Modernite bir standartlaşma tarihi
Tepenin Ardı (2012), Abluka (2015) ve Kız Kardeşler (2019) filmleriyle uluslararası sinema kamuoyunda saygın bir yer edinen Emin Alper bu kez bir dizi projesiyle karşımızda. Polisiye türündeki Alef, anaakımın dışındaki bir dini gruba arka plana alarak bir seri katil hikâyesi anlatıyor. Alper’le Alef’in kariyerinde temsil ettiği ilkleri, dizi endüstrisinin dinamiklerini ve salgından sonra sinemayı konuştuk.
Sorrentino diziyi sinema ve edebiyattan doğan güzel bir çocuk olarak tarif ediyor. Sizin açınızdan dizi çekmenin cazip tarafı nedir?
Güzel bir tarif. Bir diğer yaygın tarif de sinema filminin öyküye, dizinin romana benzediği yönünde. Hoş ben filmlerimde daha ziyade romandan besleniyor ve filmlerimin romana benzemesini istiyorum; ama evet… Romana sığan konuları ve karakterleri bir filmde anlatmak çok zor. Dizi bu açıdan daha elverişli bir zemin. Fakat Alef tecrübesinde gördüm ki dizi dediğimiz bir uzun filmin sekize, ona bölünmüş hali değil. Her bölümün kendi içinde sürükleyiciliği olmalı ve finali bir sonraki bölümü merak ettirmeli. Böyle bir sürü kuralı uygulaman bekleniyor. Ayrıca piyasa kurallarına bağımsız sinemadan çok daha fazla bağımlısınız. Seyirci beklentisi ve talepleri dizi yapımcısı için en öncelikli şey.
Dizi sektörü son yıllarda hem özgünleşti hem de piyasa kurallarından kısmen özgürleşti. Tam da bu yüzden -ben dahil- pek çok bağımsız yönetmen dizi formuna ilgi duymaya başladı. Beni dizi çekmeye iten motivasyonların başında tecrübe edinmek vardı. Tür sineması kalıpları içinde bir şeyler üretmek, kitlesel tüketime yönelik ama manalı bir iş yapmaya çalışmak, kendi yazmadığım bir şeyi çekmek… Bütün bunları merak ettiğim için soyundum Alef’in yönetmenliğine.
İlk kez senaryosunu yazmadığınız bir yapımda yer aldınız. Biraz bu tecrübeden konuşalım mı?
Yazmak ve çekmek benim için birbirinden ayrılamaz süreçlerdi. Yönetmeyi işin zanaat kısmı olarak görürdüm. Sadece yönetmen olarak ne kadar yaratıcı olunabileceğini merak ediyordum.
Bu projede bunu test etmiş oldum. Başkasının hikâyesini çekmenin zorlukları var tabii. Bazı sahneleri kendi sahneleriniz gibi içselleştiremiyorsunuz. O durumlarda işi oyunculara ve onların yorumlarına bıraktım. Kendi filmlerimde oyuncuların yorumuna çok daha fazla müdahil oluyorum. Metni yorumlamakta zorlandığım ya da metin tarafından kısıtlandığımı düşündüğüm yerlerde metne müdahalelerde de bulundum. Yönetmenin son sözü söyleme hakkı var neyse ki.
Emre Kayış’ın senaryosu toplumsal referansları olan polisiye bir hikâye anlatıyor. Hikâyede size yakın gelen unsurlar nelerdi?
Bir tarihçi olarak -her ne kadar uzmanlık alanım yakın tarih olsa da- dizide anlatılan konulara ilgim ve merakım vardı.
Bu merak siyasal ilgiden de kaynaklanıyor. Modernite adını verdiğimiz süreç bir standartlaşma tarihi. Bu standardizasyonun iki boyutu var. Birincisi pek farkına varmadığımız, yavaş ilerleyen sosyal standardizasyon (gündelik davranış kodlarımızın, zevklerimizin ve kültürel tüketimlerimizin benzeşmesi gibi), diğeri de zorlamaya dayalı, siyasal iktidarların dayattığı standardizasyon. Modern öncesi dönem bugüne kıyasla muazzam farklılıklar ve zenginlikler barındırıyor.
- İletişim olanaklarının kısıtlı olduğu, kitle kültürünün var olmadığı, devletin hükmetme kapasitesinin sınırlı olduğu bir dönemde böyle olması kaçınılmaz da. Ancak bu, geçmişte zora dayalı standartlaşmanın olmadığı anlamına gelmiyor. Otoriter siyasi yapıların olduğu her yerde derecesi farklı da olsa tek biçimlilik dayatması var. Alef’in en özgün yanı daha önce çok ele alınmamış ve irdelenmemiş alanlara girmesi.
Hikâyeye uygun olarak karanlık ve gizemli bir atmosfer kuruyorsunuz. Diziyi planlarlarken aklınızda belirli referanslar var mıydı?
Emre’nin de yazarken referans kabul ettiği kimi filmler ve diziler referanslarımız arasındaydı. Bu türü fazlasıyla belirlemiş olan Se7en (1995) ve David Fincher sineması kaçınılmaz olarak referanslarımız arasına girdi.
Karanlık, yer yer ürkütücü ve gotik bir tarz yaratmaya çalıştık. Bunun için aklımıza gelen her filme ve tarza atıf yaptık açıkçası. Genel olarak gotiğe ve sinemada da kara filme estetik bir ilgim vardı. Dizide bu ilgime paralel bir atmosfer yaratmaya çalıştık. Tabii seyircinin algısını ve beklentilerini çok zorlamadan…
Sahnelerin çoğu gece ve dış mekânlarda geçiyor. Su altı, takip gibi iddialı sekanslar da var. Yıpratıcı bir çekim sürecinden geçmiş olmalısınız. Kaç haftada tamamladınız?
Çekimleri 10 haftada tamamladık. Sekiz bölümlük bir dizi için Türkiye standartlarında uzun ama dünya standartlarında çok kısa bir süre bu. Yapım kalitesi yüksek, özenli ve zor sahnelerle dolu bir dizi için gerçekten çok kısa bir süre. Sadece üçüncü bölümdeki mezarlık sahnesini iki tam gecede çektik. Dördüncü bölümün başındaki tekkenin yakılması sahnesi de iki tam gece sürdü. Su altı sahnesini soğuk nedeniyle İstanbul’da çekemedik, Bodrum’a gittik. Gerçekten de zorlu ve yıpratıcı bir süreçti.
- Prodüksiyon şartları ne kadar değişirse değişsin imkânsızlıklar peşinizi bırakmıyor. Yukarıda söylediğim sahnelerin hakkı en az dört, beş gündür. Avrupa’da ya da ABD’de bu tarz sahneleri kimse daha kısa sürede çekmez. Elimizdeki kısıtlı imkânlarla dünya standartlarında bir iş çıkarmaya çabalıyoruz. En temel zorluk bu.
İlk kez bu kadar kalabalık bir cast’la çalışıyorsunuz. Oyuncularla nasıl bir çalışma yürüttünüz?
Bu kadar kalabalık bir kadroyla bu kadar kısıtlı bir zamanda istediğiniz şekilde çalışmanız mümkün değil. Sadece ana oyuncu kadrosuyla prova yapabildik.
Onun dışında pek çok oyuncuyla ya kostüm provası esnasında ufak provalar yaptık ya da sete geldikleri sırada. Bu nedenle mümkün olduğunca oyunculuklarından emin olduğum isimlerle çalışmaya özen gösterdim. Seyircinin de fark edeceği gibi yan rollerde konuk oyuncu olarak tanınmış, iyi oyuncularımız var. Hepsi küçük rol, büyük rol ayrımı yapmadan geldi ve dizide yer almayı kabul etti. Bir de üç-dört satırlık rolleri olan konuk oyuncularımız var. En çok orada zorlandım açıkçası.
Seçmelerin hemen hepsini video kayıtlar üzerinden yapmak durumunda kaldım. Sete geldiklerinde onlardan kısa zamanda en çok verimi almak için uğraştım.
Kurgu sürecine ne ölçüde dahil oldunuz? Dizinin ritmi ile ilgili sizin açınızdan belirleyici olan neydi?
Kurgu sürecinin tümüyle içindeydim. Başka türlüsünü de düşünemiyorum çünkü kafamda bir kurgu ile çekiyorum sahneleri.
Kurgunun ritmi de kurgu biçimi de sahneler çekilirken şekilleniyor zaten. Ritim açısından çok özgün denemeler yapmadım. Senaryo nasıl bir ritim gerektiriyorsa, bende nasıl bir tempo hissi uyandırıyorsa ona göre çektim. Kurguda radikal denemeler yapmak için vakit de yoktu. Hele salgınla birlikte evlere kapanıp online kurgu yapmaya başlayınca bu imkân hepten daraldı.
Salgından sonra hayatın birçok alanının eskisi gibi olamayacağı düşünülüyor. Seyirci sinema salonlarına gider mi, film festivalleri ne zaman organize edilebilir kestirmek zor. Sinemada nasıl bir değişim bekliyorsunuz?
Bunu tahmin etmek zor ama sinema salonlarının öldürücü bir darbe aldığı kesin. Bu süreçte dijital platformlar üyelerini artırdı, insanlar evde film izlemenin konforuna daha çok kendini kaptırdı ve belki bunun için daha çok yatırım yaptı. Bunun salonları kötü etkileyeceği net. Ama festivallere kalıcı bir zarar vereceğini sanmıyorum. Festival farklı bir kültür ve tüketim olayı. Hayat normale dönünce festivaller de kaldığı yerden devam eder kanımca.
Bugünlerde nelerle uğraşıyorsunuz? Yeni projelerinizden bahseder misiniz?
Bir yandan online dersler veriyorum, diğer yandan da dizinin son bölümlerinin post-prodüksiyonunu online olarak yürütüyorum. Bu işleri uzaktan yapmak zor oldu. Dizi biter bitmez de yeni projemin senaryosuna geri döneceğim. Şu an yurt dışı finansman ayağını tamamlamaya çalışıyoruz. Gelecek yaz -her şey normale dönerse tabii- çekmeyi planlıyoruz.