Müslümanların okyanus müdafaası: Açık denizlerin keşfi - I

Müslümanların okyanus müdafaası: Açık denizlerin keşfi
Müslümanların okyanus müdafaası: Açık denizlerin keşfi

Okyanusa kıyısı bulunmayan küçük bir devletten Akdeniz ve Basra'daki başarıları yoluyla Hint Okyanusu'na açılan Osmanlı İmparatorluğu'nun açık denizlerdeki inişli kalkışlı serencâmı, beraberinde yeni kapıları aralayacaktı.

Osmanlı Devleti, Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır topraklarını fethettikten sonra ilk defa okyanuslarla tanıştı.



Osmanlı Devleti ilk defa Yavuz Sultan Selim döneminde okyanuslarla tanıştı.
Osmanlı Devleti ilk defa Yavuz Sultan Selim döneminde okyanuslarla tanıştı.

Her şeyden önce, Osmanlı Devleti bir kara devletiydi. Devletin ciddi bir donanmaya ihtiyacı olduğu ilk kez 1453 yılında İstanbul fethedildikten sonra anlaşılmıştı. Bu tarihe kadar devletin deniz gücü, Karesioğullarından kalma ve dönemine göre demode sayılacak küçük bir donanmaydı.

Osmanlı, hızla büyüyen topraklarını denizlerden gelen tehditlere karşı koruyabilmek için gaziü’l-bahrlerle (Müslüman deniz korsanları) anlaşma yapacaktı. Oruç Reis, Barbaros Hayreddin Paşa ve Turgut Reis gibi isimler, Osmanlı ile ittifak eden korsanlar arasındaydı.

Akdeniz’de Müslümanların güvenliğini tehdit eden İspanyollara karşı amansız bir mücadele başlatıldı. Malta Şövalyeleri gibi Batılı korsanların tümünün ipleri, bölgede İspanyolların ellerinde bulunuyordu.

Bu dönemde Avrupa’nın iki mutaassıp milleti olan İspanyollarAkdeniz’de ve PortekizlerHint Okyanusu’nda Müslümanlara ciddi tehdit oluşturuyordu. Osmanlı başta da belirttiğimiz gibi bir kara devleti olarak kurulmasına rağmen kısa süre içerisinde denizlerin önemini keşfetti ve Akdeniz’in güvenliğini sağlamak için önemli adımlar attı.

  • Akdeniz’deki güvenliği bir beka meselesine dönüştüren hükümdar Kanuni Sultan Süleyman’dı. Ona göre dünyayı fethetmek istiyorsan denizlere hâkim olman gerekiyordu.
İspanyollar Akdeniz’de, Portekizler ise Hint Okyanusu’nda Müslümanlara ciddi tehdit oluşturuyordu.
İspanyollar Akdeniz’de, Portekizler ise Hint Okyanusu’nda Müslümanlara ciddi tehdit oluşturuyordu.

Gaziü’l-bahrlerin mücadelesini önemseyen Sultan Süleyman, büyük Türk denizcisi Barbaros Hayreddin Paşa’ya kahramanlıklarını yazıp kendisine göndermesini rica edecekti:

“Sen karındaşın nasıl ortaya çıkıp, cihad meydanına atıldınız? Bunun sebebi ne idi? Kimlerdensiniz? Kul taifesinden mi, sairlerden mi? Bu zamana gelinceye kadar ufak büyük, karada ve denizde, ne şekil gazalar oldu ise, baştan sona kadar ne eksik ne fazla, gerek nazım gerekse nesirle yazıp bir kitap düzüp buraya gönderin ki, eskiden yazılmış tarihlerin yanında, Hazine-i Amire’mde bulunsun!”

Hayreddin Paşa, Akdeniz’i bir Müslüman havzasına çeviren; tüccar ve hacıların güvenliğini mukadder kılan meşhur Preveze Savaşı’nı kitabında şu veciz ifadelerle anlatacaktı:

“Turgut’un kumanda ettiği filoyu arkama alıp körfezden çıktım. Körfeze sindiğimi sanan Andrea Dorya, böyle bir şey beklemediği için çok şaşırdı. Muharebe vaziyeti alabilmek için o gün cenk etmeyi kabul etmedi. Kuzeybatıya doğru açıldı. Muharebe vaziyeti aldı. Ertesi sabah tekrar karşı karşıya geldik. Cihan Hakk’ın donanmasının orta kanadında, ortada ve başta yer almıştım. Arkada ihtiyat filosunun başında da Turgut Reis bulunuyordu. 28 Eylül 1538 tarihinde muharebe başlarken güney rüzgârı çok sert esiyor, kadırgalarımıza muhalif geliyordu. Kur’ân-ı Kerîm’den ayetler yazılı varakları derya yüzüne serptirip Cenab-ı Hakk’ın bu aciz kulundan bugüne kadar esirgemediği lütuf, merhamet ve inayetini niyaz ettim. Duam kabul buyruldu. Rüzgâr önce hafifledi, sonra cihet değiştirdi. Doria perişan oldu… İhtiyattaki Turgut’a kâfir gemilerinin ardına düşüp çevirmesi emrini verdim. Fakat akşam karanlığında iki ateş arasında kalan düşman donanmasının yarısı fener söndürerek kaçmayı başardı. Diğer yarısı da Akdeniz’de denizin dibini boyladı ve zihinlerinde paylaştıkları cihan hakanının topraklarını alamayacaklarını anladılar.”

Barbaros Hayreddin Paşa ile Andrea Doria’nın Preveze’de karşı karşıya geldiği deniz muharebesi, Akdeniz’in bir Müslüman havzasına dönüşmesine yol açmıştı.
Barbaros Hayreddin Paşa ile Andrea Doria’nın Preveze’de karşı karşıya geldiği deniz muharebesi, Akdeniz’in bir Müslüman havzasına dönüşmesine yol açmıştı.

Elbette Akdeniz, bizim için önemli olduğu kadar Batılılar için de bir beka meselesiydi. İki tarafın da deniz kuvvetleri hemen hemen birbirine denk olması nedeniyle daha cesur ve imanlı davranan çoğunlukla bu mücadeleyi kazanan taraf oluyordu. Mesela modern romanın kurucu ismi olarak kabul edilen Cervantes de dinî bir vecibe gereği Müslümanlara karşı Akdeniz’de savaşa katılanlar arasındaydı.

  • Cervantes, Müslümanlarla savaşırken önce çolak kalmış, ardından intikam için döndüğünde bu kez esir düşmüştü. Büyük romancı tamı tamına 5 sene Müslümanların yanında köle olarak yaşadı. Kalbi İslâm nefreti ile kaynayan Cervantes, esir düştükten sonra eserlerinde Müslümanlara yönelik tüm menfi bakışı terk eder. Müslümanlara ve İslâm’a eserlerinde her türlü hakareti eden ve hatta onlara karşı savaşırken önce kolunu sonra da hürriyetini yitiren Cervantes kölelik sonrası Müslümanlara övgüler dizer. Onları öcü gibi göstermez, hatta Müslüman muhibbi diyebileceğimiz kadar ileri gider.

Dünyaca ünlü İspanyol romancı Miguel de Cervantes, dinî vecibe gereği Müslümanlara karşı Akdeniz’de savaşa katılanlar arasındaydı.
Dünyaca ünlü İspanyol romancı Miguel de Cervantes, dinî vecibe gereği Müslümanlara karşı Akdeniz’de savaşa katılanlar arasındaydı.

Hint Okyanusu’nda mücadele

Akdeniz’de bu gelişmeler yaşanırken Papa V. Nicolas, İspanyollara verdiği vazifenin benzerini Hint Okyanusu’unda Portekizlilere tevdi etmişti.

  • Portekizliler 1517 yılında Alfonso d’Albuquerque liderliğinde öyle bir plan hazırlattı ki başarılı olmaları durumunda İslâm âleminin belini kıracak kadar tehlikeli bir teşebbüstü. Buna göre Hristiyanlar, Medine’ye girecek ve İslâm Peygamberi’nin na’şı çalarak Vatikan’a götürecekti.

Evliya Çelebi’nin aktardığına göre Batılılar bu teşebbüsü ilk kez denemiyordu, daha evvel denemiş; ama Nureddin Zengî bunu engelleyerek kabrini kurşunla kaplatmıştı:

“...Şam Atabeyi Nureddin, Şam’ın hâkimi iken Papa dedikleri dinin düşmanı dinsiz ve lânetlenmiş herif, ruhbanları ile biraraya geldiğinde ‘Muhammed’in yolunu takip edenlerin dinlerini ve devletlerini yaralayalım. Birkaç adamımızı Firavun’un hazinelerinden de fazlasını vaadi ile Medine’ye gönderelim, orada bir eve yerleşsinler. Sonra lâğımlar kazıp Muhammed’in cenazesini çalıp Roma’ya getirsinler’ dedi. Derken, işi yapabilecek yirmi kişi buldular. Bu veled-i zinaların (piçlerin) herbiri bütün lisanları mükemmel şekilde konuşabiliyordu. Papa mel’un herifleri karşısına aldı, ‘Eğer Muhammed’in cenazesini buraya getirirseniz kılıcınız Arş’a asılır ve Hazreti İsa ile beraber haşrolursunuz; isminiz de tarihe yazılır’ dedi ve adamları Medine’ye gönderdi. Kıyafet değiştirip yola çıktılar ve Mısır üzerinden geçip nurlarla dolu Medine’ye vardılar. Burada ikiye ayrıldılar, içlerinden on kişi harem şeyhini ziyaret ederek hediyeler sundu, şeyh de ‘Safâ geldiniz’ diyerek bunları Harem-i Şerîf’in bir köşesindeki hücreye yerleştirdi. Geri kalan on kişi de Medine’de çöpçülük, hamamcılık ve hammallık yapmaya başladı.

Üç gün üç gece hiç durmadan gitti, Medine’ye ulaştı, kâfirleri bulabilmek için şehir halkının tamamını huzurundan tek tek geçirdi ve ihsanlar da verdi ama peygamberin kendisine ruyada gösterdiği adamları göremedi. Medineliler’e ‘Şehirde huzuruma çıkıp da ihsan almayan kimse kaldı mı’ diye sorduğunda, ‘Bâb-ı Şifa tarafındaki medresede on kişi yaşar ama ibadetle meşguldürler’ cevabını aldı. Nureddin bu on kişiyi getirmeleri için adamlarını gönderdi, getirdiler, sonra şehirde çöpçülük ve hammallık yapar gibi görünen ama Peygamber Efendimiz’in türbesine doğru kazılan tünelden çıkan toprakları taşıyan diğer on kişiyi de buldular. Tünele indiklerinde türbeye sadece bir adım kaldığını gördüler ve Nureddin bu yirmi kişiyi katledip pis cesedlerini uzaklardaki dağlara attırdı.” (Evliya Çelebi Seyahatname – 9. Cilt)

Elbette Çelebi’nin aktardıklarını doğru kabul etmemiz güç; lakin Pakistanlı Osmanlı tarihçisi Muhammed Yakub Mughul ikinci teşebbüsün ciddiyetini şu sözlerle aktarır:

“Hindistan’daki Portekiz sömürgelerini muhafaza etmek ve kuvvetlendirmek için başka bölgeler işgal edilecek, denizlere hâkim olmak maksadıyla Hürmüz Boğazı elde tutulacak, Kızıldeniz’de hâkimiyet kurmak amacıyla Aden’e girilecekti. Nil Nehri’ne yeni kanallar açılarak sulun yolu değiştirilecek, böylelikle Mısır’a büyük zararlar verilecek ama çok daha önemlisi, Hazret-i Muhammed’in Medine’deki mezarı kaçırılıp bir Hristiyan memlekete götürülecekti. Portekizli komutan, planını tatbik için 1513’te harekete geçti, birçok Müslüman toprağını işgal etti ve amacına ulaşmasına Osmanlılar engel oldular. Yavuz Sultan Selim’in başında bulunduğu Osmanlı ordusuyla Memlukler arasında 1516’nın 2 Ağustos günü Halep yakınlarındaki Mercidabık bölgesinde yaşanan savaş Osmanlı tarafının galibiyetiyle bitince Mısır ve Suriye Yavuz’un eline geçti, İslâm'ın kutsal toprakları da kısa bir zaman sonra yine Osmanlıların kontrolü altına girdi.” (Kanunî Devri Osmanlıların Hint Okyanusu Politikası ve Osmanlı-Hint Müslümanları Münasebetleri)

Osmanlı karadan en fazla Astrahan Seferi ile İç Asya’ya kadar gidebilecekti; ama şimdi önünde keşfetmesi gereken koca bir okyanus vardı.

16. yüzyılda Osmanlı Devleti, Hint Okyanusu’nda Portekizlilerle çetin bir mücadele veriyordu.
16. yüzyılda Osmanlı Devleti, Hint Okyanusu’nda Portekizlilerle çetin bir mücadele veriyordu.

Okyanusların kâşifi: Seydi Ali Reis

Kanuni Sultan Süleyman, İran’ı çok büyük bir tehdit olarak görüyordu ve mutlaka dizginlemeye kararlıydı. Bu yüzden Piri Reis’ten, Kızıldeniz’de büyük bir donanma kurmasını ve zamanı geldiğinde bu donanmayı Basra’dan geçirerek İran Seferi’ne katkı sunmasını istemişti.

Piri Reis, sultanın kendisinden istediğinden de daha büyük bir donanma meydana getirdi; ancak bu donanma sefere çıkmak için hazırlanırken Piri Reis, Hint Okyanusu’ndan gelen daha büyük bir tehdidi fark etti: Portekizliler.



Seydi Ali Reis göreve atandığında kendisinden önce kellesini kaybeden Piri Reis’in Portekizliler konusunda ne kadar haklı olduğunu anladı.
Seydi Ali Reis göreve atandığında kendisinden önce kellesini kaybeden Piri Reis’in Portekizliler konusunda ne kadar haklı olduğunu anladı.

Yaşlı kaptan Piri Reis; Kanuni, İran üzerine sefere başladığında Basra üstünden donanmayı İran’a sokmakla görevlendirildi; ama o, bunu yapması halinde başta Mısır ve kutsal beldelerin Portekiz donanması karşısında savunmasız kalacağını düşünerek gemilerin rotasını Portekizliler üzerine çevirdi. Piri Reis büyük bir zafer elde etse de cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman onu affetmedi; 86 yaşındaki Piri Reis’i 1553 yılında Kahire’de idam ettirdi ve yerine Seydi Ali Reis’i atadı.

Seydi Ali Reis göreve atandığında kendisinden önce kellesini kaybeden Piri Reis’in Portekizliler konusunda ne kadar haklı olduğunu anladı ve Aden’e kadar genişlemiş Osmanlı hudutlarını koruyabilmek için Osmanlı’nın deniz stratejisini yeniden planladı. Buna göre, Osmanlı kuvvetleri Portekizlileri artık Kızıldeniz ve Basra’da beklemeyecek ve okyanusa açılarak bataklığı yerinde kurutacaktı.

Bu strateji çalıştı ve Portekizliler açık denizlerde Müslümanlar karşısında ağır bir mağlubiyet aldı; ama Seydi Ali Reis’in planlamadığı nokta şuydu ki Müslümanlar okyanusları tanımıyordu ve bu zaferin hemen ardından Seydi Ali Reis donanmasıyla Hint Okyanusu’nda kayboldu.

  • Bu kayboluş hikâyesini “Mir’ât’ül-Memâlik” isimli eserinde kaleme alan Seydi Ali Reis, okyanusları Müslümanlara tanıtacaktı. Ali Reis’in ilk defa bir balina görmesinden tutun da Müslümanların daha önce hiç karşılaşmadığı insan topluluklarına varıncaya değin sayısız ilgi çekici konuyu bu eserde kaleme alacaktı.


Seydi Ali Reis, Hint donanması kaptanlığına getirildikten sonra başına gelenleri seyahatname tarzında Mir’âtü’l Memâlik eserinde işlemiştir.
Seydi Ali Reis, Hint donanması kaptanlığına getirildikten sonra başına gelenleri seyahatname tarzında Mir’âtü’l Memâlik eserinde işlemiştir.

Lakin bu eseri asıl önemli kılan şey şuydu ki Müslümanlar, İslâmiyet’in düşündüklerinden çok daha geniş alanlara yayıldıklarını görmüştü. Okyanusun derinlerinde daha önce adları dahi duyulmamış adalarda ezanlar okunuyor ve Müslümanlar bulunuyordu.

Bugün Mumbai sınırında bulunan Gücerat Sultanlığı bu kayıp denizciye yardım ederek karayoluyla ülkesine dönmesini sağlayacaktı. Gücerat, Babür, Açe ve daha nicesi ile okyanuslarda Müslümanlar Portekiz’in Haçlı işgaline karşı amansız bir mücadele veriyordu. Bu hayli geniş girizgahtan sonra günümüzde kendi iç denizlerine mahkûm edilmiş İslâm âleminin okyanus ve okyanus ötesi maceralarına artık eğilebiliriz.

* Asya’da Gücerat’tın, Babür’ün ve Açe’nin destansı mücadeleleri ve Afrika’nın okyanusları fetheden Müslüman beldeleri, devam yazılarımızda yer alacaktır.