İbn Haldun’da mülk, saltanat ve hilâfet
İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinin üçüncü kısmına da asabiyet konusuyla başlayıp mülk, saltanat ve hilâfet konularıyla devam eder. Ayrıca devletin beş tavra sahip olduğunu söyleyen İbn Haldun’a göre bu tavırların birincisini devletin kurulduğu dönemdir. İkinci tavır ise devletin bir nevi otokrasileştiği dönemi oluşturur. Refah dönemini meydana getiren üçüncü tavırdan sonra, duraklamanın yaşandığı dördüncü tavır yaşanır. Beşinci tavır ise devletin artık düşüşe geçtiği dönemdir.
Asabiyet mefhumunu düşüncesinin temeline yerleştiren İbn Haldun, Mukaddime’nin üçüncü kitabına da bununla başlar. Bu arada asabiyet tabirini basit bir şekilde akrabalıktan gelen bağ olarak anlamamak gerekir. İbn Haldun’a göre asabiyeti meydana getiren şey üçüncü kitabın ilerleyen sayfalarında şu şekilde izahın bulur:
- “Kaynaşmanın husûle gelmesine esas olan gerçek husus ise, bir arada yaşama, yekdiğerini savunma, uzun süren temas, birlikte yetişme ve süt emme durumunun meydana getirdiği rabıta ile hayat ve mematla ilgili olan sâir hallerden ibarettir.”
Kısaca asabiyeti meydana getiren unsur, nesepten ziyade ictimâî birlikteliktir. Yine ona göre güçlü bir mülkün temelinde yatan unsur asabiyetten başka bir şey değildir. Diğer taraftan o, devletin belli bir noktaya geldikten sonra asabiyete ihtiyaç duyamayabileceğini söyler. Zira bir hükümranlığın uzun bir zamana yayılan varlığı insanlar nezdinde bu yapının inkıyada müstahak olduğu bilincini yerleştirir. Bu durumda olan devletler de kuruluş aşamasında ihtiyaç duydukları asabiyete artık gereksinim hissetmezler. Dolayısıyla dışarıdan farklı asabeler edinmek de kendisinin varlığı için bir mani teşkil etmez. Bunun en bâriz misali de özellikle Türklerin varlığını iyice hissettirdiği Abbâsîler’de yaşanır. Ne var ki İbn Haldun’a göre asabiyetin bozularak dışarıdan başka asabelerin alınması Abbâsîler örneğinde olduğu gibi devletin sonunu da getirebilir. Benzer durum Endülüs Emevî Devleti’nde de yaşanır. Araplara dayanan asabiyet bozulunca Endülüs topraklarında bu sefer Mülûkü’t-tavâif adı verilen küçük devletler ortaya çıkar. Kuvvetli bir asabeye sahip olan Murâbıtlar tarafından Mülûkü’t-tavâif’in ortadan kaldırılması ise İbn Haldun tarafından yine aynı sebebe; Mülûkü’t-tavâif’te de tıpkı Endülüs Emevî Devleti’ndeki gibi asabiyetin bozulmuş olmasına bağlanır. Devletin temellendirilmesini işte bu asabiyete bağlayan İbn Haldun, Sirâcü’l-Mülûk isimli siyâsetnâmesinde devleti mutlak sûrette himaye edenlerin paralı askerler olduğunu söyleyen Endülüslü alim Turtûşî’yi (ö. 1126) de tenkit eder. İbn Haldun’a göre Turtûşî’yi yanıltan durum kendisinin Mülûkü’t-tavâif döneminde yaşamış olması, ve buradaki devletlerin varlıklarını ancak paralı askerlerle idâme ettirebilmeleridir.
Bununla birlikte İbn Haldun asabiyete ihtiyaç duyulmayan kimi durumlarda da devletin teşekkül edebileceğinden bahseder ki burada da misal olarak İdrîsîler’i ve Fâtımîler’i gösterir. Buna göre kimi hanedan mensupları için böyle bir durum söz konusu olabilir. İdrîsîler hânedanının kurucusu olan, Ehl-i Beyt mensubu I. İdrîs, Fah Savaşı’ndaki mağlubiyetin ardından Kuzey Afrika’ya; Mağrip topraklarına kaçmak durumunda kalır. Burada Berber kabilelerinden Evrebe ve Mağîla’nın desteğini alan I. İdrîs, devletinin temelini de bunun üzerinde inşa eder. Diğer bir misal olan Fâtımîler ise Kutâme, Sinhâce ve Havvâre kabilelerinin destekleriyle bir devlet olarak neşv ü nemâ bulur.
Asabiyet mefhumuna böylesine önem veren İbn Haldun, asabiyete güç veren bir unsur olarak dinin varlığını da atlamaz. O, büyük hanedanlıkların din esasına dayandığını ifade eder. Enfâl Sûresi’nde geçen “Müminlerin gönüllerini birleştiren de O’dur. Dünyanın bütün servetini harcasaydın onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını düzeltti.” âyet-i kerîmesini zikreden İbn Haldun, burada dinin birleştirici özelliğine atıfta bulunur. Ona göre kalpler dünyevî heveslere meylederse rekabet hâsıl olur ki bu da ihtilafa sebebiyet verir. Fakat dünya reddedilir ve Allah’a yönelinilirse rekabet ortadan kalkmış, devlet de bunun bir neticesi olarak büyümüş olur. Bu durumun ona göre en bâriz misali İslâm’ın ilk yıllarında görülür. Hem Kadisiye hem de Yermuk savaşlarında Müslümanların 30 bin küsur olan sayısı karşısında ne İran ordusu ne de Bizans ordusu sayıca ciddi bir üstünlüğe sahip olmalarına rağmen dayanamaz. Aynı durumun Murâbıtlar ve Muvahhidler için de geçerli olduğunu söyleyen İbn Haldun, sayı ve asabiyet bakımından kendilerinden daha da üstün kabilelerin varlıklarına rağmen bu iki devletin dînî birliktelik sayesinde diğer yapılardan daha kuvvetli bir hale geldiğini, karşısında kimsenin duramadığını ifade eder. Kaldı ki savaşı insanlık tarihinin tabîî bir unsuru olarak gören İbn Haldun’a göre ne kadar maddî şartlar oluşturulsa da savaş bir talih işidir. Bu bakımdan İbn Haldun’un dînî sâikin verdiği gücü, asabiyetten elde edilen güçten daha büyük gördüğünü söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
Özellikle siyâsî hâdiselerde asabiyetin önemine dikkat çeken İbn Haldun, tezini “Allah, istinad edeceği bir kavmi bulunmayan hiçbir kimseyi peygamber olarak göndermemiştir.” sahîh hadisiyle destekler. Kendilerine harikulade durumlar verilen peygamberler için bile durum böyleyken bundan mahrum olan kişilerin asabiyetten de mahrum olmaları, her ne kadar davalarında haklı olsalar da İbn Haldun’a göre olumsuz netice verir. Bu da yine kendi ifadesiyle peşlerinden sürükledikleri insanların vebaline girmeleriyle neticelenir.
- O, herhangi bir asabiyeye dayanmadan liderlik söylemleriyle ortaya çıkan kişiler için yapılacak üç şeyin olduğunu söyler: ya delidirler tedavi edilmeleri gerekir, ya kargaşa meydana getirmek için böyle davranıyorlardır ki darb ve katl ile ortadan kaldırılmaları gerekir, ya da maskaralık yapıyorlardır ki böyle olduklarının ortaya net bir şekilde konması gerekir.
Mukaddime’nin üçüncü kitabındaki bir diğer başlığı ise devletlerin tabîî sınırlara sahip olma, belirli bir sınırın ötesine geçememe durumu meydana getirir. Devlet, elde ettiği toprakların sınır boylarına kendisinden olan, asabeyi oluşturan unsurları dağıtır. Bu dağıtım bir yerde eldeki insan kaynağı dolayısıyla durmak zorunda kalır ki işte ülke sınırını da buradaki durum belirlemiş olur. Eğer devlet, sınırlarını genişletmeyi daha da zorlarsa buraları himayesiz bırakmaktan başka bir seçeneğe de sahip olmaz. Bu durum da düşmanlarını saldırmaya teşvik eder. Müslümanlar da fütûhât yıllarında hızlı ilerleme kaydedip tabîî sınırlarına ulaşınca durmuşlardır. Belli bir sınırda kalan bir devlet kendisine ihtiyarlık geldi mi bu sefer de sınırlardan içeriye doğru gerilemeye başlar. Müslümanlar karşısında Bizans’ın durumu buna benzerken, Sasaniler gibi doğrudan bir devlet merkezinin ele geçirilmesiyle ortadan kalkan devletler de olur.
İbn Haldun, farklı kabilelerin bulunduğu toprakların sağlıklı bir devletin kurulması önünde engel olduğunu ifade ederken, bu durumu ihtilaf halindeki farklı asabelerin varlığıyla izah eder. Ona göre İslâm’ın fütuhat döneminde hızlı bir ilerleme kaydetmesi bir yerde de karşısında yekpâre iki gücün; İranlılar ve Bizanslıların mevcudiyetiyle mümkün olur. Müslümanlar hezimete uğrattıkları bu iki devletin elinde tuttuğu topraklarda herhangi bir asabiyeden kaynaklı muhalefetle karşılaşmazlar. Fakat Mağrip topraklarında karşılaştıkları bunun tam aksi olur. Burada bedevî olan Berber kabilelerinin sahip oldukları asabe Arapların bu topraklarda devleti oturtma işini kolay bir şekilde gerçekleştirememesi neticesini doğurur.
Refah ve lüksün ahlakı ifsad ettiğini, çünkü bunun nefiste çeşit çeşit şerlerin husûle gelmesine sebep olduğunu söyleyen İbn Haldun, devlet ömürlerinin çoğu kere üç neslin ömrünü aşmayacağını söyler. Ona göre bir neslin müddeti de kırk yıldır ve her biri bir dönemi oluşturur. Buna göre sinn-i tezâyüd devletin gelişip serpildiği, sinn-i vukûf duraklamaya geçtiği, sinn-i inhitât ise yaşlandığı dönemi ifade eder. Bu durumda bir devletin ömrü için 120 yıllık bir zaman biçen İbn Haldun, bu çıkarımını şüphesiz kendi zamanına kadar olan devlet tecrübelerini gözlemleyerek yapar. Burada İbn Haldun’un tavırlar nazariyesine değinmek de gerekir. Devletin beş tavra sahip olduğunu söyleyen İbn Haldun’a göre bu tavırların birincisini iktidarın asabiyet sahipleriyle paylaşıldığı, devletin kurulduğu dönem meydana getirir. Asabiyet sahiplerinin tasfiye edildiği ikinci tavır ise devletin bir nevi otokrasileştiği dönemi oluşturur. Devletin başındaki hükümdarın daha önceden edindiği taraftarları bırakarak yenilerini edinmesinin sebebi olarak İbn Haldun, “çünkü eskilerin gönlünde devletin başındaki hükümdara karşı izzet sahibi olma ve ona fazla boyun eğmeme hâli, ayrıca hükümdara karşı nazlanma ve izzetli görünme hali hâsıl olmuştur.” der. Bunun neticesi olarak da hükümdar kendisini onlardan uzaklaştırır, onları bir yana iterek diğerlerini istihdam eder. Burada İbn Haldun’un söyledikleri, Osmanlı’da II. Mehmed tarafından yapılan uygulamayı akla getirir. II. Mehmed devlet idaresinde eski ailelerin nüfûzunu bertaraf etmiş, devşirme sistemine dayalı kul aslından kişileri getirmeye özen göstermiştir.
Refah dönemini meydana getiren üçüncü tavırdan sonra, duraklamanın yaşandığı dördüncü tavır yaşanır. Bundan sonraki beşinci tavır da devletin artık düşüşe geçtiği dönemi ifade eder. Hadarîlik yani medeniyetin önceki devletlerden sonrakilere intikal ettiğini söyleyen İbn Haldun’a göre İranlıların hadarîliği Emevî ve Abbâsîler’e, Endülüs hadarîliği Mağrip’teki Muvahhid’lere, Abbâsîler’in hadarîliği Türklere vs. intikal eder.
İbn Battûta’nın seyahatnâmesini de gördüğü anlaşılan İbn Haldun, önemli bir tarih usûlü vererek şöyle der:
- “Sizce alışılmış olmayan ve çağınızda emsâlinden bir şey bulunmayan hususları red ve inkâra kalkışmayınız. Çünkü havsalanız (ve düşünme kabiliyetiniz) daralır, mümkün olan şeylerin teşkil ettiği daireyi tam olarak kavrayamazsınız. İmdi havastan bir çokları, eski devletlere ve hanedanlıklara dair kimi haberleri işittikleri zaman, hemen onu red ve inkâra kalkışırlar. Halbuki bu hareket hiç de doğru bir şey değildir. Zira varlığın ve umranın halleri birbirinden farklıdır. Bunun aşağı ve orta mertebesini idrâk etmiş olan, bu konuda her şeyi idrâk etmiş olmaz.”
İbn Haldun’a göre iyi bir hükümdarlık tebaaya yumuşak muamelede bulunmaya dayanır. Eğer hükümdar kâhir bir kişi olursa korku ve zillet bütün tebaayı şümûlüne alır, bu da insanların ona karşı yalana, hileye başvurmaları neticesini doğurur. Zamanla bu gibi şeyler huy ve karakter haline gelirken, ahlaklarını da bozmuş olur. Bu durum beraberinde içtenliğin bozulmasına yol açar, netice itibariyle devlet de bundan zarar alır. İbn Haldun’un burada idareci olmak ile zeki olmak arasında kurduğu bağ dikkate değerdir. Ona göre zeki olan kimselerde rıfka dayanan bir hükümdarlık tarzı nadiren mevcut olur. Zira keskin zekalı hükümdarlar tebaanın idrak sahasının ve kavrama kabiliyetinin ötesinde bulunan hususlara tâ başlangıçta, parlak zekalarıyla nüfûz ettiklerinden onları takatlarının üstünde olan şeylerle mükellef tutarlar. İbn Haldun’a göre Hz. Peygamber’in “en zayıf olanınızın yürüyüşüne göre yürüyüş yapınız.” hadisi burada bir kriteri de belirler. Hz. Ömer’in Irak valiliğinden azlettiği Ziyâd b. Ebû Süfyân misaliyle tezini destekleyen İbn Haldun, Ziyâd b. Ebû Süfyân’ın azledildikten sonra Hz. Ömer’e “Yâ Emira’l-Muminîn beni niçin görevden uzaklaştırdın? Âciz olduğum için mi, yoksa hâin olduğumdan mı?” diye sorduğunu, Hz. Ömer’in de buna karşılık “Azil sebebin bunların hiçbiri değil, lakin aklının fazla olan kısmını ve dehanı halka yüklemeni istemiyorum.” dediğini aktarır. Yine ona göre aşırı derecede zeki insanların “cin gibi insan”, “şeytan adam” gibi şeytanın sıfatlarıyla tavsîf olunuyor olması boşuna değildir.
İbn Haldun’un hilâfetle alakalı düşünceleri de burada, üçüncü kitapta yer alır. Ona göre hilâfetin tanımı ise şu şekildedir: “hilâfet dinin korunması ve dünyanın dînî siyâsetle idâre edilmesi için şerîat sahibine niyâbet ve vekâlettir.” İbn Haldun’un aktardığı; Hz. Ebûbekir kendisine “halîfetullâh” diye çağrıda bulunan bir kişiyi bunu söylemekten men etmiş, “Ben Allah’ın değil, Rasûlullâh’ın halîfesiyim.” demesinden anlaşıldığı kadarıyla burada vekâlet edilen kişi de Hz. Peygamber’dir. Zira Allah daima hazır olduğu için nâibe ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan İbn Haldun imam nasbetmenin zaruri olduğunu, bunun sahâbe icmâı ile sabit olduğunu söyler. Hz. Peygamber’in vefatı üzerine sahâbe derhal Hz. Ebûbekir’e biat etmişlerdir. Hilâfeti dînî bir mansıp olarak değerlendiren İbn Haldun’a göre buna sahip olmanın kimi şartları da vardır. İlim sahibi olmak, adâlet, kifâyet, duyuların ve organların sağlıklı olması, baskı altında olmamak bunlar arasında yer alırken, Kureyş’ten olma şartı ihtilaflı bir meseledir. İbn Haldun’a göre halîfenin ilk dönemlerde Kureyş’ten olması bunun hep böyle kalması gerektiğini icap ettirmez. Yine ona göre kuvvetli bir asabiyeye sahip olan Kureyş sonraki dönemde bunu yitirmiş, bunun da tabîî bir neticesi olarak hilâfet başka unsurlara intikal etmiştir. Bunu ilk olarak ifade eden kişi İbn Haldun’un kendisi de olmamıştır, meşhur kelamcı Bâkıllânî (ö. 1013) halîfenin Kureyş’ten olma hususunu şart olmaktan çıkaran bir diğer isim olmuştur. İbn Haldun Mukaddimesi’nde şöyle der: “Müslümanları idâre etme işini üzerine alan zâtın, kuvvetli ve onunla birlikte çağında bulunanlara galip gelecek bir asabiyete sahip ola kavimden olmasını şart koşarız.”
Hilâfetin mülke yani saltanata dönüşmesini de ayrı bir başlık altında inceleyen İbn Haldun’a göre Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hâdise asabiyetin bir gereği olarak yaşanır. İbn Haldun her ne kadar Hz. Ali haklı ise de Hz. Muâviye’nin kasdının da bâtıl peşinde koşmak olmadığını ekler. Saltanatın hatalı bir uygulama olmadığını, babasını veya oğlunu bile veliaht yapsa bu hususta imam ve halîfenin itham olunamayacağını belirten İbn Haldun’a göre Hz. Muâviye’nin oğlunu veliaht tayin etmesi kaçınılmazdı: “Birliğin bozulmasından korkan Muâviye de Yezid’i veliaht tayin etmişti. Zira Emevîoğulları, iktidarın ve hâkimiyetin kendilerinden başkasına devir ve teslim edilmesine rıza göstermeyecek bir durumda bulunuyorlardı. Şayet başka birini veliaht yapmış olsaydı, ihtilafa düşer ve ona karşı çıkarlardı. Ayrıca Emevîoğulları Yezid’in sâlih ve dürüst bir kişi olduğunu zannediyorlardı. Bu hususta hiçbir kimse şüphe edemez. Zannedilmemelidir ki, Muâviye ve diğerleri fâsık olduğunu bile bile Yezid’i veliaht tayin etmişlerdir. Muâviye’yi bundan tenzih ederiz”. Bunun benzer bir misâli de Abbâsîler döneimde görülür. Abbâsî halîfelerinden Me’mun’un, Hz. Ali soyundan gelen Ali Rızâ’yı veliaht yapmak istemesi neticesinde kavminin asabiyeti karşısında geri adım atmak durumunda kalır. Hz. Hüseyin ile Yezid arasındaki mücadelede birincisinin asabiyetten mahrum olduğunu söyleyen İbn Haldun, asabiyetin Emevîoğulları’nın elinde olduğunu söyleyerek böyle bir neticenin yaşanmış olduğunun altını çizer. Aynı şekilde o, İbn Zübeyr’in de aynı sebep yani asabiyetin karşı tarafta olduğu gerçeğini ihmal sebebiyle benzer neticeye uğradığını söyler.