Irak’ta İngilizlere karşı kurulan bir Osmanlı krallığının akıbeti
Kurtuluş Savaşı’nın en netameli günlerinde beklenmeyen bir haber, işgal altındaki İstanbul’da ve vatan müdafaası veren Ankara’da hareketliliğe neden olacaktı.
- 1921 yılında El Cezire hattında İngilizlere başkaldıran Kürt ve Arap aşiretler, bir krallık kurduklarını ilân etti.
- Bu krallığın başına ise bir Osmanoğlu üyesi, Şehzade Burhaneddin getirildi. Devlet-i İslâmiyye olarak kurulan bu devletin başına getirilen isim herhangi bir şehzade değil, Sultan Abdülhamid’in mahdumuydu.
Abdülhamid, bölgede Kürtler ve Araplar için özel bir anlam taşıyordu. Öyle ki Kürtler kendisini “Bave Kurda” yani “Kürtlerin babası” olarak kabul ediyordu.
33 yıllık uzun iktidarında Sultan İkinci Abdülhamid’e yöneltilen eleştirilerden birisi de “Devleti Kürtleştirmesi” idi.
Osmanlı’nın 18 eyaletinden birisi olan Kürdistan’da yaşayan Kürtler o günlerde gruplar halinde payitahta akın ediyordu. Muhtelif kaynaklara göre çok geçmeden İstanbul’daki Kürt nüfusu 5 ila 30 bin arasına ulaşmıştı.
Sultan Abdülhamid, Kürdistan’dan gelen gençleri okutuyor, askere alıyor; hatta her Ramazan’da bir akşam iftarını mutlaka bu genç ve talebe Kürtlerle açıyordu. Bölgede kurduğu Hamidiye Alayları ve İstanbul Kabataş’ta açtığı Mekteb-i Aşiret-i Hümayun ile Sultan Abdülhamid, Osmanlı Sultanları arasında Kürtlere en büyük iltifatı gösteren padişahtı.
Sultan Hamid’in Kürtleri bu denli koruyup gözetmesi kısa sürede İstanbul siyasetinde dedikoduları da beraberinde getirdi. Bu söylentiler Sultan Abdülhamid’in kulağına kadar çalındığında eleştirilere şöyle cevap verecekti;
“Kürt ağalarından bazılarının çocuklarını, İstanbul'a getirip yerleştirdiğim için de tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yakınlaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir?” (Alakom - Eski İstanbul Kürtleri)
Kürtler babaları kabul ettikleri Sultan Abdülhamid’e tahttan indirileceği son saate kadar sadakatini sürdürdü.
Abdülhamid’in Halifelik makamını kullanarak sıkı sıkıya imparatorluğa bağladığı Kürtler, ikinci bir Balkanlar trajedisinin Doğu Anadolu’da yaşanmasına müsaade etmedi ve Rusların bölgeye inmesine karşı etten bir duvar oldu.
1921 yılında, Abdülhamid hayatını yaklaşık 3 sene önce kaybetmiş olmasına rağmen bilhassa Kürtler, onun hatırasına karşı kadirşinaslığı göstermekten geri durmamış ve oğlunu “kral” olarak tanımıştı.
Lakin işgal altında bir kentten şehzadenin kalkıp da İngiliz aleyhtarı bir krallığın başına geçmesi mümkün değildi. İşte burada devreye giren kişi ise Mustafa Kemal Atatürk olacaktı. Atatürk, her şeyden evvel bir Osmanlı paşasıydı. Ufku bugün birilerinin tahayyül ettiği gibi dar sınırlarla çizilmemişti.
Zaten ilerleyen yıllarda Halep ve Hatay konusundaki ısrarcı tavrı da bunun bir yansıması olarak kendisini gösterecekti. Mustafa Kemal Paşa için Trablusgarp’ta dövüşmek de hudut ve vatan savunmasıydı, Irak’ta bulunmakta.
Elbette muarızlarına göre gerçekçiydi. Umudun tükendiği yerde çekiliyor; topyekûn bir felaketle sonuçlanacak bir maceraya girişmiyor olsa da bu topraklara Arap’ın beldesi veya Kürt’ün yurdu nazarıyla bakmıyordu. Tüm refleksleriyle bir Osmanlıydı; fakat hadiseler gömlek değiştireceği zaman durmak zorunda olduğu yeri vatanın çıkarlarına göre tayin ediyordu.
İşte 1921 yılındaki hadise de, bu tespitin mücessem bir örneğiydi.
İstanbul, işgal altındaki bölgeye kral gönderemeyince Mustafa Kemal devreye girerek kral naibi gönderecekti.
Atatürk’ün kral naibi: Ahmed es-Senûsî
- Atatürk, Trablusgarp’ta omuz omuza savaştığı Senûsîlerle Kurtuluş Savaşı sırasında da yakın ittifak içerisindeydi. Senûsî lideri Ahmed es-Senûsî, Ankara’da Millî Mücadele’ye destek veren isimlerin başında geliyordu.
Atatürk, onu hem Anadolu hem de Anadolu’nun ötesindeki Müslümanları Ankara lehine konsolide etmesi için geniş yetkilerle donatarak bölgeye göndermişti. Bu vazifelerden birisi de Irak Kral Naibliği idi.
Yani Ankara, bölgede kurulan krallığı alenen destekliyor ve kurumsallaşması için çaba gösteriyordu. Ayrıca Atatürk’ün Ahmed es-Senûsî ile alakalı planlarından birisi de uygun zamanda onu halife olarak atamaktı; çünkü halife karşıtı İngiliz propagandası büyük oranda karşılık bulmuştu. Mustafa Kemal, bu müesseseyi tekrar canlandırmak ve Türk tezleri lehinde ciddi bir güce dönüştürmek arzusundaydı.
Ahmed Senûsî, bölgede hem Kürtler hem de Araplar tarafından sayılan ve saygı duyulan bir isimdi; ama aklı ve gönlü Trablusgarp’taydı. Ankara’nın bu meseleyi uluslararası bir gündem haline getirmesini ve Lozan’a taşımasını bekliyordu.
İtalyanlar Trablusgarp’taki çıkarlarını ve İngilizler de Irak’taki varlığını korumak adına Ankara’ya Senûsî konusunda ciddi diplomatik baskılar yapmaya başladı. Atatürk, bu baskıları Ankara’nın çıkarına aykırı bulunca Senûsî’nin gitmekte özgür olduğunu kendisine tebliğ etti. Esasen o tebliğe kadar Ahmed Senûsî gitmek konusunda bir sınırlaması olduğunu dahi bilmiyordu.
Bu aynı zamanda Irak’ta Türk devletine bağlı krallığının da sonu anlamına geliyordu.
- Ahmed Senûsî bölgeye fiilî olarak geçememişse de Diyarbakır ve Mardin’de bölgenin liderlerini ağırlamış ve ciddi bir devlet programı hazırlamıştı. Hatta bölgedeki önemli davalar da bizzat Senûsî huzurunda görülmüş ve Ankara otorite olarak kabul edilmişti.
Ankara, bağımsızlığını kazandıktan sonra da İtalyanlarla arasını bozmamak adına Ömer Muhtar’ın mücadelesini görmezden gelecekti.
14 Mart 1933 tarihinde Ahmed es-Senûsî Mekke’de vefat ettiğinde Anadolu Ajansı haberi yalnızca “Mekke’den bildirildiği üzere 1915 ikinci teşrinde Mısır’a yapılan istila hareketini idare eden Şerîf Ahmed Senûsî ölmüştür.” şeklinde basit bir haberle geçiştirecekti. Ahmed Senûsî’nin Ankara’daki mücadelesi görmezden gelindiği gibi yalnızca Enver Paşa işbirlikçisi manasına gelecek 1915 Mısır harekâtına yer vermesi, yeni cumhuriyetin ideolojik olarak konumladığı noktayı gösteriyordu.