Ev, bir yatırım aracına nasıl dönüştü?
Oturduğumuz evler nasıl bir yatırım aracına dönüştü farkında mısınız? “Ev”, “hane” kavramları nasıl bir süreçle “konut”a dönüşerek, bir yatırım aracı hâline geldi? Oturduğumuz evler, bir rant aracına nasıl dönüştü, dönüşmeye devam ediyor?
Oturduğumuz evler nasıl bir yatırım aracına dönüştü farkında mısınız? “Ev”, “hane” kavramları nasıl bir süreçle “konut”a dönüşerek, bir yatırım aracı hâline geldi?
Ünlü mimarlarımızdan Turgut Cansever’in kızı Mimar Emine Öğün ile yaptığımız bir röportajda, Emine Hanım babaannesinden dinlediklerini anlatarak, eskiden birden fazla ev sahibi olmanın avantajlı olarak görülmediğini çünkü toplum hayatında kira parası almanın ve o parayı kullanmanın uygun görülmediğini anlatmıştı.
Eğer ikinci bir eviniz varsa ve eğer herhangi birisi orada oturuyorsa, oradan kira geliri alınsa bile o kira geliri toplumda açık bir şekilde başka bir yoksula verilirmiş, kullanılmazmış, hele hele o parayla eve asla gıda, meyve sebze gibi ihtiyaçlar karşılanmazmış. Boğazdan geçecek lokmanın alın teri olmasına dikkat edilirmiş.
Peki, “iki vadi dolusu altınla yetinmeyip, üçüncü bir vadinin daha istenmesi” ilerlemenin asıl kaynağı olarak görülebilir mi?
O günlerden bugünlere nasıl geldik? Oturduğumuz evler, bir rant aracına nasıl dönüştü, dönüşmeye devam ediyor?
2017 tarihli bir Birleşmiş Milletler raporunda, barınma hakkının metalaştırılmasına dayanan modellerin mahzurlarına dikkat çekilmişti. Barınma hakkının metalaştırılmasında temel noktada, konutun ve yaşadığımız şehirlerdeki mekânın bir yatırım aracına dönüştürülmesi ele alınıyor. Metalaşma sürecinde, konutun barınma gibi ihtiyaç karşılama işlevi, yani kullanım değeri yerine; bir kazanç kapısı ve yatırım aracı olma işlevi, açıkça “değişim değeri” öne çıkıyor.
Raporda konut hakkının metalaştırılması ile insan haklarının ayrılmaz bir parçası olan güvenli ve insan onuruna yakışır konutlarda yaşama hakkının ortadan kaldırıldığına değiniliyor. Peki, bizler bu duruma nasıl geldik?
Küresel ekonomik baskıya direnen ve Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk döneminden itibaren konutun metalaştırılmasına niçin müsaade ettik? Daha fazla kazanma hırsımız mı bizi bu günlere getirdi? Sanayi devrinden sonra tüm dünyada yaşanan değişimlerin toplum hayatındaki etkileri, günümüzde de devam ediyor.
Özellikle 1950’lerden itibaren Avrupa’da ve Amerika’da birçok şehirde alt gelir grubunun yaşadıkları mağduriyetler, bugün de kentlerimizde yaşanmakta. Gerek devlet eliyle gerek özelleştirme politikalarıyla neoliberal kentsel dönüşüm hareketleri, en çok da alt gelir grubunu etkiliyor; onları evsiz bıraktığı gibi gittikçe şehrin dışına itiyor.
İstanbul’u örnek aldığımızda 95’li yıllarda Merter’de kirada oturabilen üç çocuklu bir baba, 2019 Merter’inde artık oturamıyor, önce Sefaköy’e, ardından Beylikdüzü’ne taşınıyor. Kim bilir yirmi yıl sonra Beylikdüzü’nden nereye taşınacak? Burada sorulması gereken soru şu: Bu süreç nasıl yaşanıyor? Sürecin babaya, ailesine, çocuklarına ve çevresine etkisi nedir? Oturduğumuz evler, nasıl ve neden bir yatırım aracına dönüşüyor?
Bu soruyu sadece şehircilik çalışmaları yapanlar değil, ya da sadece David Harvey gibi antropologlar, uzmanlar, akademisyenler değil, bugün tüm dünya soruyor. Konut, geleneksel tabiriyle ev, bir insanın yaşadığı yer, gündelik hayatındaki sığınağı, sosyo-ekonomik yapıdaki statüsü, kendisinin simgesi ve birçok psikolojik ve sosyal özellikleri olan insanların yaşadıkları çevreyle olan duygusal ilişkilerinin olduğu mekândır.
Geleneksel bir tabirle evler “rahim” gibidirler, sığınılan ve huzur bulunulan mekâna işaret ederler. Ailenin yaşadığı ev, dilimizde; hane, beyt, dâr, menzil, dam ve mesken gibi kelimelerle de ifade edilmektedir.
Turgut Cansever, insanın mekânla kurduğu bu ilişkiyi, “İnsanın asıl vazifesi dünyayı güzelleştirmektir” diyerek mekânın insanla olması gereken ilişkisini ifade eder. İnsan, barınma ihtiyacını karşılarken dünyayı güzelleştirmelidir, kaosa sürüklememelidir.
Dolayısıyla insan, aynı şekilde barınma ihtiyacını karşılarken kâinattaki düzene uymalıdır, çevresindeki canlılarla ve bitkilerle bütünleşmelidir.
Bir problem/yatırım olarak konut
Evler sokakları, sokaklar mahalleleri, mahalleler daha büyük yerleşim alanlarını oluştururlar. Bugün şehir ya da kent olarak isimlendirdiğimiz mekânlar, eskinin büyük yerleşim yerleri olarak ifade ediliyordu ve her şehrin kendine özgün bir tabakası vardı.
Örnek vermek gerekirse Paris, temellerinin atıldığı dönemde taştan bir kent olarak tasarlanmıştır. Londra ise tercihini taştan değil, tuğladan yana kullanmıştır. 1666 senesinde Londra’da çıkan büyük yangında kentin dört te üçü, yani yaklaşık 12.000 ev, kül olduğunda hızlı bir yeniden yapılanma sürecine girmiştir Londra; tabii ki geçmişinden dersler alarak, ahşaptan tuğlaya geçiş, büyük ölçüde, bu yangından sonra tamamlanmıştır.
Osmanlı döneminde yapılan şehirleri incelediğimizde de evi oluşturan birçok malzeme olduğunu ama evin özellikle çamurla birleşik sağlam harçtan yapıldığını görmekteyiz. Tavanlarda kullanılan çeşitli ağaçlar, evin temelinde kullanılan taşlar, temelin üzerinde evi inşa ederken harçlar, bulunulan bölgeye göre farklı mimari evlerin ve mahallerin oluşmasını sağlamıştır.
Ayrıca, zengin ve fakirin her yerde, İslam medeniyetinin olduğu her coğrafyada, paylaştıkları tek bir ortak özellikleri vardı: Evlerini toprak zeminin üzerine inşa ediyorlardı. 16. yüzyıla hatta daha sonralara değin yaşayan kadim geleneklerden birisi bununla ilgilidir: İnsanlar uzun zamanlar boyunca evlerinin zeminini kışın samanla, yazın ise çiçek ve çeşitli otlarla kaplamışlardır.
Kartal’da çöken binada sorumluluk kimin?
Bugüne geldiğimizde, Roma medeniyetinden Osmanlı medeniyetine yaşadığımız bu önemli coğrafyanın üzerinde, önümüzde Türkiye’nin en büyük sorunu olarak konut problemi durmaktadır. Konuta sorun olarak değil de çözüm olarak bakmak, konut stoku arttıkça ekonominin iyiye gideceğine inanmak ise akıl tutulması yaşadığımızı göstermesi açısından önemli bir nokta. Çünkü birikmiş bir paradan hiçbir alın terine ihtiyaç duymadan kazanılacak her kuruşun Osmanlı ekonomik sisteminde bir yeri vardı. Ancak kapitalizm ile birikmiş para insanı daha fazla para kazanmaya teşvik etti, hırsını arttırdı.
Rant kavramının kalplerimizi fethetmesi, insanımızı ve toplumumuzu dünyevileştirdi. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Kartal’da çöken ve 21 kişinin ölümüne sebep olan bina ve nice felaketler, işte bu hırsın, rant sevdasının artması sonucudur.
Kaçak yapılaşma ile temeli sağlam olmadığı hâlde vakti zamanında daha fazla kira getirisi için çıkılan katlar, aslında bugün Türkiye’nin her an her yerinde yaşanacak bir felaketin sebebidirler. Dolayısıyla bu büyük sorunu analiz etme aşamasında, çöken binalarda ölen insanlarımızın sorumluluğunu birilerine yüklemek, yaşanan felaket karşısında meseleyi geçiştirmektir, topu taca atmaktır; büyük sorunu görmezden gelmektir. Çünkü asıl yapmamız gereken tedbirin ne olacağı konusunda daha fazla vakit kaybetmemeliyiz.
Bugün devletimize ve insanımıza düşen, jeolojik etüdü yapılmadan dikilen binalarımızı tespit etmek, o binaları güçlendirebiliyorsak güçlendirmek, eğer güçlendirilmeyecek derecede zayıf ise yıkmak ve yeniden yapmaktır.
İmar barışı felaketleri önler mi?
Biraz 2000 öncesi Türkiye’ye dönelim. Geçmişte yapılan hatalara düşmemek için geçmişi çok iyi analiz etmek gerekiyor zira. Bu ülkenin kendi vatandaşına konut sağlayamamış olması, modern Türkiye’yi çöküşe götüren ilk hareketti ve maalesef çok çabuk bir imtihanla önümüze geldi. 2000’den sonra devlet eli ile yapılan TOKİ hamlesi, büyük oranda konut ihtiyacını giderse de, geçmişin sorunlarına çare olamadı.
Köyden kente yapılan ani göçler, büyük şehirlerde çoktan gecekondu mahallelerini oluşturmuştu. Devlet, konut sağlayamadığı gibi geçmişte toplu taşıma da sağlayamamıştı ve bu yüzden minibüs ve dolmuş gibi sadece günü kurtaran, geleceği olmayan sektörlerin oluşmasına da zemin hazırlamıştı. 2000’den sonra AK Parti ile beraber yapılan toplu taşıma furyası bugün ülkenin her yerini sarmış durumda ve partinin 2023 projelerinden en büyük alanını oluşturuyor.
Elbette zararın neresinden dönülürse kârdır fakat geçmişin sorunlarını çözmek için de şehirlerin artık mevcut ve gelecek planlarının oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Bugün, Türkiye’nin önündeki konut problemini geniş bir odak noktasından bakarak analiz ettiğimizde, karşımızda sayısı 13 milyona yaklaşan ruhsatsız yapının imar ve ruhsat sorununa çözüm getirmesi beklenen İmar Barışı’nı da Türkiye’nin bahsettiğimiz şehircilik problemine dâhil etmek gerekiyor.
Neden mi? Hatırlayalım, 1984 yılında Turgut Özal zamanında İmar Affı (bugünkü ismiyle İmar Barışı) gündeme getirilmişti. İmar affının kente, çevreye ve yaşam değerlerine yaptığı olumsuz etkilerin sonuçları uzun vadede görüldü. Bundan dolayı kamuoyunda imar aflarına karşı bir tavır oluştu. Çünkü ilk başta vadedilenlerin hiçbiri olmadı. Örneğin İmar Affı çıkarılırken bundan sonra kaçak yapılaşmaya asla izin verilmeyeceği söylenmişti.
Her seferinde imar afları sonrasında kaçak yapılar oluştu. Bu süreç daha da hızlandı. Vatandaşlar arasında eşitsizlik ve adaletsizlik oluştu. Yasaya saygılı vatandaşlar cezalandırıldı, yasaları çiğneyen kesim ise kendi tabirlerince “ödüllendirildi”. İmar afları bir sonraki imar affının nedeni oldu. Kaçak yapılaşma hiçbir zaman önlenemedi. Bütün kentler, yaşam değerleri, akarsular ve kıyı alanları, mutlak yapı yasağının olduğu bölgeler kaçak yapılarla doldu ve yaşanmaz hâle geldi.
İmar Barışı “vergi affı’ olmamalıdır
Artık şehirlerimizi günü kurtararak inşa etmekten vazgeçmeliyiz. Çünkü bir şehir inşa etmek demek, sadece yol, köprü, hastane, okul, cami gibi temel gereksinimleri karşılamak demek değildir. Şehir inşa etmek, bir kültür inşa etmek demektir. Geçmişteki birikimden faydalanarak elde edilen tecrübeyi, sanatı ve medeniyeti tüm güzelliği ile topluma aktarabilmektir.
Aynı zamanda geçmişin estetiğini toplum hayatına aşılamabirlikten gelecek olan sinerjinin gündelik hayata olan pozitif etkilerini insanlara aktarabilmektir. Bu yönüyle devletten beklenen, paylaşmayı kabullenebilen insanların birbirleri için uygulayacakları kuralları tasarlamaktır. Diğer türlü sadece kaçak yapıların devletle bütünleşmesine izin veren bir İmar Barışı, bize felaketten, yıkımdan, zulümden ve sancıdan başka bir şey getiremez.
Sait Faik’in Alemdağ’da bahsettiği yılanlar şehri terk edeli çok oldu. Çünkü yaşadığımız şehir tabiattan uzaklaştı, bitkilerden ve ağaçlardan ırak düştü. Bugünlerde İstanbul semalarında dolanan cemre yeşil alan bulamadığı için düşemiyor. Artık baharın gelişini yaşadığımız şehirden en az 2-3 saatlik mesafe ile uzaklaşarak anlayabiliyoruz.
İmar Barışı’nın, tabiat ile bu uzak kalışımızı önlemedikten sonra ne anlamı var? Bu yönüyle bakıldığında İmar Barışı’nı sadece bir vergi affı gibi bir şey sananlar, çok büyük bir yanılgı içindeler.