Prof. Dr. Yusuf Adıgüzel: Hiç Suriyeli tanıdığınız var mı?
Zygmunt Bauman, Kapımızdaki Yabancılar kitabında göçmenler ve mültecilerle ilgili bazı hayati durumların gün geçtikçe daha az haber değeri taşıdığını anlatırken “göçmenlere baş belası muamelesi etme konusunda birbiriyle rekabet eden hükûmetler”den bahsetmeyi de ihmal etmez. Kitabı ilk okuduğumdan beri bu muameleyi yapmayan bir ülkede yaşadığım için sık sık şükrederim. Fakat son yıllarda, özellikle internet ortamındaki akılalmaz, vicdansız ve ırkçı yorumlar birçoğunuz gibi beni de üzüyor. Bazen o kadar dikkat çekici başlıklar ve ilginç görsel referanslar kullanıyorlar ki “Acaba paylaşılanların ne kadarı gerçek?” diye düşünmeden edemiyor insan.
Ülkemizde sekizinci yılını tamamlayan Suriyelilerle ilgili kafamı meşgul eden sorularla, göç ve mültecilik alanında çalışmalar yapan, konunun uzmanı bir ismi, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yusuf Adıgüzel’i ziyaret ettim. Kendisiyle mültecilik kavramından başlayıp, sosyal medyada karşımıza çıkan iddiaları, uluslararası göç politikalarını, Suriyelilerin ülkemiz için kazanıma dönüşecek entegrasyon sürecini ve bizim onları ne kadar tanıdığımızı konuştuk.
Sekiz yılın özeti niteliğinde, en son gelişmeleri ve rakamları da okuyacağınız bu uzunca söyleşinin sonunda umarım siz de kendinize şu soruyu sorarsınız: “Benim hiç Suriyeli arkadaşım var mı?”
Suriye’deki savaştan kaçıp ülkemize sığınan Suriyeliler için ilk yıllarda “misafir” diyorduk, aradan sekiz yıl geçmesine ve durumları mültecilik statüsüne uygun olmasına rağmen onlara hâlâ “mülteci” diyemiyoruz. Göçmenlik, mültecilik, sığınmacılık gibi kavramların tanımlarıyla başlayabilir miyiz? Suriyeliler için hangisini kullanmalıyız?
Mültecilik, bir tercihten değil, zorunluluktan dolayı bağlı bulunduğu ülkeyi terk etmek zorunda kalan kişiler için kullanılır.
- Mültecilik, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda -coğrafi kısıtlama şartıyla- mültecilerin statüsüne ilişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde benzer biçimde tanımlanmıştır. Buna göre mülteci; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından -haklı sebeplerle- korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancı veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen kişidir.
Ülkelerindeki savaş sebebiyle zorunlu olarak Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin statüsü ise Türkiye’nin sadece Avrupa’dan gelenlere mültecilik hakkı tanıması nedeniyle mültecilik değil, geçici korumadır. Ancak günlük hayatta daha sık mülteci, sığınmacı veya göçmen olarak kullanılıyor. BM raporlarında da mülteci statüsünde değerlendirilmektedir.
Göçmen ve sığınmacıların, mültecilerden farkı nedir?
Sığınmacı, mültecilik başvurusu yapıp, sonucunu bekleyen kişiler için kullanılmaktadır. Türkiye’de yasal olarak artık sığınmacı kavramı kullanılmıyor. Avrupa’daki uygulamalara baktığımızda bir ülkeye mültecilik başvurusu yapmış ve kabulünü bekleyen kişiye “sığınmacı” deniyor. Bu kişi o ülkeye kabul edilirse “mülteci” statüsü alır. Eğer kabul edilmezse üçüncü bir güvenli ülkeye veya ülkesine gönderilir. Türkiye’de Avrupa dışından gelenler ancak üçüncü bir ülkeye mültecilik başvurusu yapabilirler.
Türkiye gerekirse bu kişilere uluslararası koruma sağlayarak şartlı mültecilik veya ikincil koruma sağlayabilir. Mültecilik başvurusu kabul edilene kadar veya ülkelerine gönüllü geri dönene kadar onları misafir edebilir.
Göçmenlik ise artık bulunduğu ülkenin vatandaşı olmuş kişileri ifade eden bir kavram. Bir kişi başvurduğu bir ülkeye kabul alıp yerleştiğinde o ülkenin “göçmen”i olur.
Sığınmacılardan ve mültecilerden farklı olarak dünyada algılanış şekli ise genellikle bu kişilerin ekonomik sebeplerle göç etmiş olmalarıdır. Çünkü dünyada 250 milyondan fazla göçmen var ve bunların yüzde 90’ını ekonomik göçmenler oluşturuyor.
Aklıma ilk gelen, ekonomik nedenlerden ötürü ülkemize gelen Afganlar oldu.
Türkiye’ye gelenlerin önemli bir bölümü çalışıp ülkelerindeki ailelerine para göndermek için geliyor. Fakat durumları biraz daha farklı. Türkiye’ye geliş sebepleri ve kalış biçimleri çok fazla değişiklik gösterebiliyor.
Ülkelerinde savaş ve istikrarsızlık olduğu için Afganistan hâlâ -Suriye’den sonra- dünyanın en fazla mülteci kaynak ülkesidir. Ülkemizdekilerin bazıları uluslararası korumadan faydalanırken, bazıları ikametgâh izni, çalışma izni veya insani ikametgâh izni gibi yasal statüde kalıyor, önemli bir bölümü ise düzensiz göçmen durumunda. Yani kaçak yollardan Türkiye’ye girmişler.
Göç İdaresi’nin açıkladığı rakamlara bakılırsa, Türkiye’de son iki yılda yakalanan 550 bin civarındaki düzensiz göçmenin yaklaşık 220 binini (%40’ını) Afganlar oluşturuyor.
Son yıllarda -özellikle seçimlerden önce- Suriyelilere vatandaşlık verildiğine dair iddialar ortaya atılıyordu. Bunun doğruluk payı var mı?
Geçici koruma altındaki Suriyeliler, ne kadar uzun süre kalırlarsa kalsınlar mevcut statüleriyle Türkiye’de vatandaşlık talebinde bulunamazlar. Ancak şu anda ülkemizde 100 bin civarında vatandaş olmuş Suriyeli var. Bunlar ikametgâh, çalışma, aile gibi farklı statülerden vatandaşlığa kabul edilmiş veya “istisnai vatandaşlık” verilmiş kişilerdir.
İstisnai vatandaşlık, dünyada birçok ülkenin uyguladığı, o ülkeye katkı sağlayacağı düşünülen kişilere verilebilen bir statü. Bu kişiler artık Suriye kökenli Türk vatandaşlarıdır. Ve bu kişileri tam olarak “Suriyeli göçmenler” diye adlandırabiliriz.
“Suriyeliler kamplarda, konteyner ve çadır kentlerde devlet kontrolü altında yaşarken şehirlere yerleşenler denetlenmiyor” gibi algılanıyor. Durum gerçekten böyle mi?
Türkiye’deki tüm Suriyeliler kayıt altındadır. Kayıt altında olmayanlar da, diğer düzensiz göçmenler gibi denetimlerde yakalanmakta ve haklarında işlem yapılmaktadır.
- Geçen yıl 35 bin, bu yıl ise 30 bin kayıtsız Suriyeli hakkında işlem yapıldı. “Denetlenmiyor” algısının sebebi kanaatimce İstanbul’daki Suriyelilere yönelik geçtiğimiz aylarda yapılan sıkı denetimlerdir. Suriyelilerin kayıtlı oldukları illerde yaşamaları, şehir dışına çıkmak isteyenlerin “yol izin belgesi” ile gitmesi gerekirken, -göçün ilk dönemlerinde- bu konuda biraz esnek davranılmış, Suriyeliler iş, eğitim, sağlık gibi nedenlerle akrabalarının bulundukları illere serbestçe gitmişlerdir. Özellikle kayıt dışı çalışma durumları da bu algıyı beslemektedir. İstanbul Valiliği ve İçişleri Bakanlığı bu konuda çok sıkı denetimler yaparak kayıt dışılığı azaltıcı adımlar atmaya başladı.
Türkiye savaşın başlamasıyla son derece önemli bir insani karar alarak kitlesel göç akınına karşı açık kapı politikası uyguladı. Suriyelilere kapıları hiç açmama diye bir durum söz konusu olabilir miydi?
Böyle bir durum hem uluslararası hukuk hem de Türkiye’nin tarihi misyonu ve ilkeleri çerçevesinde mümkün değildi. Yaşam hakkı en temel ve kutsal insan hakkıdır. Hayati tehlikesi olan kişi ve grupları her ülke kabul etmek zorundadır.
Türkiye daha önce de Irak’taki savaştan kaçanlara kapılarını açmıştı. Uluslararası hukukta da, bireysel sığınma prosedürlerini uygulamayacak kadar hızlı ve büyük göç akınları karşısında devletler ülkelerine kabul ettikleri kişileri geçici koruma statüsü altına alabilmekte.
Türkiye, can güvenliği riske giren ve ülkesine sığınan kişileri geçici koruma statüsü altına alarak onların güvenliklerini temin etmiş ve öncelikli olarak acil insani ihtiyaçlarını karşılamıştır. Bu dönemde AFAD gerçekten olağanüstü işler başardı. Bütün dünyanın takdir ettiği kamp ortamlarını hazırlayarak Suriyelileri misafir etti. Ancak savaşın devamı kampta kalma sürelerinin uzamasına neden oldu.
Kısa süre içinde gelenlerin sayısı milyonlu rakamlara ulaşınca kamp kapasiteleri de yetersiz kaldı. Diğer taraftan gelenlerin önemli bir bölümü göçün ilk dönemlerinde Türkiye’deki akrabaları tarafından misafir edildi. Doğal olarak kamplarda kalan kişilerin kayıtları muntazam olarak alınmakta ve bütün ihtiyaçları karşılanmaktadır.
- Kamp dışındakiler ise önemli ölçüde kendi ayakları üzerinde durmaya çalışmaktadır. Son verilere göre ülkemizde 3 milyon 600 binin üzerinde geçici koruma statüsünde Suriyeli var ve bunların yüzde 98’i kentlerde bizimle birlikte yaşamakta. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tüm bu kişilerle ilgili gerekli denetimleri yaparak kayıtlarını yenilemekte ve kendilerine geçici koruma kimlik kartı vermektedir. Kayıt sürecinde bireylerin demografik bilgileri ile birlikte, eğitim, meslek, ikamet, sağlık durumu gibi bilgiler de kayıtlanmaktadır. Artık sadece 60 bin Suriyeli kamplardadır.
Milyonlarca kişilik kamplar kurmak, yönetmek ve bunu yıllarca yapmak oldukça zor ve maliyetli bir iş. Bir de insanların bu kamplardaki fiziki, insani ve sosyal ortamları çok kısıtlı. Bir çadırın, konteynerin içerisinde yıllarca yaşadıklarını düşünün. Çok insani bir durum değil. Çadır veya konteyner kamplar, adından anlaşılacağı üzere geçici yerlerdir, kısa sürelidir. Netice olarak kamplardakilerin daha sıkı denetlendiği doğrudur, ama kamp dışındakilerin denetlenmediği ifadesi tam olarak doğru değildir.
Kamplardan çıkışta gidecekleri kentleri Suriyeliler mi seçiyor yoksa süreci devlet mi yönetiyor?
İfade ettiğimiz gibi kamplardakilerin denetimleri, kenttekilerden çok daha sıkı yapılabilmekte. Kamplara giriş çıkışlar kontrollü. Kamplarda yaşayanların sayısının hızla azalması ise hem Suriyelilerin hem de devletin isteği ile oluyor. Kamptan ayrılmak isteyenler, kayıtların açık olduğu illerdeki akraba veya tanıdıklarının yanlarına gidebiliyor. Kanaatimce, kampta yaşayıp sürekli yardım almak yerine, insanların kendi emek ve onurlarıyla yaşayabilecekleri daha özgür ve sivil bir hayatı tercih etmeleri daha doğru.
Suriyelilerin sayısının Kilis’teki Türk nüfusunu geçtiğini biliyoruz. Bu durumda başka şehirlerimiz de var mı? Hangi şehirlerde ne kadar Suriyeli yaşıyor?
Hangi illerde ne kadar Suriyeli kayıtlı belli ve Göç İdaresi bu rakamları sürekli güncelleyip web sitesinde yayımlamaktadır. Ancak kayıtlı olduğu illerde yaşamayanların olduğu da bir gerçek. Bu konuyla ilgili de son dönemlerde denetimler artırıldı ve herkesin kayıtlı olduğu ile gitmesiyle ilgili çalışmalar yapıldı.
Göç İdaresi’nin rakamlarına göre, nüfusuna oranla en fazla Suriyeli barındıran il Kilis. Kilis, nüfusunun üzerinde olmamakla birlikte il nüfusuyla karşılaştırıldığında %81 gibi bir oranla (Kilisliler 142 bin, Suriyeliler 116 bin) ilk sırada yer almaktadır. Hatay’da bu oran %27, Gaziantep’te %22, Şanlıurfa’da %21, İstanbul’da ise %3,6 düzeyindedir.
İstanbul Sultangazi’nin bazı mahallelerinde sadece Suriyelilerin yaşadığını, zaman zaman karıştıkları kavga, çatışma, bıçaklama haberlerinden duyuyoruz. Bazı semtlerde gettolaştıkları söylenebilir mi?
İstanbul’un bazı semtlerinde Suriyelilerin yoğunlaştıkları doğrudur, ama bu yerlere getto demek çok abartılı olur.
Getto kavramı daha çok dışarıya kapalı ve homojen mekânlar için kullanılır. Suriyelilerin daha yoğun yaşadıkları mahalle, semt, şehirler olabilir. Ancak buralarda Suriyelilerle birlikte Türk vatandaşları da yaşıyor. İnsan doğası gereği kendisinden farklı olana karşı biraz daha fazla dikkat kesiliyor. Dünyanın her yerinde yabancılar, farklı olanlar, ötekiler hep olduklarından fazla ve büyük görünüyor.
Suriyeliler de dikkat çektikleri ve farklı oldukları düşünüldüğü için olduklarından fazla algılanıyorlar. İstanbul’da kayıt dışı olanlar da dâhil Suriyelilerin oranı en fazla %5-7 aralığında iken, algı bundan çok çok daha yüksek oldukları yönündedir.
Sosyal medyadaki nefret söylemleri de birer algı operasyonu mu yoksa haklılık payı var mı? Mesela TOKİ’den ev verildiği doğru mu?
Sosyal medya, bilginin çok hızlı yayıldığı bir platform. İnsanlar, sosyal medyada bir mesajı yayarken doğru mu, yanlış mı diye pek araştırma ve teyit etme gereği duymuyorlar. Tabii bunu masum kullanıcılar için söylüyorum. Suriyelilerle ilgili bir yazı okumuş, onu beğenmiş, RT etmiş, o da öyle düşünmeye başlamış, olumsuz bir kanaat edinmiş. Bunlar doğal, olabilecek şeyler. Ancak bir de bilinçli bir şekilde bu yanlışı kurgulayan, Suriye nefreti oluşturmaya çalışan ve bunu planlı bir şekilde çoğaltan kötü niyetli kişiler var.
Bu kötü niyetli kişiler bir nefret dili ile bazı mesajları kurguluyor, resimleri montajlıyor, haberleri manipüle ediyor ve sosyal medya ortamına bırakıyorlar. Bu kadar sistemli bir kötülük yapmak istemese de bazı kişiler de bunları gerçekmiş gibi yaygınlaştırabiliyor. Ve maalesef yalan doğrudan daha hızlı yayılıyor. Uydurulan yalanlar özellikle insanların dikkatini çekecek konularda oluyor.
Eğitim, TOKİ’den ev verilmesi, sosyal yardım konuları gibi... Bunlar toplumda sosyal tepkiyle karşılanıyor ve nefret duygusu yaratıyor. Burada tek tek “doğru bilinen yanlışlar” listesi yapmayayım ama, TOKİ’den bedava ev verilme konusu tamamen uydurma ve bunun hiçbir şekilde tutar yanı yoktur. TOKİ’den sadece Türk vatandaşları ev alabilirler. Suriyeliler parasıyla dahi ne TOKİ’den ne de başka bir yerden ev alamazlar. Üstelik bu durum Hatay meselesinden bu yana böyle, o günlerden beri Suriyelilere gayrimenkul satışı yapılamıyor.
Peki herhangi bir sınava tabii tutulmadan üniversitelere alınmaları veya maaşa bağlandıkları iddiaları…
- Eğitimle ilgili husus da manipülasyona çok açık. Türkiye’de yabancılar bir üniversiteye kabul almak için Yabancı Öğrenci Sınavına girer. Bu sadece Suriyelilere özel bir sınav değil. Diğer yabancılar gibi Suriyeliler de YÖS’e girip ilgilendikleri bölümlerin -burası önemli- yabancı kontenjanlarına başvurabilirler. Yani TC vatandaşı gençlerimizle değil, diğer yabancılarla rekabete giriyorlar. Yalnız Suriye’de üniversite öğrencisiyken savaş sonrası ülkemize sığınan ve oradaki öğrenciliğini kanıtlayanların yatay geçiş yaparak Türkiye’de aynı bölümlere devam hakları vardır.
- Maaş iddiasına gelince, insanları manipüle etmek için kullanılan bankamatik önündeki Suriyeli fotoğrafları BM kaynaklarından karşılanan Kızılay Kart ile ilgili. Bazı şartlar dâhilinde uluslararası koruma veya geçici koruma altındaki kişilere verilen aylık 120 lira. Avrupa’nın Türkiye’ye vermeyi vadettiği 3 milyar avronun en önemli kullanım alanlarından bir tanesi işte bu maaş diye tabir edilen Kızılay Kart yardımı.
Bu yardım tüm Suriyelilere mi veriliyor?
Hayır, bir ailenin bakmakla yükümlü olduğu sayı önemli. Anne veya babanın olmaması, bir ailede dört çocuk olması veya sigortalı çalışan birinin olmaması gibi kendi içinde birçok şartı var. Yalnız şartlara uygun kişiler bu yardımı alabiliyor.
Suriyelilerin doğum oranının Türklere göre yüksek olmasını, yıllar sonra demografik yapının değişeceği yönünde yorumlayanlara ne dersiniz? Burada devletin bir çocuk sınırlandırması olamaz mı?
Devletin böyle bir şeye yaptırımının olmasını düşünmek insani değil. Devlet ailelerin çocuk sayısını sınırlandırırsa onun şu anda dünyanın en baskıcı ülkelerinden biri olan Çin’den ne farkı kalır. Onların Doğu Türkistan’a yaptıkları meşru mu? Türkiye’de doğum oranlarında hızlı bir düşüş var bildiğiniz gibi. Suriyelilerin doğum oranları biraz daha yüksek çünkü çoğu kırsal kesimden geldi.
Bizim ülkemizde de kırsalda yaşayan kişiler şehirdekilere göre daha fazla çocuk sahibidir. Ancak bu durum gün geçtikçe hızlı bir şekilde azalacak. Çok çocuklu anne babaların kentlerdeki çocukları daha az çocuk sahibi oluyor. Kent bunu dayatacak zaten, aynı doğum oranıyla devam etmeleri mümkün değil. Türkiye’nin doğurganlığı en yüksek illerinin Doğu ve Güneydoğu’da olduğunu görürsünüz. Ancak buralardan batıya doğru göç eden ailelerin batıda yine aynı alışkanlıklarını devam ettirdiklerini söyleyemiyoruz. Aileler Urfa, Van, Batman’da ortalama dört çocuk sahibiyken batıya geldiklerinde sayı ikiye, hatta ikinin de altına düşmekte. Kentleşme bir şekilde insanları daha küçük aile olmaya zorlamaktadır.
Yani uzun vadede nüfus dengesinin bozulması gibi bir durum söz konusu olmaz...
Şu anda Suriyelilerin sayısı Türkiye nüfusunun %4’üne denk geliyor. Bu oranın %96’yı içine alması mümkün mü sizce? Birlikte yaşamaya başladığınız andan itibaren ana kültür diğer kültürleri kendine benzetmeye başlar. Şu anda iş yerinde, okulda, komşuluk hayatında çok fazla birlikte olunduğu için Suriyeliler, Türk toplumuyla entegre olmaya başladılar.
Entegrasyonun en temel maddelerinden biri de evlilik. Suriyeliler artık Türklerin en fazla yabancı gelin aldıkları ülke durumunda. Bu eskiden Almanya idi. Peki, annesi Suriyeli, babası Türk bir çocuğa Türk değil mi diyeceğiz? Biraz daha geriye gidersek gelenlerin atalarının birçoğunda Türk etnik kökenine rastlarız. Çoğu, Suriye’nin kuzeyinden Halep bölgesinden geldi. Halep’le Antep’in, Kilis’in, Urfa’nın veya Hatay’ın akrabalık ilişkisi yok mu? Sınırın çizilmesinden sonra farklı ülkelerde kalmış birçok aile ve aşiret var. Buradan yürüdüğümüzde kimin Türk, kimin değil, kimin daha fazla Türk olduğu tartışması çok su götürür.
O zaman toplumda ciddi bir değişim olmayacak.
Toplum her zaman değişir. Ancak bu değişim az olan bir grubun büyük bir çoğunluğu dönüştürmesi şeklinde olamaz. Etnik olarak böyle bir kaygıya gerek yok. Ancak yeni etnik kimlikler, karma, hibrit kimlikler oluşacak. Ancak en önemli kültürel bağ olan din faktörü, iki kültürü daha kolay kaynaştıracak ve etnik vurgunun önüne geçecektir. Şu anda Avrupa, bizim Suriyeliler hakkındaki kaygılarımızı Müslümanlar için konuşuyor.
- Avrupa’da Müslümanlar nüfus olarak diğerlerini geçecek diye endişe duyanlar var. Rakamlara bakalım: Avrupa’da Müslüman oranı %4, yani 25 milyon civarında. Avrupa nüfusu ise 500 milyonun üzerinde. 2050’ye kadar bütün istatistiklerde Müslümanların çıkabileceği en yüksek oran %11 olarak hesaplanıyor. Göç senaryolarını en zirveye çıkardığınız zaman bile böyle bir ihtimal yok. Avrupa’nın Müslümanlara bakışı ile bizim Suriyelilere bakışımız aynı olmamalı. Suriyeliler bizden çok çok uzak ve farklı değiller. Türkiye imparatorluk bakiyesi bir ülke ve toplumsal yapısını önemli ölçüde Müslüman göçmenlerle oluşturmuş. Türkler ve Araplar yüzyıllarca birlikte yaşamış ve aynı medeniyete mensup toplumlar. Ve kötü niyetli iç ve dış tahriklere rağmen yine barış ve huzur içinde yaşamaya gayret edeceğiz.
Haziranda İstanbul Üniversitesi’nde “8. Yılında Türkiye’de Suriyeliler” atölyesi düzenlediniz. Oradaki konuşmanızda “İyi entegre edilirse Suriyeliler Türkiye için büyük bir kazanımdır” ifadesini kullanmıştınız. “İyi entegre”den kastınız nedir?
Entegrasyonun kilidini açacak anahtar dil öğrenmektir. Dili öğrenemediğiniz zaman iyi bir iş sahibi olmanız, iyi bir eğitim almanız zor. Hatta yardım almadan kendi gündelik işlerinizi bile yürütemezsiniz. En basit bir iş için evrak dolduramazsınız. İyi entegrasyondan kastımız Suriyeli gençlerin iyi Türkçe konuşabilmeleri, iyi eğitim almaları ve iyi bir meslek sahibi olmalarıdır. Ancak bu şekilde kendi gelecekleriyle Türkiye’nin geleceğini bir görürler. Oysa yetişkinlerin iyi Türkçe öğrenmeleri daha zor.
Onlar burada doğup büyümedi, ileri yaşlarında buraya gelmek zorunda kaldı. Ama gençlerin çoğu Türkiye’de büyüdü, 500 bine yakın bebek burada doğdu.
Suriyeli bir gencin Türk okullarında okuması, Türkçeyi Arapçadan daha iyi bilmesi ve iyi bir meslek sahibi olması Türkiye nüfusunun hızla yaşlandığı bir dönemde bizim için tabii ki bir fırsat olacaktır. Türkiye’nin ileriki yıllarda hatta şimdiden konuşulması ve gündemde tutması gereken meselelerinden en önemlisi Türkiye’nin dışarıdan göçmen alması gerektiğidir. Ancak yönetimi iyi yapılmalı, Batı ülkelerinde olduğu gibi bu nitelikli bir göç olmalıdır.
Son yıllarda yurt dışında farklı üniversitelerde eğitim alan Türklerin, ülkemize getirilmesi gibi önemli çalışmalar var. Nüfusunuz ne olursa olsun her ülkenin aslında okumuş, yetişmiş insana ihtiyacı vardır. Dünyanın en göçmen karşıtı ülkeleri bile, eğitimli ve kalifiye göçmenlere kapılarını sonuna kadar açmakta...
Fakat bu duruma “Kendi gençlerimiz iş bulamıyor” diye itiraz edenler var!
Burada gençlerin beklentisi ile piyasanın talebi farklı. Türkiye’de kariyer planlaması çok iyi yapılmadığı için ülkenin ihtiyaç duyduğu mesleklerle gençlerin okuduğu meslekler her zaman örtüşmeyebiliyor.
Kişiler okudukları alanla ilgili bir işe kodlandıkları zaman da iş bulmakta zorlanıyorlar. Oysa piyasada çok fazla açık iş kolu var. Şu anda İş-Kur’un sitesine girsek 400-500 bin açık pozisyon olduğunu görürüz. Ve bunların mevcut şartlarda kısa vadede kapanması da mümkün değil. Sürekli yeni iş talepleri geliyor. Yabancıların iş kollarına ve çalışma yerlerine baktığınızda yerlilerden daha düşük statülü, yoğun çalışılan ve daha çok fizik güce dayalı, daha az ücret alınan işler olduğunu görürsünüz.
Dolayısıyla bu işlere zaten yerlilerin çoğu talip değil. Böyle baktığınızda göçmen işçi gelmesi bizim işçileri çok da sıkıntıya sokmuyor. Ancak buradaki problem kayıt içi olup olmaması olarak değerlendirilebilir. Suriyeli veya değil, eğer kayıtsız çalışıyorlarsa bu hem iş piyasası açısından hem göçün güvenlik boyutu açısından hem de sosyal sigorta açısından önemli bir risk barındırır.
Fakat yabancıların çoğu kayıt dışı çalıştırılıyor.
Çözüm göçmenlerin olmaması değil, düzenli olarak sektöre kazandırma ve sigortalı bir şekilde çalışmalarının sağlanması. Bu durum İstanbul’da haziran sonrasında yoğun bir şekilde denetlenmeye başlandı. Yabancıların kaçak çalıştırılmaması konusunda valilik önemli bir adım attı. Kaçak çalıştıranlara ilişkin yaptırımlara dair tebligatlar yapıldı.
Ağustos sonunda İstanbul Valiliği 32 bin iş yeriyle görüşüldüğünü ve yabancı işçi çalıştırmanın şartları hakkında bilgi verildiğini, düzensiz göçmen çalıştırıldığında cezai müeyyidesi olacağı şeklinde uyarılarda bulunulduğunu ifade etti.
Yine geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun bir açıklaması oldu. Haziran ayında İstanbul’da kayıtlı çalışan Suriyeli sayısı sadece 750 iken temmuz-ağustos aylarında denetimlerden sonra kayıtlı çalışan Suriyeli sayısı 7500’ün üzerine çıkmış ve on kat artmış. “Artık çok daha hızlı kayıt içine alındığını göreceğiz” diyor Sayın Bakan. Düzensiz göçmenlerin kayıtlı çalıştırılması, iş piyasasında Türk vatandaşlarının da durumunun daha iyi olmasını sağlayacaktır.
Hâlbuki bu insanlar sekiz yıldır ülkemizde! Anladığım kadarıyla savaş hemen bitecekmiş ve Suriyeliler bir an evvel evlerine dönecekmiş gibi davranıldı.
Hatırlarsanız ilk bir iki yıl, 2015’e kadar Suriyeli çocukların eğitimleri geçici eğitim merkezlerinde Arapça müfredata göre yapılıyordu. Süre uzadıkça çocukların Türkiye’ye entegrasyonuyla ilgili ciddi bir sorun çıkacağı anlaşıldı. Süre daha da uzasaydı biz birinci neslin değil, ikinci neslin de Türk toplumu ile barış içinde iyi bir şekilde yaşaması fırsatını kaçıracaktık.
Suriyeli çocukların Türk eğitim sistemine dâhil edilmesiyle aslında biz biraz da kalıcılığa yönelik önemli bir adım atmış olduk. Bütün çocukların istisnasız kendi eğitim sistemimize dâhil edilmiş olması ve geçici eğitim merkezlerinin kapatılmasıyla ilköğretimde okullaşma oranı şu anda %95’in üzerine çıktı. Genel okullaşma oranı da %60’ın üzerinde. Aslında benzer durum Türk vatandaşları için de geçerli, liseye doğru gittikçe okullaşma biraz daha azalabiliyor. Hatta Türkiye’nin doğusu ile batısı arasında okullaşma oranlarında ciddi farklılıklar var.
Evet, sekiz yıl oldukça uzun bir süre. Savaşın ne kadar süreceği ise belli değil. Dolayısıyla biz hem gideceklermiş gibi hem de kalacaklarmış gibi hazırlık yapmalıyız. Türkiye bu adımları atmaya başladı. Artık bu vakitten sonra Suriyeliler gidecek diye bakıp eğitim başta olmak üzere gereken adımları atmazsak gelecek nesilleri de kaybedebiliriz. Ancak şu anda eğitim sorunu önemli ölçüde aşılmış durumda.
Devletin, Göç İdare’sinin, STK’ların halkları kaynaştıracak işler yapması gerekmez mi? Var da görünmüyor mu?
Aslında yapılan çok fazla iyi şey var ama bunların çoğu görünmüyor. STK’lar ve Göç İdaresi kaynaştırmaya ilişkin çalışmalarında Türkleri ve Suriyelileri bir araya getiriyor. Ancak bunlar fazla ve yaygın değil, sanki pilot projelermiş gibi uygulanıyor. Bir de bu tür haberlere ilgi daha az olduğu için yapılan faaliyetler çok dikkat çekmiyor.
Her mahallede devletin denetleyebileceği, Suriyelilerin dil öğrenebilecekleri, Türklerle tanışabilecekleri bir merkezin olması gerekmez mi?
Suriyeliler, Halk Eğitim Merkezleri ve İSMEK’te Türkçe dersleri alıyor, o merkezlerdeki meslek kurslarında Türklerle bir araya geliyorlar aslında.
İstanbul’daki belediyelerin yabancılara dönük danışma merkezleri, birimleri var. Bir de uyumdan bahsedeceksek bu uyumun hep sonradan gelen veya yabancı olandan beklenmesi doğru olmaz. Sağlıklı uyumun çift taraflı olduğunun unutulmaması gerekiyor. İnsanları kucaklayacak, onlarla tokalaşacaksanız bir el havada kalmamalı. Suriyeliler kadar Türk toplumunun da birlikte yaşamaya hazırlanması gerekiyor.
Nasıl yani, biz hâlâ hazır değil miyiz?
Görünen o ki Suriyeliler Türklerden daha hazır birlikte yaşamaya. Bizim renkleri, dilleri, kültürleri bizim gibi olmayan insanlara karşı marjlarımız var. Yapılan saha çalışmalarından Suriyelilerin kendilerini Türklere kültürel olarak daha fazla benzettiğini ancak Türklerin Suriyelileri çok farklı gördüğünü anlıyoruz. Yabancıları misafir olarak kabul ediyoruz ancak birlikte yaşamak, onların bu topraklara yerleşmeleri konularında tutucu ve muhafazakâr davranıyoruz. Onlarla ortak bir gelecek düşünmüyoruz. Sık sık “Suriyeliler gitsin!” kampanyaları yapılır. Her insan kendi vatanında, kendi bayrağı altında, kendi devletinin idaresinde yaşamak ister. Ancak şu anda Suriyelilerin bu şartlarda yaşayabileceği bir vatanları yok. Bunu neden unutuyoruz? Esed hâlâ Suriye’nin başında ve bu insanlar zaten onun zulmünden kaçtılar. Tekrar “Gidin orada yaşayın” demek ne kadar insani! Zaten kaçanlar Suriye yönetimi gözünde hain oldu. İdlip’teki insanlara “Sizi Esed rejimi korusun!” diyebilir miyiz?
“Bayramlaşmaya gittiklerine göre, geri dönmeyip orada kalsınlar, akrabaları yaşayabiliyor da bunlar neden yaşayamıyor?” diye düşünenler çok fazla.
İnsanlar Şam’dan kaçmışlar ama bayramlaşmak için gittikleri yer Türkiye sınır hattına çok yakın bir Suriye toprağı. Oradaki akrabalarını görüp gelecekler. 20-30 bin, hadi diyelim ki 50 bin Suriyeli gidiyor. Türkiye’de 4 milyona yakın Suriyeli var. Yani %10’u bile bayramlaşmaya gidemiyor.
Ayrıca Suriye’de yerinden edilmiş insanların yaşadığını da unutmayalım. Ülke dışına çıkamayıp kendi ülkesi içerisinde daha güvenli bir yer bulmaya çalışan, savaş başladığından beri yer değiştiren Suriyeliler var. Suriye nüfusu savaş başladığında 23 milyondu, bunun 13 milyonu şu anda kendi evinde yaşamıyor.
En yoğunlaştıkları yerlerden biri İdlip veya kuzeydeki Türkiye sınırına yakın yerler. Diyelim ki Suriyelilerin tamamını o bölgelere gönderdik, orası hiç yaşanmayacak hâle gelmez mi? Savaş şartlarında bu insanların yemesini, içmesini, bakımını kim üstlenecek? Milyonlarca insan sınırın ötesinde kamp bile diyemeyeceğimiz yerlerde, ağaç altlarında yaşıyorlar yıllardır. Ekip biçemiyor, ticaret yapamıyor, çalışıp kazanamıyorlar. Daha da önemlisi uluslararası hukuka göre bu insanlar sadece kendi rızasıyla gidebilirler. Kimseyi zorla bir yere gönderemezsiniz. Ancak gönüllü geri dönüş yapılabilir. Bunun için de önce orada güven ve huzur içinde yaşayanabilecek bir ortamın oluşması gerekiyor.
Savaş bittiğinde de dönüşler gönüllü mü olacak?
Evet, büyük ihtimalle öyle olacak. Türkiye’de geçici koruma statüsü ile bulunuyorlar. Belli şartlar dâhilinde bu statü geçici korunanın talebi ve Türkiye’nin kabul etmesi ile farklı bir statüye dönüşebilir. Sözgelimi, Suriyeliler kendi istekleri ile de “gönüllü geri dönüş” yapabilecekleri gibi, çalışma izni alarak “ikamet izni” statüsüne geçebilirler. Veya Türk vatandaşlığına geçişler olabilir. Ancak geçici korunan veya uluslararası koruma altında bulunan kişilerin ülkelerine geri gönderilmesi ihtimali çok düşüktür. Güvenli olmayan bir ülkeye gönderilmeleri zaten -geri göndermeme ilkesi gereğince- hukuken mümkün değildir. Savaş bittiğinde dahi, Suriye’nin güvenli bir hâle gelmesi yıllar alabilir.
Suriye’de savaş ve çatışmalar başlayalı neredeyse 9 yıl oldu. Suriyelilerin %50’ye yakını 18 yaşının altında, yaş ortalamaları 21. Türkiye’de bulunan Suriyelilerin çok önemli bir kısmı hayatlarının daha uzun bir bölümünü Türkiye’de geçirdiler. İkinci kuşak Suriyeliler burada doğup büyüdükleri ve eğitimlerini burada tamamladıkları için onların kendilerini buraya ait hissetme oranları daha yüksek olacak. Bu nedenle ister zorunlu ister gönüllü olsun, göçmenlik süresinin uzaması, yeni nesillerin geri dönme ihtimallerini azaltmaktadır.
Savaş başladığından beri en fazla dikkat çeken ve eleştirilen şeylerden biri de Suriyeli genç erkeklerin ülkelerine dönüp savaşmaması oldu.
Askerlik yapmamış veya askerlik çağına gelmiş Suriyeli gençler, döndükleri anda askere alınacaklar. Peki askere alınan Suriyeli genç ne yapacak? Ondan kendi ülkesine karşı savaşması istenecek.
Kendi devletine, kendi ordusuna karşı savaşacak olursa da terörist oluyor. Savaşmadığı zaman savaştan kaçmış oluyor. Güvenip gidip saflarına katılabileceği bir grup da yok üstelik. Ya savaş kaçkını ya “cihatçı” ya da “terörist” oluyorlar. Savaşması beklenen kişilerin karşısında dünyanın en süper orduları ve kimyasal silah kullanmaktan geri durmayan Esed var.
Kültürel entegrasyonu hızlandırmak için bize düşen nedir?
Uyum -ya da entegrasyon diyelim- konusu, göç çalışmalarının ve göç politikalarının en zor ve en çetrefilli süreci. Çok boyutlu bir süreç olan uyumun tanımı, kapsamı ve içeriği herkese göre değişiyor. Göçmenler gittikleri ülkede uyum içinde yaşadıklarını düşünürken, ev sahibi toplum onları “gettolarda yaşayan”, “paralel topluma mensup”, “marjinal” ve “geri gönderilmeleri gerekenler” olarak değerlendirebiliyor.
Bir kişi veya grubun tam entegre olmuş kabul edilmesi için gereken şartlar nelerdir? Bu sorunun cevabı çok kültürlülükten asimilasyona kadar giden geniş bir “gerekenler” listesini içinde barındırabilir. Göçmenlerin yapması gerekenler olduğu gibi, ev sahibi devlet ve toplumun da atması gereken adımlar vardır. Benimsenmesi her iki taraf için de zor olmakla birlikte, uyumun ilk şartlarından biri göçmenlerin kalıcılığının benimsenmesidir.
Bu sürecin başında devlet, öncelikle -barınma, gıda, istihdam, sağlık, eğitim gibi- temel ihtiyaçlarının yasal güvenceye alınması adımlarını atarken, her iki toplumun da birlikte uyum içinde yaşamanın önündeki sosyo-kültürel engellerin aşılması için hoşgörü eşiklerini yükseltmesi gerekiyor. Irk, dil ve kültürlerini kendimizden farklı gördüğümüz “ötekiler” ile birlikte yaşamak, birtakım zorlukları da içinde barındırıyor. Ancak bu zorlukları genellikle birinci kuşak göçmenler ve bunları karşılayan ev sahibi toplumlar yaşamaktadır. Göç literatürüne göre, ikinci kuşaktan itibaren göçmenler ev sahibi topluma daha fazla yaklaşmakta, üçüncü kuşaklar ise ana dillerinden daha iyi göç ettikleri ülkenin dil ve kültürünü benimsemektedirler.
Türkiye’deki Suriyeliler açısından değerlendirirsek, sizin ifadenizle ikinci kuşak şu anda Türk okullarında dil ve kültürel bariyerleri aşmaya başladı galiba.
Kişi tanımadığı kişi ve gruplara daha kolay “düşman” olabiliyor. Bu süreçte Türk vatandaşları olarak bize düşen Suriyeliler ile daha fazla arkadaşlık, komşuluk ve dostluk kurmaktır. Onları tanımaya ve anlamaya çalışmaktır. Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de yabancı düşmanlığının yüksek olduğu yerlerin, aslında yabancıların daha az yaşadığı yerler olduğunu görürüz. En azından İstanbul örneğine bakarsak, Suriyelilerden çok fazla şikâyet edilen semtlerin aslında Suriyelilerin nüfusunun daha düşük olduğu semtler olduğunu görebiliriz. Suriyeliler hakkında olumsuz kanaate sahip olanların veya onları çok fazla eleştirenlerin önemli ölçüde medya ve özellikle sosyal medyadan etkilenerek bu kanaate ulaştıkları anlaşılıyor.
- Suriyeliler hakkında atıp tutan aşırı olumsuz yorum yapanlara şu soruları sorun: “Hiç Suriyeli tanıdığınız var mı?” “Ev, iş, okul, mahalle arkadaşı, biri var mı ki muhatap olduğunuz; size kötülük yaptı ve sizi bu kadar öfkelendirdi?” Bunu sorduğunuzda birçoğunun Suriyelilerle aslında hiç teması olmadığını, hiç tanışmadığını görürsünüz. Türkiye’de de toplumsal barışı ve birlikte yaşamayı sağlayabilmemizin yolu daha fazla temastan geçiyor. Yani Suriyelileri kendi dükkânı, kendi okulu, kendi işleri olsun diye ayrıştırdığımızda birlikte yaşamayı zorlaştırmış, ertelemiş oluruz. Zamanı, mekânı ve hayatı paylaştığımız ölçüde uyum içinde yaşamamız kolaylaşacak.
Eğer Fatih’te oturduğunuz hâlde selamlaşıp, bayramlaştığınız bir Suriyeli komşunuz yoksa, o insanlara nasıl uyumsuz diyebilirsiniz! Aslında karşılıklı adımlar atarak, ilişkilerimizi geliştirmeye çalışsak, uyum sorununu önemli ölçüde çözmüş olacağız. Bu da emir komuta ile olmaz. Ancak rıza ile olur.