğu dönemde ölen herkese şehit sevabının verilmesinin mümkün olabileceğini söyler. Ona göre hadiste geçen “fî” harfinin anlamı sebebiyyet olarak alınabileceği gibi zarfiyyet olarak da alınabilinir. Zarfiyyet anlamı verildiğinde ise hadis, sadece salgın hastalıktan dolayı ölenleri değil salgın hastalık zamanında ölen herkesi kapsamış olur. Allah’ın rahmeti de geniştir.
Netice itibariyle insanın karmaşık psikolojisi ve somatik fizyolojisi her meselede olduğu gibi salgın hastalıklar durumunda da karşımıza çıkar. Bu nedenle salgın hastalıklar ile mücadelede çift yönlü bir yaklaşımı benimsenmelidir. Salgın hastalıklar karşısında fıkhın önemsediği en önemli önlemlerin başında ise karantina uygulaması gelir. Konu ile ilgili diğer hadislerde de işaret edildiği gibi vebâ hastalığının görüldüğü bölgeye giriş ve çıkış yasaklanmıştır. Bu tam bir karantinadır ve sıkı bir şekilde yürütmesi istenmektedir. Nitekim Hz. Peygamberin sözlerinden hareketle İslam âlimleri karantinayı dini bir emir olarak telakki ederek karantinaya dikkat etmeyip o şehirden çıkanların günahkâr olduğu veya o şehre birini getirerek ölmesine neden olan bir kimsenin ceza ödemesi gerektiği söylemişlerdir.
Ayrıca ehemmiyetine binaen tekrar vurgulamak gerekir ki fiziki tedbirlere başvurarak maddi bağışıklığın desteklenmesi gerektiği gibi manevî bağışıklığın da desteklenmesi gerekir. Manevî bağışıklık kuvvetli olduğunda üzüntü, keder, kaygı gibi manevi virüsler saldırsa bile bu bağışıklık tarafından bertaraf edilecektir. Vücut geçmiş üzüntü, keder ve imtihanlarından ürettiği manevi antikorlar tıpkı fiziki düzende olduğu gibi bağışıklık sistemini güçlendirecektir. Tezkîr ile manevi bağışıklığın güçlendirilmesi ise en az maddi bağışıklığın güçlendirilmesi kadar önemlidir. Nitekim insanların bu süreçte yaşadığı sosyo-ekonomik ve psikolojik problemler nedeniyle Covid-19 salgınından sonra psikolojik bir pandeminin yaşanmaması için manevi bağışıklığın güçlendirilmesi elzemdir. Allah her şeyi en iyi bilendir.