Özgürlük ve barışın tadı kaçıyor!
Kapitalist dünya sistemimiz, inadına saatleri tam yüz yıl geriye aldı: Soğuk Savaş’ın sözde galibi “liberal” Amerika Birleşik Devletleri’ni Trump gibi diktatör ruhlu bir işadamı yönetiyor; Rusya’yı çeyrek asırdır yönetmekte olan Putin, totaliter yönetimini 2036’ya kadar teminat altına alıyor; dünya pazarlarını ve doğal kaynaklarını inanılmaz bir hızla ele geçiren Çin, başta Uygur Türkleri olmak üzere ülke içinde “farklı” sayılan her topluluk için Komünist bir zindan olmaya devam ediyor. Bölgesel güçlerin bir çoğunda da, andığımız küresel güçlerin izdüşümleri iktidara geliyor. Sanki 2030’lara değil de, 1930’lara doğru yol alıyoruz…
Yarım yüzyıl önceki popüler şarkılarımızdan biri kehanet kokuyordu: “Özgürlük ve barış tüm insanların / Özlemi olacak yarınlarda!” Aynen öyle oldu; ikisinin de tadı kaçıyor. İkisini de daha çok özleyeceğiz! Oysa Soğuk Savaş’ın sona ermesi bütün dünyada muazzam bir iyimserlik dalgası yaratmıştı. O kadar ki, 1990’larda kaleme aldığım dergi ve gazete yazılarını şimdi gözden geçirdiğimde hafifçe gülümsemekten kendimi alamıyorum. Totaliter rejimlerin, baskıcı ulusçuluğun ve ulus-devletlerin sonunu ne de kolay ilân ediyormuşuz! Kapitalist dünya sistemimiz, inadına saatleri tam yüz yıl geriye aldı: Soğuk Savaş’ın sözde galibi “liberal” Amerika Birleşik Devletleri’ni Trump gibi diktatör ruhlu bir işadamı yönetiyor; Rusya’yı çeyrek asırdır yönetmekte olan Putin, totaliter yönetimini 2036’ya kadar teminat altına alıyor; dünya pazarlarını ve doğal kaynaklarını inanılmaz bir hızla ele geçiren Çin, başta Uygur Türkleri olmak üzere ülke içinde “farklı” sayılan her topluluk için Komünist bir zindan olmaya devam ediyor. Bölgesel güçlerin bir çoğunda da, andığımız küresel güçlerin izdüşümleri iktidara geliyor. Sanki 2030’lara değil de, 1930’lara doğru yol alıyoruz…
Yüz yıl öncesinde dünyamızda ve bilhassa Avrupa’da olup bitenlere “can vermeye” çalışan romanlarda en fazla vurgulanan dört kelime önder, devlet, birey ve halk idi. Vergilius’un Ölümü’nde, yazdığı büyük şiirini yakmak isteyen şair ile Sezar arasında geçen uzun konuşma tamamen bu dört gerçekliğin birbiriyle ilişkisine odaklıdır. Aynı anda hem acımasız hem de korkak olmaya hazır olduğu düşünülen halktan, “gücü her şeye yeten Devletin karşısında bireyin bir hiç olduğunu acımasızca ve tüyleri ürpererek öğrenmesi” beklenmektedir. Önder, halka bakışında son derece açık sözlüdür:
Halk, bir çocuk kadar güvensizdir, ortada bırakıldığı takdirde korkuya kapılır ve kaçmaya hazırdır; kendini bulduğundaysa cömert, yüce gönüllü ve cesurdur; bir uyurgezer gibi hedefine doğru ilerleyen bir çocuğun bütün özgüvenine sahiptir.
Böylesine kararsız ve tehlikeli olabilecek bir insan kitlesini, ancak ilahî bir misyonu olan önder dizgin altında tutabilir: “Bize böylece emanet edilmiş olan çocukluğu hep göz önünde bulundurarak, onu, hiçbir yanından yoksun kılmaksızın dizginlemek zorundayız. Onda değerli olan ne varsa, hepsiyle korumalıyız, bu bağlamda, onun kendi kendisini aşırı yumuşama karşısında koruduğu o çocuksu oyun oynama ve acımasız davranma esrikliğine de dokunmamalıyız. Öte yandan, işte bütün bunların belli sınırlar içersinde kalmasını da sağlamalıyız ki, ortaya bir zarar verme, kendi kendini zarara uğratma ve vahşileşme çıkmasın, çünkü hiçbir şey adı halk olan bu çocuğun dizginlerinden boşalmış çılgınlığı kadar korkunç ve tehlikeli değildir.”1
Thomas Mann, aynı yıllarda “içinde yaşadığımız zaman”ın insanı hayatın gerçekliğinden kuşkuya düşürdüğünü, eski dönemlere geri dönerek “karanlık bir şeyleri tekrarlamak” eğilimi gösterdiğini yazıyordu. Broch’un aksine, Mann yaşananların kökünü modern çağın başlangıcına götürüyordu: “Aydınlanma dostları için ‘halk’ kelimesi ve kavramı, her zaman arkaik ve ürkütücü bir anlam taşır; kalabalıkları gerici kötülüklere yönlendirmek için onlara ‘halk’ diye hitap etmenin yeterli olacağı bilinir. Gözlerimizin önünde Tanrı adına, insanlık adına, adalet adına olamayacak nice şey hep halk adına olup bitmiştir!”2 Mann 1875, Broch 1886 doğumluydu. Avrupa-içi iki dünya savaşını yaşamak bu talihsiz kuşağın kaderi oldu. Aynı talihsizliği yaşamamak için, dörtlü çetenin (önder-devlet-halk-birey) ruhuna iyi nüfuz etmemiz gerekiyor!
Savaş, Avrupalının ruhundadır!
Cemil Meriç, en olgun döneminde kaleme aldığı bir yazıyı bu sarsıcı hükümle noktalıyordu: “Biz kıt'alar arasında ezelî bir savaş olduğuna inanmıyoruz. Savaş, Avrupalının ruhundadır.”3 Meriç’i teyiden, “Avrupa'nın kökenleri savaş örsünde döğüldü,” diyor bir tarihçi.4
- Savaşı, sosyal sistemlerin ezelî bir veçhesi saymak başka, bir toplumsal sistemin savaşla vücut bulması büsbütün başkadır. Meriç, yukarıdaki hükmünü şöyle tamamlıyordu: “Sınıflar arası savaş, milletler arası savaş, tabiata karşı savaş. Nizamını bir türlü kuramıyan bu tedirgin ruh, arzı geniş bir salhâneye çevirmiştir ve çevirmektedir.”
Avrupalının, nizamını bir türlü kuramıyan tedirgin ruhu! İlk bakışta son derece öznel ve tarafgîr bir ifade. Ezilen Asya'nın efendi Avrupa'ya attığı çamur, kustuğu kin... Cemil Meriç'i tanıyanlar, onun böyle bir kinden alabildiğine uzak olduğunu, ayrıca Avrupa'ya derin bir sevgi beslediğini bilirler. Olemp'in huzurunda saygı ile eğildiğini söyleyen mütefekkir için, Doğu ile Batı “insan beyninin iki yarım küresi” idiler. Bu parçalardan birine iftira etmek aklından geçmezdi. O halde, yeryüzünü geniş bir salhâneye çeviren bu “Avrupalı ruhu”nu nasıl anlaşılır kılabiliriz? Meriç'i vefatının 33. yılında rahmetle anarken, bu çetin soruya kısa bir cevap vermeye çalışacağım. Tarafgîr gözükmemek içinse iki “Avrupalı” kılavuz seçiyorum kendime: Richard Tarnas ile Ilya Prigogine.
Onaltıncı yüzyıldan itibaren Avrupa insanı kozmolojik (Kopernik), ontolojik (Dekart) ve epistemolojik (Kant) düzlemlerde birbirini tamamlayan fikrî devrimler yaşayageldi. Bunları olumlu açıdan insanlığın kazanç hânesine yazıp geçmekle yetinirsek, Avrupa ruhunun dramına nüfuz edemeyiz. Bu devrimler, aynı zamanda, insanoğulunun, bağrından çıktığı dünyaya “yabancılaşması” ile sonuçlandı. Tarnas, bu yabancılaşmaların baliğ olduğu durumu, Gregory Bateson'ın “çifte çıkmaz” (double bind) diye adlandırdığı şizofrenik duruma benzetiyor: Karşılıklı çelişik taleplerin kişiye uygun hareket imkânı bırakmadığı çetrefil durak. Bateson'ın formülasyonunda, çocuk ile şizofrenojenik anne arasında oluşan çifte çıkmazın dört temel ilkesi vardır: 1. Çocuğun anneyle ilişkisi hayatî bağımlılık tarzındadır, dolayısıyla onunla iletişiminin doğru seyretmesi büyük önem taşımaktadır. 2. Çocuk anneden farklı düzlemlerde çelişik ve birbirini tutmaz enformasyon almakta, mesela, annenin sözleri sözel-olmayan bağlama uymamaktadır (Kaşlarını çatıp, “Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun!” demesi gibi). 3. İletişime vuzuh kazandırmak veya çelişkiyi çözmek hususunda çocuğa soru sorma fırsatı verilmemektedir. 4. Çocuk, alanı (yani ilişkiyi) terkedememektedir. Böyle durumlarda, çocuğun iç ve dış gerçeklikleri algılaması çarpıtılmakta ve ciddi psikopatolojik sonuçlar doğmaktadır.5
Kopernik, Dekart ve Kant
Kopernik, dünyanın kâinatın sabit merkezi olmadığını, daha da önemlisi, gök cisimlerinin hareketlerinin dünyadaki gözlemcinin hareketiyle açıklanabileceğini söylediği zaman, modern zihnî paradigma oluşmaya başlıyordu. Nesnel dünyanın görünürdeki durumu öznenin durumuyla belirleniyor, insanoğlu kadîm dünyanın kozmik rahminden çıkıyor, devasa ve gayrışahsî bir kâinatta göreli ve periferyal bir konuma yerleşiyordu. Dekart ile Kant, Kopernik devrimini felsefî düzlemde devam ettirdiler. (Astronomi ve kozmolojideyse, Kopernik'in devamcıları Kepler, Galileo ve Newton oldu.) Özerk ben'in, anlamaya ve hükmetmeye çalıştığı nesnel dış dünyadan temelden farklı ve ayrı olduğunu ilk defa tam olarak “kavrayan” ve “açıklayan” Dekart oldu. Kopernik'ten sonra, insanoğlu kâinatta kendi ayakları üzerindeydi artık; kozmik yeri geri dönülemeyecek tarzda nispîleştirilmişti. Dekart, bu yeni kozmolojik bağlamın tecrübî sonuçlarını felsefî terimlerle dile getirmiş oldu. Dünyaya karşı temel bir şüpheden yola koyuldu, cogito ile işi noktaladı. Onun eksik bıraktığını Kant tamamladı. Dekart, kozmolojik devrim ile epistemolojik devrim arasındaki köprüydü.
Epistemolojik dönüşümü anlamak son derece önemlidir. Eğer insan aklı dış dünyadan temelli biçimde ayrı ve farklı idiyse, ve eğer insan aklının doğrudan ulaşabildiği tek gerçeklik kendi öz tecrübesi idiyse, o zaman aklın kavradığı dünya son kertede sadece “aklın dünyaya dair yorumu”ydu. Bu yorumu şartlandıransa, bizzat aklın kendi karakteri, kendi öznel yapısıydı. Akıl bizzat eşyayı değil, sadece fenomenleri tecrübe edebilirdi; bağımsız bir gerçekliği değil, görüntüleri. Modern kâinatta, insan aklı kendi ayakları üzerinde duruyordu. İnsanoğlunun tüm bilgisi, aklın yorumlarından ibaretti. Özne ile nesne arasındaki uçurum doldurulamazdı.
İnsanoğlunun kozmik merkezden uzaklaştırılması Darwin ile zirveye ulaştı. Artık mahlukatın şâhı değil, milyonlarca gelipgeçici türden biri olmuştu. Bir zamanlar kozmosun soylu merkezinde taht kuran bu yaratık, şimdi bilinmeyen bir yıldızın etrafında dönen şu küçük gezegenin önemsiz misafiriydi. Aynı şekilde, Dekart'ın kişisel ve bilinçli beşerî özne ile gayrışahsî ve bilinçsiz maddî kâinat arasında yaptığı ayırım daha sonraki bilimsel çalışmalarla sistemleştirildi.
- Modern bilimin dünyası manevî amacı olmayan, kesif, rastlantı ve zorunluluğun hükmü altında ve derunî anlamdan yoksun bir dünyaydı. İnsan ruhu modern kozmos içinde kendini rahat hissedemezdi. Ruh şiir ve müziğine, metafizik ve dinine yüce değer biçiyor olabilirdi, fakat bunlar ampirik kâinat içinde emin bir temele sahip değildiler.
Kant, aslında modernden postmoderne geçişin başlatıldığı uğraktır. İnsan aklının gerçekliği öznel biçimde düzene sokması, insan bilgisinin göreli ve nesnel temelden yoksun mahiyeti antropolojiden bilgi sosyolojisine, quantum fiziğinden nörofizyolojiye kadar birçok alanda genişletilip derinleştirildi. Marx, Nietzche, Weber, Freud, Heisenberg, Wittgenstein, Kuhn, Foucault.. şu hususta ittifak ettiler: Dünya aslî anlamda bir inşâdan ibarettir. İnsan bilgisi köklü biçimde yorumsaldır. Perspektiften bağımsız gerçek yoktur. Her algı ve biliş eylemi şarta bağlı, aracılı, bağlamsal ve teoriye bulanmış vaziyettedir. İnsanoğlunun dili kendi zeminini bağımsız bir gerçekliğe raptedemez. Anlamı ortaya çıkaran insan aklı (zihni)dır, anlam zihnin ötesindeki bir dünyada, nesnenin içinde bulunuyor değildir. Binaenaleyh, köklü bir belirsizlik karşısındayız, çünkü sonunda bildiğimiz ve tecrübe ettiğimiz şey bir tasavvurdan ibarettir.
Böylece modern bilinçte Kopernik'in başlattığı kozmolojik yabancılaşma ve Dekart'ın başlattığı ontolojik yabancılaşma, Kant'ın başlattığı epistemolojik yabancılaşma ile tamamlandı. Bu üç katlı hapishaneden Bateson'ın tahliline döner ve anne yerine dünyayı, çocuk yerine de insanoğlunu koyarsak, modern çifte çıkmazın mahiyetine nüfuz edebiliriz: 1. İnsanoğlunun dünyayla ilişkisi hayatî bağımlılık türündedir, dolayısıyla bu dünyanın mahiyetini doğru kavramak kendisi için çok önemlidir. 2. İnsan aklı dünyadaki konumuyla alakalı olarak çelişkili ve uyumsuz malumat almakta, bu yüzden eşyaya dair iç psikolojik ve ruhî anlayışı bilimsel meta-iletişimle tutarsızlaşmaktadır. 3. Epistemolojik bakımdan, insan aklı dünyayla doğrudan iletişim kuramamaktadır. 4. Varoluşsal bakımdan, insanoğlu sahayı terkedememektedir.
Tarnas'a göre, Bateson'ın psikiyatrik çifte çıkmazı ile modern varoluşsal durum arasındaki fark sadece derece farkıdır, nitelik farkı değildir. Varoluşsal durumumuzdan iki mesaj alıyor gibiyiz: Bir yandan anlama ve ruhen olgunlaşma peşindeyiz; diğer yandan biliyoruz ki maddesinden türemiş olduğumuz kâinat bu arayışa tamamen kayıtsızdır, ruhsuz ve battaldır. Kozmos gayrıbeşerîdir, biz değiliz. Bu durumu havsalaya sığdırmak mümkün değildir.
Tek çıkış: İnsanın tabiatla diyaloğu
Tarnas'ın işaret ettiği çıkmazı aşmanın bir yolunu, Nobel ödüllü bilimadamı Ilya Prigogine öneriyor. Prigogine'e göre, hakiki bilim insanoğlu ile tabiat arasında bir diyalogdur. Bilen ile bilinen arasında tek yönlü denetim değil, karşılıklı etkileşim vardır. Batı insanının birkaç asırlık çabası, bilen öznenin ruhsuz nesneyi denetim altına almasına yönelik oldu. Verdiği emirlere uydukları için kölelerini anladığını sanan efendi kördür. Denetlenebilen şey, hiçbir zaman tam gerçek olamaz; gerçek olan hiçbir zaman tam denetlenemez. Bilimin klasik ideali olan “zamansız, hatırasız, tarihsiz bir dünya” Huxley, Kundera ve Orwell'in tasvir ettikleri totaliter kâbuslara benziyor. Bilim aklın gücünü putlaştıran Prometeci tasviple başladı, fakat yabancılaşmayla noktalandı: İnsan hayatına anlam veren her şeyin inkârıyla. Dünya vizyonumuzda yeni bir tevhide gidebiliriz ve bilim bu yeni tutarlılığın tanımlanmasında önemli rol oynayabilir.6
Tedirgin ruhlu Avrupalı için hakiki bilgi nesnel (objektif) olandı. Nesnel bilgi, öznenin (insan) nesneye (tabiat) hükmetmesi, onu tam denetim altına almasıyla elde edilebilirdi. Pozitif bilimdeki bu anlayış, 19. yüzyılda sosyal bilime de geçti: Avrupalı olmayan (gayr-ı medenî) dünya, ancak Avrupalı öznenin anlayabileceği bir nesneden ibaretti. Anlaması için de, ona hâkim olması gerekiyordu. Beyaz Adam'ın yükü gerçekten çok ağırdı!
Başa dönersek, Avrupalının ruhundaki savaş kadîm bir kader, primordiyal bir olgu değil, 16. asırdan bu yana hem kozmik hem zihnî düzlemde sürdürülen “nesneye hükmetme” arayışının eseridir. Nesne, hem tabiattır, hem öteki insanlar. Atomaltı araştırmalarında bile, hakikat bilgisinin ancak nesneyle diyalog halinde elde edilebileceğini söyleyen yeni bilimadamlarının sesi henüz büyük savaş aygıtlarına (devletler/şirketler/ordular) ulaşabilmiş değil.
1. Hermann Broch: Vergilius’un Ölümü, İstanbul: İthaki, 2012, s. 360-1.
2. Thomas Mann: Doktor Faustus, İstanbul: Can, 2013, s. 56-7.
3. Cemil Meriç: Kırk Ambar, İstanbul: Ötüken, 1980, s. 273.
4. R. A. Brown: The Origins of Modern Europe, London: Constable, 1972, s. 93.
5. Richard Tarnas: The Passion of the Western Mind, New York: Ballantine Books, 1991, s. 419.
6. Ilya Prigogine: The End of Certainty, New York: The Free Press, 1997, s. 154 ve 186.