Bir İdlip tecrübesi çadırda 24 saat
İç savaşın başladığı günlerden itibaren yardım faaliyetleri için sık sık Suriye’ye gidiyorum. Geçtiğimiz günlerde de artan saldırılar nedeniyle Suriyeliler için İstanbul’da yardım toplayarak İdlip’e doğru yola çıktım. Fakat bu yolculuğun diğerlerinden farklı olmasını istiyordum. 24 saatliğine de olsa bir çadırda yaşamayı, orada yaşamak zorunda kalanları daha iyi anlamayı aklıma koymuştum. Ve yaptım. Bu durum, beni yapılan yardımların zaman zaman eksik ve hatalı olduğu gerçeğiyle de yüzleştirdi. Şimdi sizlere tecrübe ettiğim o günü ve geceyi anlatacağım.
Çaresizlikle çadıra düşmek
Yolculuğum çatı kuruluş olan İHH’yla iletişime geçerek başladı. Ardından İstanbul’dan Reyhanlı’ya geçtim. Buradan da kara yoluyla İdlip’e vardım. İlk durağım Harbanuş Çadır Kent alanı oldu. Burası Maret Nouman’a yapılan bombardıman sonrası göç etmek zorunda kalan aileler için acil olarak oluşturulan bir çadır kent.
Günün ilk saatlerinde vardığımız çadır kentteki ilk işimiz elimizdeki yardımları her çadıra eşit biçimde dağıtmaya çalışmak oldu.
İşimiz bitince niyetimi bilen arkadaşlarım beni Suriyeli Fahriye’yle tanıştırdı. Fahriye 19 yaşında, bir çocuğu var ve yeni bir bebek bekliyor. Daha önce Türkiye’ye tarım işçisi olarak geldiği için dilimizi konuşabiliyor.
Babası vefat edince, annesini yalnız bırakmamak için Suriye’ye dönmüş. Köylerine bombalı saldırılar başlayınca da “çadıra düşmüş”ler.
Bu ifadeyi ilk duyduğumda kendimi çok kötü hissetmiştim. Sonra fark ettim ki Suriyelilerin diline bu ifade yerleşmiş ve kullanımı normalleşmiş. Çünkü son sekiz yıldır kurtarıcıları, hayatta kalmak için sığındıkları çadır kentler olmuş.
Fahriye çok içten, çok samimi biri... Hemen arkadaş oldu benimle. Bir gün boyunca yanında kalacağımı duyunca da çok mutlu oldu. Bir yandan ufak bir kahvaltı hazırladı, bir yandan da yaşadıklarını, çadır kentte olanları anlattı: “Ben buradaki insanlardan biraz daha şanslıyım.
Çünkü hamileliğimin son zamanlarında olduğum için ailem bana ufak da olsa nispeten daha rahat edeceğim bir çadır ayarladı. Eşim ve çocuğumla burada kalıyoruz. Ailemin geri kalan 14 üyesi ise başka bir çadırdalar. Zaten bölgedeki çoğu çadırda durum aynı.”
Soğuktan el yakan su
Kahvaltı sofrasına komşular da ortak oldu. Küçük bir tepsideki birkaç parça yiyecekle sayısız insanın doyabileceğine, yemeğin bereketine inandığım hâlde yine de şaşırdım. Biraz dinlendikten sonra çadırın işlerini birlikte yapmaya başladık. Böylece gün içinde çadır hayatını da gözlemleme şansı elde ettim. Her şey beklediğimden çok daha zordu.
Fahriye’yle çadırdaki bulaşıkları yıkamaya başladığımızda suyun el yakan bir soğuklukta olduğunu anladım. Elimizi sıcak sudan soğuk suya sürmeyen biz şehirliler için bu şekilde bulaşık yıkamak çok zordu. Yanı sıra su oldukça azdı.
Aklıma yine evim, İstanbul’daki düzenim geldi. Bulaşık makinamın içi dar mı, program sayısı düşük mü, yıkarken bardaklarımı çiziyor mu? Anladım ki bu soruların hepsi ne kadar da önemsizmiş!
Bir duvara yaslanmanın konforu
Çadırda yaşamanın tahmin edilemeyecek farklı zorlukları da var. Zemin çamur olduğu için aşınmalardan dolayı bazı çukurlar oluşmuş. Otururken, yatarken, yürürken her an vücudunuza batan, sizi rahatsız eden, acı veren bir durum ile karşılaşıyorsunuz.
Beni en çok şaşırtan şey sırtımı yaslayacağım bir duvarın olmaması! Bir insanın bir yere yaslanmadan dinlenemediğini ilk defa burada fark ettim.
Yol yorgunuydum ve gözüm sırtımı dayayabileceğim bir duvar arıyordu. Ve maalesef böyle bir yer yoktu. Oysa bugüne kadar bir duvara sahip olmanın konforunu hiç düşünmemiştim!
Tek çadırda 17 kişi
Bütün işler tamamlandığında Fahriye’den bana çadır kenti gezdirmesini istedim. Niyetim, misafiri olduğumuz insanların sohbetlerine olduğu kadar dertlerine de ortak olmaktı.
Gece de bu minderlerin üzerinde uyuyorlar. Aile Hama’dan kaçarken bir köye sığınmış. O köyü DAEŞ basınca başka köye, oradan da Afrin yakınlarına kadar gelmişler. Burada ailenin büyüğü olan dedeleri, hasta eşi, üç oğlu, üç gelini ve torunları sağ salim kalmayı başarmış.
Maalesef Afrin yakınlarında üç oğlu ve bir yeğeni mayına basarak şehit olmuş. Onlara İstanbul’dan getirdiğim bazı hediyeleri bırakıyorum.
Çocuklara kıyafet, çoraplar ve resim defterleri... Sohbet devam ederken bir yandan getirdiğim çorapları çocukların ayaklarına giydiriyorum. Ellerimle buz gibi ayaklarını ovuşturuyorum. Sanki donmuşlar, sanki ayaklar ellerimi bile hissetmiyorlar...
Fahriye beni diğer komşularıyla da tanıştırdı. Zaten misafir geldiğimi duyan herkes beni kendi çadırına davet etmek istiyor. Ellerinde ne varsa onu ikram etmeye çabalıyorlar, böyle de misafirperverler. Ama girdiğim her çadır dram, acı, yokluk, yoksulluk, yoksunluk ile dolu.
Ben ise en çok yaş almış insanlarla sohbet etmek istiyorum. Dedelerin, ninelerin sohbetlerine eşlik etmeye çalışıyorum. Tanıştığım dedelerden biri de 80 yaşında. Kısmi felç geçirmiş ve yürüyemiyor. Son bombardımanlarla birlikte göç etmek zorunda kalmışlar.
Evlerine bomba düşmüş. Bana olanları anlatırken gözyaşlarını tutamıyor. Doğup büyüdüğü köyünden ayrılmak onu oldukça etkilemiş.
Avucumdaki “hedaye”
Yine başka bir çadıra davet ediliyorum. Çadırda yaşı hayli geçkin olan bir nine var. Bana bir fotoğraf gösteriyor. Evlerine bomba düştüğünde fotoğraftaki herkes şehit olmuş. Ninenin de boynunda, kolunda, bacağında, göğsünde aldığı yaraların izleri duruyor. Ölmeden kurtulan çocuklarından biri ağır psikolojik sorunlar yaşamaya başlamış.
Eşi ise duyma ve konuşma yetisini kaybetmiş. Şehit olan oğlunun eşi, iki torunu, iki çocuğu ve kendi eşiyle çadırda hayata tutunmaya çalışıyorlar. İsyan etmiyor asla, diyor ki: “Allah büyük, o her şeyi biliyor!” Onlara da birkaç ufak hediye bırakıyorum. Ardından ailenin küçüklerinden biri koşup yanıma geliyor, avcuma ufak bir şeyler bırakıyor.
Masumca gülümsüyor ve “hedaye” diyor. Belki de avcumda tutuğum “hedaye” onun kâinattaki tek mal varlığıdır. Bu düşünce bir süre zihnimi meşgul ediyor.
Aynaya bakmayı özlemek
Misafirlikten dönünce, gece 21.00 civarı çadırdaki sobayı yakmaya çalıştık. Ancak sobayı tutuşturmak için malzeme yoktu. Fahriye, yedek montunun kumaşından küçük bir parça kopardı. Zorda kalınca bu monttan sürekli parçalar kopardığını söylüyor. Yırtık kumaş, sobadaki kömürü tutuşturuyor. Soba, çadırın soğukluğunu kırmaya başlıyor.
Gece uyumadan önce birkaç saat analiz ve tespit çalışması yapmam gerek. Bu nedenle yorganın altında olmadığım birkaç saat geçirdim. Sanki ayak parmaklarım buz tuttu, onları hissetmiyordum. Gün boyunca gezdiğim çadırlardaki insanları düşündüm. Evet, buraya yapılan çok fazla yardım vardı. O an birçoğunun yanlış olduğunu fark ettin.
Buraya getirilen çoğu soba çadırda yakmaya uygun değildi. Bunun yanında insani ihtiyaçlar hep ihmal edilmişti. Örneğin sabun ve deterjan yoktu.
Çoğu insanın tırnakları uzundu çünkü “tırnak makası” bir ihtiyaç olarak yardım listelerine hiç girmemişti. Sohbet ettiğim çoğu kadın bana benzer şeyler söyledi. İnsani, küçük ama onları hayata bağlayan pek çok şeyden mahrumdular. Beni en fazla etkileyen de şu cümle oldu: “Aynaya bakmayı çok özledim.” Ben ise burada bir gün geçirmişken, sabunla doya doya elimi yıkamayı özlediğimi fark ettim.
Artık uyuma zamanı... Soba, sabaha kadar bir daha yakılmayacak. Çünkü yakacak sınırlı ve idareli kullanmaları gerekli. Gece uyumaya çalışırken soğuk nedeniyle vücudumun her yerinde acı duymaya başladım. Kuvvetli bir fırtına çıktı. Hatta gece 03:00 civarında artık sabah olmayacağını düşünecek kadar çaresiz bir hâldeydim.
Ve yine yeni bir umutla sabah oldu. Yumurtalarımızı kırıp, mütevazı bir kahvaltı sofrasına oturduk. Güneş az da olsa çadırımızı ısıttı. Ve onların bu kısıtlı şartlara rağmen hayata tutunmaktan başka çareleri yoktu.
Kızının adını Aynur koydu
Dönüş saatim yaklaşırken zamanımı değerlendirmek için Harbanuş’un Vadi Hamis mıntıkasında Sadakataşı Derneği’nin bir dağıtımına gözlem ve analiz için eşlik etmeye başladım.
Burada Sadakataşı Derneği ve Üsküdar Belediyesi işbirliği ile düzenlenen acil yardım çağrısı şeklinde düşünülen “Elden Ele Gönülden Gönüle Üsküdar’dan İdlib’e” projesi kapsamında Suriye’ye giriş yapan 1000 adet sobanın bir kısmı dağıtılıyordu.
Yanı sıra iki torba kömür ve gıda kolisi de vardı. Yardımları alan insanların mahcup tavırları bariz bir şekilde gözüme çarptı. Savaş bölgesinde olmasına rağmen, belki de 10-15 gün önce kendi evinde oturuyordu bu insanlar.
Şimdi ise son göç ile beraber yardıma muhtaç hâle gelmiş, bir çadırda yaşamak zorunda kalmanın verdiği hüzün yüzlerine yansımıştı. Bu duyguyu onları izlerken iliklerime kadar hissettim. Yardımı aldıklarında ise bize “Cezakümullahu hayran” yani “Allah sizlere hayırlar versin” diye dua ettiler.
Dağıtımın ardından Sadakataşı Derneği’nin yeni göç mağdurları için oluşturduğu çadır kente gitmek için Maaret Mısrin’a doğru yol aldık. Kurşunlanmış evlerle dolu köylerden geçtik. Yolda gördüğümüz bir köy, kısa süreliğine de olsa savaş bölgesinde olmadığımızı hissettirdi bana.
Köyün çok güzel bir camisi vardı. Çadır kente girdiğimiz anda ise gökyüzünde uçak hareketliliği başladı. Bu esnada bir uçaktan beyaz bir duman gökyüzüne yayıldı. Bomba olduğunu söylediler. Kısa bir süre sonra İdlib yakınlarının vurulduğunu ve 4 sivilin şehit olduğunu öğrendik.
Ve dönüş... Suriye’deki bir çadır kentte sadece 24 saat geçirdim. Bir anlamda ben de onlarla “bir çadıra düşmüştüm”.
Elimi buz gibi sularla yıkadım, ne kadar yorulsam da sırtımı yaslayacak bir duvar bulamadım. Aynaya bakmayı özleyen kadınlarla tanıştım. Türkiye’ye doğru yola çıkmadan önce Fahriye ile kucaklaştık.
Benden telefon numaramı istedi. Sanki bir günü değil de daha uzun bir zamanı paylaşmışız gibiydi. Beni Reyhanlı’ya götürecek araca binerken aklım onlarda kaldı.
Uçağım İstanbul’a indiğinde ise telefonumda bir mesaj vardı: “Fahriye doğum yaptı. Kızının adını Aynur koydu.” Boğazım düğümlendi, yutkundum, gözümün yaşı kucağıma, kalbim geceyi geçirdiğim çadıra düşmüştü.