İbn Haldun’da hadarîlik, bedevilik ve asabiyet
İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinin ikinci kısmında özellikle bedevilik ve hadarîlik konusunu işler. İbn Haldun, bu yolla kuşkusuz açıklamak istediği görüşün temelinde yer alan terimleri apaçık biçimde ortaya koymayı amaçlar. İnsanın, alışkanlık haline getirdiği davranışların bir ürünü olduğuna inanan İbn Haldun'a göre bir kişinin tabiat ve mizacından kaynaklanan davranışlar alışkanlık edindiklerine kıyasla ancak ikinci planda yer alır.
Mukaddimesinin ikinci bölümünde genel olarak bedevilik ve hadarîlik mevzusunu işleyen İbn Haldun, bununla şüphesiz açıklamak istediği nazariyenin temelinde yer alan ıstılahları net bir şekilde ortaya koymaya amaçlar. İnsanın, alışkanlık edindiği davranışların mahsulü olduğuna inanan İbn Haldun'a göre bir kişinin tabiat ve mizacının getirdiği davranışlar alışkanlık edindiklerine nazaran ancak ikinci sırada yer alır. Bunun da belki en güzel misali Türklerdir.
Bir millet olarak göçebe olduğu dönemde savaşçı bir mizaca sahip olmakla beraber zamanla yerleşik hayata geçmesi onun bu özelliğini yerleşik hayatta edindiği alışkanlıklarla kaybetmesine sebebiyet vermiştir. Bu örnek çoğu kere de böyledir. Mesela yerleşik hayatta yaşayan insanlar yaşadıkları evleri bakımından göçebelere nazaran çok daha konfor içerisindedirler, dış tehditlere karşı şehirleri muhafaza eden surlarıyla, çadırlarında tehlikeye açık olarak yaşayan göçebelere kıyasla kendilerini korunaklı hissederler, ayrıca şehirdeki bağlı oldukları devlet reisinin koruması daha da güvenli bir şekilde hayatlarını devam ettirmelerini sağlar.
İşte İbn Haldun’a göre nesilden nesile devam eden bu rahat hal neticesinde meydana gelen rehavet, huy ve karakter haline gelir. Fakat bedevîlerde durum bunun tam aksinedir. Dolayısıyla bunun neticesinde de ruh ve karaktere tesir eden dirilik nihai olarak bedevilerin hadarîlere galebesi şeklinde tezâhür eder. Tarih bunun misalleriyle doludur. Zira bedeviler hadarîlerde olduğu gibi yedikleri yemeklerden, yaşadıkları yerleşim yerlerine kadar kendilerini rehâvete yönlendirecek bir alışkanlığa çoğu kere sahip değillerdir.
Kendisinin de ifade ettiği şekliyle “Vahşi ve yabani kavmin hadarîler karşısındaki durumu, yırtıcı vahşi hayvanların ehlileşmiş hayvanlar karşısındaki durumu gibidir”. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen İsrailoğulları’nın kimi ifadelerini tezini desteklemek için kullanan İbn Haldun, gerçekten de orijinal bir yaklaşım sergiler. Hz. Musa, Mâide Sûresi’nde de geçtiği üzere kavmine; "Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin. Sakın ardınıza dönmeyin. Yoksa ziyana uğrayanlar olursunuz" derken, kavmi de buna karşılık "Ey Mûsâ! O topraklarda gayet güçlü, zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de gireriz" cevabını verir.
İbn Haldun, İsrailoğulları’nın bu davranışının sebebini onların tecavüzlere mukavemet ve haklarını arama mevzusunda acze iyice alışmış olmalarıyla açıklar. Bilindiği gibi İsrailoğulları zillet altında uzunca bir zaman yaşamış ve bu karakterlerine işlemiştir. İbn Haldun’un surenin ilerleyen kısmındaki “Allah şöyle dedi: O halde orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Bu süre içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dönüp dolaşacaklar" ayet-i kerîmesine getirdiği açıklama ise daha da dikkat çekicidir.
İbn Haldun’a göre kırk yıl bir neslin yok olmasına ve onun yerine bir başka neslin yetişmesine imkan veren müddetin asgarisidir. Kırk yıl boyunca Allah’ın İsrailoğulları’nı Tîh Çölü’ne mahkum etmesindeki hikmet ona göre asabiyetleri bozulan neslin yerine bedevi ve cesur yeni bir zürriyetin meydana çıkmasını istemesidir. Artık bu yeni nesil üzerinde zillet damgası taşımamaktadır. Yeni bir asabiyet meydana gelmiştir.
İbn Haldun, şehir hayatındaki rehavetin zamanla kişilerde kötü, çirkin huylara sebebiyet vereceğini ve zamanla bunun da kötü fillerle ortaya çıkacağını söyler. Zira yerleşik hayattaki bir kişinin ihtiyacı, arzularına da paralel olarak zaruri ihtiyaçları için hayatını devam ettirmeye çalışan bedevilere kıyasla daha da fazladır. Bu da tabîî olarak ihtirasların da devreye girmesiyle ahlakı bünyede bozulmalara yol açar. İhtiyaçları sınırlı olan bedevîlerde ise bu durum tam aksi istikamette gelişir. Kırsal hayatta yaşayan bir kişi ile şehir hayatında yaşayan bir kişinin günümüzdeki karşılaştırması bile bizi İbn Haldun’un bu teşhisine hak vermeye sevk edecektir.
Sahih bir hadiste nakledildiği gibi Hz. Peygamber borçtan ve vergiden Allah’a sığınmışlardır. “Ya Resûlullah ne kadar da çok borçtan Allah’a istiâze ediyorsun?” diye sorulduğu vakit “Çünkü insan borçlanınca, konuşur ama yalan söyler, vaad eder lakin sözünden döner” demişlerdi. Şu halde bir kabilenin boynunda, vergi ve borç zilletinden örülen bir yular gördün mü, mülke sahip olacaklar diye hiç tamah etme, dünyanın sonuna kadar mülke sahip olamazlar, zira sömürülme, mülke ve iktidara engeldir. (İbn Haldun)
Aynı şekilde idareciler tarafından uygulanacak zorba bir yönetim de hakimiyet altında bulunan insanlar üzerinde menfî bir tesir meydana getirir. Baskı neticesinde oluşan tembellik ve bezginlik zamanla karakter haline gelir. Burada misal cihetinden Hz. Ömer’in, Sa‘d b. Ebû Vakkâs’a olan ta’zîri bir hayli dikkat çekicidir:
Kâdisiye Savaşı’nda Zühre b. Havbe, karşı ordunun komutanı olan Calinos’u takip eder ve onu öldürür. Üzerindeki değerli eşyaları da ganimet olarak alır. Sonrasında Sa‘d b. Ebû Vakkâs ise “Onu takip etmen için benim iznimi beklemen gerekmez miydi?” diyerek onun elindekileri alır. Durum Hz. Ömer’in kulağına geldiğinde ise Sa‘d b. Ebû Vakkâs’a hitâben “Zühre gibi bir adama karşı nasıl böyle sert davranıyorsun? Adamcağız yağacağını yaptı, kendini ateşe attı, yaptığı savaştan da sana ve Müslümanlara bırakacağını bıraktı, böyle iken yine de onun kirişinin gezini kırıyor, gönlünü incitiyorsun” der ve Zühre’nin ganimetlerini kendisine geri teslim etmesini emreder.
İbn Haldun’a göre küçük yaşlardan itibaren başlanacak eğitime dayalı bir baskıcı politika bile buna maruz kalanlarda menfî tesirini yine gösterecektir. Zira burada söz konusu olan şey daha fidanken çocuğu yine korku ile yetiştirmektir. Dolayısıyla öz güven eksik kalmış olacaktır. İbn Haldun’un, Tâbiîn devrinin ileri gelen fakihlerinden olan Kâdî Şureyh’ten yaptığı şu nakil aslında modern manada içerisinde pedagojik önemli tavsiyeler de barındırır:
Müeddib ve mürebbi olan şahsın, talim sırasında hiçbir çocuğa üç kırbaçtan fazla vurması doğru olmaz.
Doğru olmaz, çünkü bu durum gerek yaşlıların gerek çocukların öz güvenlerini kıran yıkıcı bir tesir icra eder. Sahabenin dinî emirlere gönülden bağlı olması ise sahip oldukları metanete zarar vermez. Fakat zamanla dinî duyguların halk nezdinde zayıflaması, kanuni müeyyidelere göre icra edilmeye başlanması, sahabenin aksine şeriatın te’dîb ile öğretilen bir sanat haline gelmesi insanlardaki metânetin azalmasına yol açar.
Şehir ve kasabalarda ahlakın kanun ile ikâme edilmesine karşın kırsalda bu durum bir nevi örf ile devam ettirilir. İbn Haldun, kırsaldaki birinin bir diğerinin hukukunun tecavüzüne ak saçlıların ve ileri gelenlerin engel olduğunu söyler. Oradaki kanun bir nevi yazıya geçirilmemiş, aşiret fertlerinin ruhlarında yer alan ve uyulması gereken, bağlı olduklarına inandıkları kanundur. Şer’î olsa bile zorla tatbik ettirilen kurallar insanlardaki kimi hasletleri yok ederken, serbest bir şekilde yaşayan bedevilerde metanet şüphesiz çok daha kuvvetli olur. Hem cesaretleri yerinde dururken, arazi şartları dolayısıyla zora dayanabilme halleri kendilerini çok daha gürbüz bir hale getirir. Galip olmalarında bu önemli bir müessirdir.
İslam'ın daha ilk dönemlerinde bile Türklerin asker olarak tercih edilen bir millet olması şüphesiz bununla izah edilebilir. İbn Haldun'a göre hadarîlik ile bedevilik arasındaki tabîî bir devir vardır. Mesela bedevi bir kavim, yukarıda verdiğimiz hadarîlerin zaafları sebebiyle yerleşik bir kavim üzerine galebe çalar. Sonrasında kendisi hadarî olarak yaşamaya devam eder ve zamanla yıktığı hadarîlerin zaaflarıyla kendisi malul olur ve bir başka bedevî kuvvet tarafından ortadan kaldırılır.
İbn Haldun’un aslında bedevilik ve hadarîlik tezinin temelini bu hakikat oluşturur. Kendisi de şöyle ifade etmiştir:
Bir topluluk bereketli topraklara iner, münbit bir araziye yerleşir, bol nimetlere kavuşur, maişet ve nimet itibariyle bolluğun âdetleri ve itiyatlarıyla ülfet ederse, bunun neticesinde eksilen bedevilikleri ve vahşîlikleri nisbetinde şecaatleri ve cesaretleri de noksanlaşır.
Büyük Türk Devlet Adamı Tonyukuk’un, yerleşik hayata geçmek isteyen Bilge Kağan’ın bu düşüncesine, Türklerde bulunan savaşma yeteneğini körelteceği endişesiyle karşı çıkması ve onu ikna etmesindeki fikir aslında İbn Haldun’un burada temas ettiği bu tespitle izah edilebilir.
İbn Haldun’a göre en kuvvetli asabiyet yani kabile içerisindeki fertler arasındaki dayanışma ruhu bir aile için söz konusu olduğunda kendi kavmi içerisinde tegallüb ettikten sonra tabiatının gereği olarak başka asabiyetler üzerine de tegallüb etmeye meyleder. Arap – İslam devletinin kuruluşunu Kureyş’in de kendisine bağlı olduğu Mudar kabilesinin bedeviliğine bağlayan İbn Haldun, mülk ve nimetlere nail olan Himyer ve Kehlân kabilesi ile Irak’ın bereketli topraklarından faydalanan Rabia kabilesinin, bedevîlik hali üzere kalan Mudar karşısında mağlup olduğunu ifade eder. Üzerine hakimiyet kurulmak istenen asabiyet, hakim olmak isteyen asabiyet ile denk veya ondan daha kuvvetli ise o halde ortada iki ayrı güç bulunur. Bunlar bulundukları bölgelerde tegallüb sahibi olurlar.
İbn Haldun’a göre, dünyadaki çeşitli milletlerin hali de böyledir. Fakat zamanla ihtiyarlık hali asabiyetlere de gelir. Yeni doğmakta olan güçlü bir asabiyet bunu yutar. Fakat tersi de gerçekleşir. Kimi zaman gelişmekte olan asabiyet daha büyüğü tarafından yutulur. Bunun neticesinde de galip devlet bu mağlup edilmiş asabiyetin sahiplerini kendi bünyesine alır ve kuvvetli bir şekilde karşılaştığı zorlukları bertaraf etmeye çalışır. Abbâsî Devleti içerisindeki Türklerin mevkiini İbn Haldun buna misal olarak verir. Bu bir nevi devlet içinde devlet gücüne ulaşamamış bir kuvvettir.
Yerleşik hayatta olmanın bir zaafı olarak nesebteki dağılmaya da değinen İbn Haldun’a göre, insanların birbirine yardım etmelerini ve dayanışmalarını sağlayan kuvvet asabiyettir. Yani belirttiğimiz gibi kavmin fertleri arasındaki dayanışma ruhudur. Bu da gerçek anlamda ancak bedeviler arasında yer alır. Çünkü dış dünyaya karşı savunmasız olunduğuna inanılması, bu fertleri birlikte hareket etmeye iter. Fakat bu durum yerleşik hayat için geçerli değildir. Zamanla akrabalık ilişkilerinin kopması, aile bağlarının zayıflaması bunun bir neticesidir.
İbn Haldun’a göre, devletin nüvesini meydana getiren şey asabiyettir. Önce çevresindeki boyları, sonrasında da Anadolu'daki Türk beyliklerini etrafında birleştiren Osmanlılar’da da durum bu şekilde asabiyetle mümkün olmuştur. O her ne kadar bedevilerin hadarîler üzerine daima galip geleceğini söylese de bunun mümkün olabilmesi için bu bedevi kavimde asabiyetin olmasını da şart olarak görür. Bu halde bulunmayan bedeviler, hadarîlere özellikle ekonomik olarak bağımlı olmaktan öteye geçemezler. Yerleşik hayatta yaşayan insanların işlerinde çalışır ve onların işlerini yaparlar. İktisat burada şüphesiz ana âmildir.
İbn Haldun’un bir ailenin asaletinin dört nesilde nihayete erdiğini ifade etmesi Mukaddime’nin ikinci bölümünde dikkat çeken meselelerden bir diğeridir.
Dört rakamı burada kendisinin de ifadesiyle artabilir veya azalabilir. Ona göre bunların birincisi olan bânî, çeşitli zorluklara katlanarak, mücadele vererek asaleti vücuda getirir. Kendisinden sonra gelen mübâşir ise doğrudan babasını takip ederek onun yolunu izler. Mukallid adını verdiği üçüncü sıradaki kişi sadece taklit ile yetinir. İbn Haldun’a göre üçüncü sırada yer alan bu kişi mübâşire nazaran mukallidin müçtehidden geri ve eksik oluşu gibidir. Sonra gelen dördüncü kişi ise adı üzerine hâdim yani yıkıcıdır. O, bu asalet binasının tesisinde herhangi bir zorlukla karşılaşılmadığını düşünür, var olan şeyin ne asalete ne de asabeye dayanmadığına inanır. Çevresinin ona saygı göstermesini kendisinin tabî bir mirası olarak görür ve buna bağlı olarak yaşananlar da sonunu getirir.
Mağlup olanın galip olanın kıyafetini, mesleğini, âdetlerini taklit edeceği ise izahını İbn Haldun’un taklit nazariyesinde bulur. Bunun sebebi ona göre öncelikli olarak kazananın bir üstünlüğe sahip olduğuna inanılmasıdır. Bu zamanla artık öyle bir yer eder ki galip olan her haliyle taklit edilmeye başlanır. Ya da herhangi bir galebe olmaksızın yapılan taklit de buna girer ki İbn Haldun, bunu kendi zamanından gösterdiği bir misalle izah eder. Ona göre, İber Yarımadası’ndaki Avrupalı kuvvetler karşısında Endülüs’ün durumu budur. İbn Haldun, Endülüslüler’in kılık – kıyafet, alamet, âdet ve tavırları itibariyle onlara benzediklerini hatta evlerin ve iş yerlerinin duvarlarında yer alan resim ve heykellerin bile Endülüslüler’in onlar gibi olmaya çalışmalarının bir neticesi olduğunu söyler.
Şu kısmı ise çok çarpıcıdır: “(Bu benzeme) o derecede ki” der İbn Haldun, “Hikmet gözüyle bakan, onun istilaya uğramanın alametleri olduğunu bundan his ve fark eder” Kendisi buna şahit olamaz ama yaşananlar gerçekten de İbn Haldun’u haklı çıkartır.
İbn Haldun mağlup olan kavimlerin bir diğer hususiyetlerinin de eksilme ve yok olma olduğunu ifade eder. Zira bir kavmin boyunduruğu altına giren kavim üzerinde görülen miskinlik onları bu neticeye maruz bırakır. Ona göre insanın tabiatında olan bu durum aynı şekilde yırtıcı hayvanlar için de geçerlidir. Döneminin bir gözlemi olarak insanlar tarafından zapt edilen yırtıcı hayvanların çiftleşemediklerini ifade eden İbn Haldun, artık günümüzde bilindiği üzere hayvanların strese girmeleri neticesinde yaptıkları kimi davranış hareketlerine temas eder.
Burada bir başka misal olarak İran milletinden bahseden İbn Haldun, dünyayı böylesine dolduran bu milletin İslam hakimiyeti sonrası eski ihtişamına nazaran artık çok azının kaldığını ifade eder. İbn Haldun'a göre, bu asla Arapların uyguladığı bir zulüm veya bir düşmanlık politikası sebebiyle olmamıştır. O, İslam hakimiyetinin adaletinden emindir. Ona göre bu azalmanın sebebi yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, hakimiyet altına alınan insanın tabiatının bunu getirmesidir.
Bununla birlikte, İbn Haldun Arapların vahşi bir millet olduklarını da, vahşilikle alakalı âdet ve huyların iliklerine işlediğini açıkça ifade eder. Arapların başından beri mâlik oldukları ve tegallüb ile hakim oldukları yerlere dikkati çeken İbn Haldun, buraların harap durumundan bahseder. Mesela Arapların karargahı olan Yemen birkaç şehri müstesna tamamen harap olmuştur. Irak da İran da Suriye de aynı âkıbete uğramıştır. Hatta İfrîkıyye ve Mağrip topraklarının başına da aynı şey gelmiştir. Buradaki âbideler, köy ve kent harabeleri burada mevcut bir umrana şahitlik ederken, Araplar döneminde düzlükler ve ovalar dahi harap olmaktan kurtulamamışlardır. İbn Haldun'a göre dinî bir tesir olmadan Araplar için umranın inşa edilebilmesi mümkün değildir. Bahsedilen bedevilikten kaynaklanan unsurlar ancak bu şekilde izole edilebilir.
Halifeler döneminde meydana gelen hükümranlıktaki kuvvet ona göre bununla mümkün olabilmiştir. İbn Haldun, Taberî’den naklen aktardığı İranlı Rüstem’e ait "Ömer ciğerimi yedi, köpeklere âdâp talim etmekte" sözüyle tezini de sağlamlaştırır. Fakat ona göre Araplar sonraki süreçte tekrar bedeviliğe dönmüşler, asabiyetlerini de kaybetmeleriyle Arap olmayan milletlerin onların üzerlerine olan galibiyeti böyle mümkün olmuştur.