20. yüzyıl Amerika'sının önemli insan hakları aktivistlerinden Martin Luther King ile tanışmam İngilizce öğrenmeye başladığım yıllarda olmuştu. Aynı zamanda Protestanlık’a bağlı bir mezhep olan Baptist papazı mevkiindeki Martin Luther King, takdir edildiği üzere büyük bir hatipti ve beni de bu yönüyle etkilemişti.
Afroamerikalıların insanî ve iktisadî haklarını savunmak maksadıyla 28 Ağustos 1963 yılında gerçekleştirilen March on Washington for Jobs and Freedom (İş ve Özgürlük için Washington'a Yürüyüş) etkinliğinde o da yer almış, Washington'da bulunan Lincoln Anıtı önünde yüz binlerce insana yaptığı konuşmayla tarihe geçmişti.
Burada, I Have a Dream (Bir Hayalim Var) diye haykıran Martin Luther King “Dört küçük çocuğumun bir gün tenlerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirilecekleri bir ülkede yaşayacaklarına dair bir hayalim var.” dedi.Konuşmaları; ustalıkla kullandığı jestleri, ses tonuyla gerçekten de etkileyiciydi. Fakat beni asıl etkileyeni, ölümünden önceki son konuşması olan I've Been to the Mountaintop (Dağın Zirvesindeyim) olmuştu. Amerika Birleşik Devletler'inin güneydoğusundaki Tennessee eyaletinde bulunan Memphis kentindeki Mason Temple’da 3 Nisan 1968 yılında gerçekleştirdiği konuşmasında Martin Luther King yine muhteşem bir performans sergilemişti. Konuşmasını “Hiçbir şey için endişelenmiyorum. Kimseden korkmuyorum. Gözlerim Rabbin gelişinin görkemini gördü.” diye bitiren King, bir yerde de sanki kendisine yapılacak suikast faaliyetlerinin haberini veriyordu. Nitekim bu konuşmasından bir gün sonra; 4 Nisan 1968 yılında da uğradığı suikast neticesinde hayatını kaybetmişti.
Yaşarken yaptığı faaliyetlerle, Afroamerikalıların sonraki süreçte haklarını elde etmelerinde önemli aktörlerden biri olan King arkasında, sevgi hissiyatı, bugüne kadar uzanan dev bir insan seli bırakmıştı. Hitâbetiyle beni etkileyen King, kendisi hakkında sathî bilgilere sahip olduğum zihnimde müspet biri olarak yer etmişti.
Amerika’da siyâhî olması dolayısıyla mağdur, suikast neticesinde öldürülmesi dolayısıyla mazlumdu.
Tâ ki Edward Said’in otobiyografisi Out of Place (Yersiz Yurtsuz) okurken karşılaştığım bir ifadeye kadar...
Yine Mecra için kaleme aldığımız “Doğu’nun yurtsuz çocuğu: Edward Said” başlıklı yazımızda da bahsettiğimiz üzere Edward Said otobiyografisinde Martin Luther King’e ateş püskürüyor, Altı Gün Savaşı olarak da bilinen; 1967 yılındaki savaşta İsrail’in Arap ülkelerine karşı zafer elde etmesini King’in coşkuyla karşıladığını söylüyordu.
Martin Luther King gibi Amerika’daki insanlık dışı muamelelere tanıklık eden biri nasıl olurdu da Filistin’deki insanlar için empati kuramazdı?
Öldürüldüğü 1968 yılına kadarki tarih İsrail’in gerçek yüzünü tüm açıklığıyla görmesi bakımından kendisine mazeret de bırakmıyordu. Zira bu tarihe kadar İsrail nice katliama imza atmıştı. Tüm bunlar ortadayken Martin Luther King İsrail-Filistin çatışmasında gerçekten de İsrail’in tarafında mıydı?
Kendi taraflarında olduğunun tespit edilmesi özellikle de İsrail için bir meşrûiyet kaynağı olması bakımından önemliydi. Öyle ya yakın tarihin bu önemli insan hakları aktivisti kendilerini destekliyordu. Yaptıklarını meşrûlaştırmak için bu, bulunmaz bir fırsattı. İnternette yapılacak basit bir arama, Martin Luther King’in İsrail; hatta Siyonizm dostu olduğunu gösteren nice alıntılarının yer aldığı siteleri gösteriyordu.
Kudüs’te bir caddeye Martin Luther King isminin verilmesi boşuna değildi.
Bunlar Edward Said’i haklı çıkarıyordu. Diğer taraftan bir mesele üzerine basitçe bir kişinin söylediklerini sıralayıp, o kişiyi bu fikre izâfe etmek bir tarih usûlü hatası değil miydi? Bu mantıkla mesela bundan yüz yıl sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın biyografisini anlamaya çalışırken Mustafa Kemal lehine cımbızla seçilmiş söylemleri üzerinden kendisini Kemalist ilan etmek mümkün olmayacak mıydı? Mesnevi’de geçen fil metaforu gibi bu sefer herkes tuttuğu yerden bir anlam geliştirecek ve anlamada eksiklik yaşanacaktı. Günümüzde “dindar Mustafa Kemal”, “dinsiz Mustafa Kemal” ayrımının ortaya çıkması şüphesiz en çok da yapılan bu usûl hatasının neticesiydi.
Bu bakımdan Martin Luther King’i anlamak için biraz daha derine inmek icap ediyor; kullanılan ifadelerin hangi ortamda, hangi bağlamda, ne zaman, neye karşılık olarak verildiğinin cevabını bulmak gerekiyordu. Martin Luther King belki gerçekten de Siyonizm sevicisi biriydi. Yine de bununla yaftalamadan önce -elimizden geldiğince- iyi bir tetkîk yapılması gerekiyordu.
Her yılın 15 Ocak’ında Martin Luther King’i anma gününün yapıldığı Amerika’da, 2019 yılı bu mesele etrafında kimi tartışmaların yaşanmasına yol açmıştı. The New York Times’da 19 Ocak 2019 tarihinde Michelle Alexander imzasıyla yayınlanan ve Time to Break the Silence on Palestine(Filistin Konusunda Sessizliği Bozma Zamanı) başlığını taşıyan yazı ise bu tartışmanın ana konusu olmuştu.
Michelle Alexander yazısının başlığıyla, Martin Luther King’in 4 Nisan 1967 tarihinde Manhattan’daki Riverside Kilise’sinde yaptığı “A Time to Break Silence” konuşmasına gönderme yapıyordu. King burada yaptığı konuşmada 1967’de sıcak zamanlarının yaşandığı Vietnam Savaşı’yla alakalı Amerikan hükümetini suçluyor, zehir zemberek sözler söylüyordu. Michelle Alexander, Martin Luther King’in öğretileri göz önüne alındığında bu bağlamda aynen King’in Vietnam Savaşı’yla alakalı susmadığı gibi Filistin meselesinde de susmaması gerektiğini savunuyor ve şöyle diyordu:
- “Eğer King’in mesajını onurlandırmak istiyorsak, İsrail'in acımasız uluslararası hukuk ihlallerini, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze'nin devam eden işgalini, ev yıkımlarını ve toprak müsaderelerini kınamalıyız. Filistinlilere kontrol noktalarında uygulanan muameleye, evlerinin rutin olarak aranmasına, hareketlerine getirilen kısıtlamalara ve birçoğunun karşı karşıya olduğu makul barınma, okul, gıda, hastane ve suya olan ciddi derecedeki sınırlı erişime karşı haykırmalıyız. İsrail'in, Birleşmiş Milletler kararlarında öngörüldüğü şekilde Filistinli mültecilerin evlerine dönme haklarını tartışmayı bile reddetmesine tolerans göstermemeliyiz ve Gazze'deki birçok çatışmayı, binlerce sivil kaybını destekleyen ABD hükümetinin fonlarını sorgulamalıyız.”
Alexander diğer taraftan Filistin meselesiyle alakalı King’in ne düşüneceği konusunda yapılacak yorumların spekülasyondan öteye geçemeyeceğini de takdir ediyordu. Ona göre King’in İsrail hakkındaki görüşleri de karmaşık ve çelişkiliydi. Ayrıca Martin Luther King 1967 yılında İsrail’e yapmayı planladığı bir ziyareti iptal etmiş, ziyaretle alakalı daha sonra FBI tarafından gizliliği kaldırılan belgelerden bilebildiğimiz kadarıyla danışmanlarıyla yaptığı telefon görüşmesinde bunun sebebini şu şekilde açıklamıştı:
“Eğer (İsrail’e) gidersem Arap dünyası ve elbette ki Afrika ve Asya da, bunu İsrail'in yaptığı her şeyi onayladığım şeklinde yorumlar.”
Alexander, King’in İsrail'in var olma hakkını desteklemeye devam ettiğini kabul ediyordu ama aynı zamanda ulusal bir televizyonda İsrail'in gerçek barış ve güvenliği sağlamak ve çatışmayı daha da kötüleştirmekten kaçınmak için ele geçirdiği toprakların bir kısmını geri vermesinin gerekli olacağını söylediğini de ekliyordu. Michelle Alexander böyle düşünen tek kişi değildi. Kendisi gibi siyahî olan Kaliforniya Üniversitesi’nde Amerikan Tarihi Profesörü Robin Kelley de 2016 yılında yazdığı bir yazıda aynı düşünceleri paylaşıyordu:
"King eğer bugün yaşıyor olsaydı kesinlikle İsrail aleyhtarı olurdu."
19 Ocak 2019’da The New York Times’da yayınlanan Michelle Alexander’ın yazısına Yahudi cephesinden beklenen cevap gecikmemiş, bunu eleştiren pek çok yazı kaleme alınmıştı. The Times of Israel’den David Harris’in Michelle Alexander’s NY Times column hits new low (Michelle Alexander'ın NY Times köşesi yeni bir düşüşe geçti) başlıklı yazısı bunlardan sadece biriydi. Yahudi yayın organlarından biri olan Mosaic’de Martin Kramer imzasıyla yayınlanan Where MLK Really Stood on Israel and the Palestinians (MLK'nin İsrail ve Filistinliler ile Alakalı Gerçekte Durduğu Yer) adlı yazı ise bunlardan bir diğerini oluşturuyordu. Tel Aviv Üniversitesi’nde tarihçi olan Kramer, 2016 yılında yayınladığıThe War on Error: Israel, Islam and the Middle East isimli eserinde ayrıntılı bir şekilde ele aldığı bu meseleye de bir başlık ayırmıştı.
22 Mayıs 1967 tarihinde Mısır’ın o dönemki Cumhurbaşkanı Cemâl Abdünnâsır’ın, İsrail için hayatî bir öneme sahip olan Tiran Boğazı’nı gemi trafiğine kapatması savaş arifesinde olunan bir dönemde son halkayı oluşturuyordu. Zaten savaş da kısa bir zaman sonra; 5 Haziran 1967’de patlak vermişti.
The New York Times’ın daha savaş başlamadan 28 Mayıs 1967 tarihli sayısında yer alan bir haberi önemli bir detayı veriyordu:
- “Sekiz Roma Katolik, Protestan ve Rus Ortodoks dinî lider, dün Başkan Johnson'a, abluka altındaki Akabe Körfezi'ne giriş olan Tiran Boğazı'ndan İsrail'in geçiş hakkını destekleyen Amerika'nın "taahhütlerini" yerine getirmesi çağrısında bulundu.”
Jewish Virtual Library’de ulaşılabilen 28 Mayıs 1967 tarihli bildiri metni The Moral Responsibility in the Middle East (Ortadoğu'da Ahlâkî Mesuliyet) başlığını taşıyor ve şöyle diyordu:
- “Vicdan sahibi insanlar bu noktada sessiz kalmamalı.. Ortadoğu savaşın eşiğinde.. Mısır Devlet Başkanı Nâsır uluslararası bir su yolunu; İsrail'in Afrika ve Asya'ya uzanan deniz yolu olan Tiran Boğazı’nı abluka altına aldı. Bu abluka büyük bir yangına yol açabilir.. Ortadoğu, devam eden terör saldırıları tehdidinin yanı sıra son zamanlarda İsrail sınırları boyunca Arap askerî seferberliği nedeniyle bir gerilim arenası haline geldi. İsrail'in, Avrupa'daki soykırımın dehşeti ve katliamından hâlâ kurtulmaya çalışan yeni bir ulus olduğunu hatırlayalım.”
Bildiri bununla da sınırlı kalmıyor, açıkça Amerika’yı müdahale etmeye teşvik ediyor ve şöyle devam ediyordu:
- “Bu nedenle ABD hükümetini uluslararası su yollarının özgürlüğüne ilişkin taahhütlerini kararlılıkla yerine getirmeye çağırıyoruz. Her görüş ve gruptan Amerikalı dostlarımızı İsrail'in bağımsızlığını, bütünlüğünü ve özgürlüğünü desteklemeye çağırıyoruz.”
Burada asıl ilginç olan nokta ise toplamda 11 kişinin imzasının bulunduğu anlaşılan bildiri metninde Martin Luther King’in de imzasının olmasıydı. The New York Times’da 28 Mayıs’ta yayınlanan haber Dr. King’in bildirideki imza haberini bir ara başlıkla vermişti. Aynı yılın 4 Nisan’ında Amerika’nın Vietnam’daki varlığını şiddetle tenkit eden biri, nasıl olurdu da bir ay sonra Amerika müdahalesine teşvik eden bir bildiriye imza atardı? Bu noktada kendisine tenkitler de gelmişti. The New York Times’ın 2 Haziran 1967 tarihli sayısında “The Times Editörüne Mektuplar” başlıklı kısmın altında David Lelyveld isimli bir okuyucudan gelen yazı King’in çelişkisini ortaya koyuyordu:
- “Üzücü olan şey, Amerika'nın Vietnam'daki eylemlerine cesaretle karşı çıkan Martin Luther King gibi saygın kamu liderlerinin artık kendilerini İsrail adına Amerikan müdahalesine yönelik muğlak çağrılarla ilişkilendirmeleridir.”
Ortadoğu'da Ahlakî Mesuliyet bildirisi 4 Haziran’da, yani savaştan bir gün önce The New York Times’da da yayınlanmıştı. King’in duruşuyla alakalı kesin bir hükme varmak belki çok kolaydı ama yine de akılları karıştıran bir şeyler vardı.
King’in danışmanlarından olan Stanley Levison komunist bir geçmişe sahip olması dolayısıyla Amerikan hükûmeti tarafından yakın takibe alınan, telefonları dinlenen bir isimdi. Şüphesiz onun King ile yaptığı çok sayıda görüşmesi de olmuştu. FBI tarafından sonradan gizliliği kaldırılan 6 Haziran 1967 tarihli bu görüşmelerden birinde King 4 Haziran’da The New York Times’ta yayınlanan bildiri konusundaki hayretini ifade ediyor, metni daha önce görmediğini, zaten böylesi bir metine de asla imza atmayacağını söylüyordu.
18 Haziran 1967’de American Broadcasting Company (ABC) kanalında katıldığı bir programda “Sizce İsrail savaşta ele geçirdiği toprakları geri vermeli mi?” sorusuna verdiği cevap King’in gerçekten de orta bir yol takip ettiğini gösteriyordu:
- “Nihai barış ve güvenlik için İsrail'in ele geçirilen bu topraklardan vazgeçmesinin muhtemelen gerekli olacağını düşünüyorum, çünkü buralara tutunmak yalnızca gerilimleri artıracak ve Arapların öfkesini derinleştirecektir.”
1948 Arap-İsrail savaşında İsrail Batı Kudüs’ü, Ürdün ise Doğu Kudüs’ü ele geçirmiş, şehrin tam olarak İsrail hâkimiyetine geçmesi ise 28 Haziran 1967 tarihindeki işgalle gerçekleşmişti. The New York Times’ın bu sefer 12 Temmuz 1967 tarihli sayısında çeşitli bir başka bildiri daha yayınlanmıştı. İsrail’e övgülerin yağdırıldığı bildiri metninde özetle Kudüs’ün İsrail hâkimiyetinde kalması gerektiği, bildiriyi imzalayan kişiler tarafından ifade ediliyordu. Ne var ki bu seferki beyannamede King’in imzası yoktu.
Martin Luther King ile alakalı tartışmalı başlıklardan birini de kendisinin İsrail’e olan ziyaretini iptal etmesi oluşturuyordu. Yine The New York Times’ın 16 Mayıs 1967 tarihli sayısı King’in bir basın toplantısı düzenlediğini, Kasım ayında Kutsal Topraklara, ağırlıklı olarak zencilerden oluşan, ırklar arası bir hac yolculuğuna liderlik edeceğini duyurduğunu haber veriyordu. King basın açıklamasında başka detaylar da vermişti. Hac ziyaretinin özellikle hiçbir siyâsî maksat gütmediğinin altını çiziyordu.
- Kutsal topraklarda iki konuşma yapacağının haberini veren King, bunlardan ilkinin 14 Kasım 1967’de Ürdün hâkimiyetinde bulunan Doğu Kudüs’teki Zeytindağı’nda, ikincisinin ise 16 Kasım’da İsrail’de bulunan Taberiye Gölü yanındaki amfitiyatroda olacağını, hacıların Ürdün’den İsrail’e Mandelbaum Kapısı’ndan geçerek gireceklerinin haberini veriyordu.
King’in asistanı olan Andrew Young 1966 yılının sonlarına doğru hem İsrail’i hem de Ürdün’ü ziyaret etmiş ve saha çalışmalarını tamamlamıştı. Ne var ki 5 Haziran’da 1967 Savaşı’nın patlak vermesi ve kısa zaman içerisinde İsrail’in bu savaştan zaferle çıkması King’in Hac planlarına ket vurmuştu.24 Temmuz 1967 tarihli dinlenen telefon kayıtları King’in -artık Doğu Kudüs’ün de kendi hâkimiyetinde olduğu- İsrail’e gitmemesinin sebebini de ortaya koyuyordu:
- “Eğer (İsrail’e) gidersem Arap dünyası ve elbette ki Afrika ve Asya da, bunu İsrail'in yaptığı her şeyi onayladığım şeklinde yorumlar.”
King, resmî olarak gitmeme sebebine bahane olarak ise Ortadoğu’da yaşanan karışıklıkları göstermişti.
Bir diğer meseleyi de Martin Luther King’in İsrail lehine söylediği sözler oluşturuyordu. Bunlardan özellikle biri bir hayli dikkat çekiciydi. Her yılın 27 Ocak’ında idrak edilen Uluslararası Holokostu Anma Günü, 2011 yılında dönemin Başbakanı Binyamin Netanyahu tarafından İsrail meclisi Knesset’te yapılan bir konuşmayla anılmıştı. Netanyahu burada “İranlılar eylemlerinin yalnızca Siyonizm'e karşı çıkma amaçlı olduğunu söylüyor. Bu yalanı herkesten daha iyi çürüten kişi Martin Luther King'di.” diyor ve onun meşhur bir sözünü aktarıyordu: “İnsanlar Siyonistleri eleştirdiğinde, Yahudileri kastediyorlar. Antisemitizmden bahsediyorsunuz!”
Ne var ki King’e izafe edilen bu şifahî rivayet aynı zamanda bir Yahudi olan Amerikalı siyaset bilimci Seymour Martin Lipset’ten geliyordu ve basit bir çapraz sorgulama sıhhatine ilişkin içerisinde ciddi şüpheler barındırıyordu. Diğer taraftan ölümünden kısa bir zaman önce katıldığı Hahamlar Meclisi'nin altmış sekizinci yıllık toplantısında yaptığı bir söyleşide İsrail ile alakalı şunları ifade ediyordu:
- “Ortadoğu'da temel olanın ve ihtiyaç duyulanın barış olduğunu söylemek gerektiğini düşünüyorum. İsrail için barış bir şeydir. O dünyanın Arap tarafı için barış başka bir şeydir. İsrail için barış güvenlik demektir ve onun var olma hakkını, toprak bütünlüğünü korumak için var gücümüzle durmalıyız. İsrail'i, hiç çekinmeden, demokrasinin dünyadaki en büyük ileri karakollarından biri olarak görüyorum ve neler yapılabileceğinin, çöl topraklarının adeta bir kardeşlik ve demokrasi vahasına dönüştürülebileceğinin muhteşem bir örneği olarak görüyorum. İsrail için barış, güvenlik anlamına gelir ve bu güvenlik bir gerçeklik olmalıdır.”
Bütün bunlar ışığında öyle anlaşılıyor ki King’in nerede durduğuyla alakalı kesin bir hüküm vermek mümkün olamıyordu.