Avrupa’da Morisko yüzyılı: Kanlarında vaftiz edilenler
Ölümle, sürgünle, asimileyle, tecavüzle neticelenen Hristiyan politikasının getirdiği yıkım, şüphesiz hâlâ acı bir hâdise olarak hatırlanmaya devam ediyor. Endülüs’te sürgüne giden süreçte yaşananların aynısının günümüzde de yaşanıyor olması, Avrupa başta olmak üzere bugün Hristiyan dünyasının yeni bir Endülüs meydana getirmeye teşne olduğunu gözler önüne serer.
Kuzey Afrika fetihlerinin artık neredeyse tamamlandığı miladi 8. yüzyılın başı İslam fatihlerinde artık yepyeni bir heyecan doğurur: Denizin öte tarafına, Vizigot topraklarına geçmek.. O dönemin Kuzey Afrika Valisi Mûsâ b. Nusayr’ın, Emevî Halifesi Velîd b. Abdülmelik’in izniyle gerçekleştirdiği bir keşif de artık bunun için doğru zamanın geldiğini söyler. Vizigot Krallığı her ne kadar bu dönemde yıkıcı çeşitli iç karışıklıkların yaşandığı bir yer olsa da bunların hiç birisi Târık b. Ziyâd kumandasındaki 7000 kişilik İslâm ordusunun kalabalık Vizigot ordusunu neredeyse tamamen yok ettiği savaş kadar yıkıcı bir tesir bırakmaz.
İspanya topraklarının tamamına hâkim olan Vizigot Krallığı’nın da düşmesiyle artık bu topraklar da İslâm fatihlerinin önüne serilmiş olur. Kuzey Afrika’dan da gelen yeni birliklerle öylesine hızla ilerler ki kısa bir zaman sonunda Fransa ile İspanya arasındaki dağ silsilesi olan Pireneler’e, hatta daha da ilerisine Merovenjler Hanedanı’nın idaresindeki Frank topraklarına kadar uzanılır.
Fethin tamamlanmasının ardından artık valilikle idare edilen bir yer haline gelen Endülüs aynı zamanda Avrupa içlerine uzanan ve durmayan fetih hareketleri için de ciddi bir üs olur. Fakat bu durum 732 yılında bugün Paris’in 300 küsur kilometre uzaklığında bulunan Poitiers mevkiinde, Abdurrahman el-Gâfikî kumandasındaki İslâm ordusuyla Charles Martel’in emrindeki Frank kuvvetleri arasında yapılan ve Müslümanların mağlubiyeti ile neticelenen savaşla inkıtaya uğrar. İslâm kaynaklarında Belâtüşşühedâ (Şehidler yolu) olarak bilinen ve önemli de bir dönüm noktası olan bu savaşın ardından artık Müslümanlar ciddi bir şekilde dışa da açılmazlar. Yapılan savaşlar bu tarihten sonra bir nevi savunma gayesi taşır.
İçeride kimi problemlerin patlak verdiği sıkıntılar ilk olarak bu valiler döneminde başlar. Berberî isyanlarının yanı sıra Arap kabilelerinin kendi aralarındaki çatışmalar devleti bir hayli meşgul ederken, İspanya topraklarının en kuzeyine sıkışmış Hristiyanların da kuvvetlerini toparlamaları için iyi bir fırsat sunar.
Fetihten 40 yıl sonra 750 yılına gelindiğinde ise çok büyük bir gelişme yaşanır ve Abbâsîler, Emevî Devleti’ni ortadan kaldırır. Hanedan mensuplarının Abbâsîler tarafından takip edildiği ve ortadan kaldırıldığı bir ortamda Bağdat’tan kaçmayı başaran Emevî Hanedanı’na mensup Abdurrahman b. Muâviye, Filistin ve Mısır üzerinden Kuzey Afrika’ya, nihayetinde oradan da Endülüs topraklarına geçer.
Tabi Endülüs’e geldiğinde buranın idaresi kendisine altın tepside sunulmaz. Mevcut kimi karışıklıklardan istifade eden I. Abdurrahman sağladığı destek ile başarılı olur ve nihayet 756 yılında kendisini emir ilan eder. Dolayısıyla buradan bakılınca fetihten yani 711 yılından 756 yılına kadar olan vetire Emevî Valiler Dönemi, bu tarihten 1031’e kadar devam edecek vetire ise Emevî Emirler Dönemi olarak isimlendirilir.
Ülke içindeki otoriteyi sağlayan, vurduğu darbeyle Hristiyanların emellerini boşa çıkaran I. Abdurrahman kısa zamanda devleti, gücü Abbâsîler ve Bizanslılar tarafından kabul edilen bir mevkiye taşır. Kendisinden sonra gelen I. Hişâm zamanında her ne kadar istikrarlı bir döneme şahit olunsa da ondan sonra gelen I. Hakem döneminde yine yoğun isyanlar patlak verir. Endülüs’ün en mühim şehirlerinden biri olan Barselona’nın 801 yılında Hristiyanlar’ın yönetimine geçmesiyle yaşanan bu iç karışıklıkların bir neticesi olur.
- II. Abdurrahman’ın saltanat yılları oldukça parlak geçerken kendisinden sonra yerine gelen Muhammed’in dönemi ağır iç karışıklıklarla çalkalanır.
Fakat sonrasında III. Abdurrahman zamanında yine istikrar sağlanır ve uzunca bir dönem de devam eder. III. Abdurrahman döneminin en önemli vakalarından birisi de 929 yılında kendisine halife ilan etmesidir. Bunda Kuzey Afrika’da ciddi bir biçimde yayılan Fâtımîler’in ciddi bir tesiri olur. Otoriteyi sağlamasının ardından mücadele ettiği tek kuvvet Hristiyan krallıklar değildir, aynı zamanda Kuzey Afrika içlerine kadar girerek Fâtımîler ile de mücadele eder.
III. Abdurrahman’ın torunu II. Hişâm’ın çocuk yaşta tahta geçmesi bir nevi vezir olan Ebû Âmir’e nisbetle Âmirîler dönemini başlatır. Halifenin pasif kaldığı bu dönemde yapılan kimi uygulamalar nihayetinde büyük bir isyanın patlak vermesine sebep olur. Halîfe kayıplara karışır, Âmirîler ortadan kaldırılır. Karışıklık öyle bir hale gelir ki bundan sonra gelen Emevî halifeleri de bununla baş edemez.
Yaşanan bu karışıklıktan istifade ile Şiî Hammûdîler, Emevî Endülüs Devleti’nin başkenti olan Kurtuba’yı ele geçirir fakat çok da uzun olmayan bir vakit sonra halk tarafından Kurtuba’dan atılır. Sonrasında Kurtuba’da 7 yıl boyunca Emevî tahtına geçecek hanedan mensuplarının mücadelesine şahit olunur. Yaşananlar neticesinde artık sabırları iyice tükenmiş olan Kurtuba ileri gelenleri 1031 yılında devleti lağvederek, hanedan mensuplarını da sürgüne yollar. Böylece Endülüs Emevî Devleti son bulmuş olur.
Meydana gelen otorite boşluğu tabî olarak beraberinde boş bırakılan yerlerde çeşitli devletçiklerin ortaya çıkması neticesini doğurur.
Mülûkü’t-tavâif denilen ve yaklaşık 60 yıl devam eden bu parçalanmışlık hali, İber Yarımadası’ndaki Müslümanların varlığını ortadan kaldırmayı gaye edinen “Reconquista” fikrini canlandırıcı Hristiyan krallıklara da büyük bir imkan sağlar. Kaybedilen topraklar arasında Kurtuba’dan sonraki en büyük ikinci şehir olan Tuleytula/Toledo’nun da bulunması Müslümanlar arasında büyük paniğe yol açar. Yaklaşan tehlike Endülüslüleri Kuzey Afrika’da hüküm süren Murâbıtlar’dan yardım istemeye mecbur eder.
Tabi burada yapmaya çalıştığımız şeyin asıl yazmayı planladığımız mevzunun anlaşılır olabilmesi için kısa bir siyasî tarih vermekten fazlası olmadığını söylemek yerinde olacaktır. Değil sadece detaylara, belli başlı meselelere girilmesi durumunda bile anlatılması belki kalın bir cilt esere sığmayacak meselelerin burada birkaç sayfa yazı ile anlatılmasındaki imkansızlık herkesin kabul edeceği bir gerçektir.
Bu giriş mahiyetindeki yazının gayesi kısa bir siyasî tarih olmaktan öteye geçmiyor. Yoksa, mesela girişilecek Endülüs sanatı ve Endülüs ilim hayatı gibi başlıklar bizi de bu yazıyla altından kalkılamayacak bir duruma sokar.
Vehle-i ûlâda verilebilecek şu misal bile yazamadıklarımızın anlaşılabilmesi için yeterli olacaktır: Tuleytula öylesine önemli bir ilim şehridir ki, 1085’te düşmesinin ardından buradan Avrupa içlerine taşınan kitapların Avrupa’yı ilmî bakımdan ihyâ ettiği, hatta Oxford Üniversitesi’nin buradan götürülen kitaplarla kurulduğu hiç de hafife alınmayacak kişiler tarafından dile getirilir.
Avrupa’nın hatta daha da abartılarak dünyanın en eski üniversitesi olduğu söylenen Bologno Üniversitesi’nin Tuleytula’nın düşüşünden sadece 3 yıl sonra, 1088 yılında kurulmuş olması üzerinde düşünülmesi, göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir.
Endülüs Müslümanlarının daveti üzerine Tuleytula’nın düşmesinden bir yıl sonra büyük bir orduyla Endülüs’e geçen Murâbıt Hükümdarı Yusuf b. Tâşfîn, Kastilya ve Leon Kralı VI. Alfonso’yu Zellâka Savaşı’nda ağır bir yenilgiye uğratır. Yusuf b. Tâşfîn’in Endülüs’teki emirlere düşman karşısında tek kuvvet olunması tavsiyesinde bulunarak Kuzey Afrika’ya geçmesinin ardından onların bunu dinlemeyerek yine birbirleriyle uğraşmaları, Hristiyanların da saldırılarını tekrar başlatmaları Yusuf b. Tâşfîn’in ikinci kez Endülüs topraklarına geçmesini ve yapılan teşviklerle burayı Murâbıt Devleti’ne bağlı bir vilâyet haline getirmesini sağlar.
Aynen Mülûkü’t-tavâif dönemi gibi Endülüs’te 60 yıllık bir Murâbıt dönemi yaşanır. 1147’de Murâbıtlar’ın yıkılışıyla meydana gelen otorite boşluğuyla Endülüs toprakları yine Hristiyan krallıklarının saldırılarına maruz kalır. Bu sefer de Murâbıtlar gibi bir başka Kuzey Afrika devleti olan Muvahhidler Endülüs’ün yardımına koşar.
Muvahhidler Devleti Hükümdarı Ebû Yusuf el-Mansûr’un 1195 yılında kazandığı Erek Savaşı ve bunun akabinde Hristiyanların ellerindeki kimi yerleri ele geçirmesi bir hayli mühimdir. Yaşanan gelişmeler Hristiyan dünyasında bir panik meydana getirince Papa III. Innocent’in çağrısıyla büyük bir haçlı ordusu kurulur. 1212 yılında yapılan ve İslâm kaynaklarına İkâb Savaşı olarak geçen çarpışmada Muvahhidler ağır bir darbe yerler.
Bu savaş neticesinde “Reconquista” fikri Hristiyanlar nezdinde tekrar canlılık kazanırken Muvahhidler de yıkılma sürecine girerler. Muvahhidler’in zayıfladığı bu dönemde Tunus’ta Hafsîler, Cezayir’de Abdülvâdîler, Fas’ta da Merînîler bağımsızlıklarını ilan ederken işte Endülüs’te de 1492 yılına kadar varlığını devam ettiren Nasrîler veya diğer ismiyle Gırnata Benî Ahmer Emirliği 1238’de bir güç olarak ortaya çıkar.
Nasrîler’in bulundukları topraklarda 250 küsur yıllık hakimiyetleri şüphesiz azımsanmayacak bir müddettir. Hristiyan krallıklara karşı uygulanan ılımlı politika ile Kuzey Afrika'daki Müslüman diğer kuvvetlere karşı uygulanan denge siyaseti bu uzun ömürlülüğün arkasında yatan temel sebeplerdir. Fakat 1462’ye gelindiğinde ise nispeten istikrarlı bir dönemin de sonuna gelinmiş olur.
Bunda şüphesiz, 1453’te İstanbul’un fethedilmesinin Hristiyan dünyasında meydana getirdiği paniğin de tesiri olur. Kastilya ve Leon Krallığı’nın Endülüs’ün Kuzey Afrika ile irtibatını sağladığı tek nokta olan Cebel-i Tarık’ı zapt etmesi ve 1469’da Kastilya ve Leon Kraliçesi ile Aragon Kralı’nın evlenerek Hristiyan yayılmacılığına ivme kazandırması, 1489’a gelindiğinde başşehir dışındaki bütün şehirlerin ele geçirilmesine sebep olur.
- Zaten bir lokma halinde kalan Gırnata da her ne kadar müdafaası noktasında büyük bir gayret vermiş olsa da nihayet 1492 yılında düşer.
1480’de Güney İtalya’ya ayak basan Osmanlı'nın istikrarlı ilerleyişinin daha sonra Cem Sultan vakası sebebiyle inkıtaya uğraması, Memlûk tahtında bulunan Kayıtbay'ın da İspanya krallarına yönelik tehditten öte gidemeyen faaliyetleri elle tutulur bir netice elde edilmesini engeller. Zaten o dönemde ciddi bir donanmadan yoksun bu iki devletin Cem Sultan sebebiyle vuruşmaya varan münasebetleri de Endülüs ile alakadar olmalarına izin vermez.
Buna rağmen, Osmanlı'nın Endülüs Müslümanlarından azımsanmayacak bir sayıyı Kuzey Afrika’ya taşıdığı bilinen bir gerçektir. Yine Mecra’da kaleme aldığımız " Tunus'ta iki Endülüs kasabası" başlıklı yazımız bu mevzuda detaylı bilgi sunar. Gırnata’nın düşmesi yapılan bir anlaşma ile şehrin teslimi suretiyle olur.
Tutulmayan kimi sözler ile teslim olmayı kabul eden Ebû Abdullah acıyla dönüp baktığı Gırnata’dan ayrılıp Endülüs topraklarındaki sürgün yerine giderken, Ferdinand ve İsabel de İslâm mimarisinin bölgedeki en muhteşem şaheserlerinden biri olan Elhamra Sarayı’na yerleşir. Böylece 800 yıllık bir tarihin son kalesi de düşerken arkasında bambaşka bir problem bırakır: 800 yıldır Endülüs topraklarına kök salmış olan Müslümanlar...
“Reconquista” aslında askerî bir harekâtı ifade ederken şüphesiz fikrî bir zemine de sahiptir. İslâm karşıtı olan bu fikir sadece İspanya’da değil Avrupa genelinde de yaygın başvurulan bir propagandadır. Orta Çağ’ın en önemli filozoflarından biri olarak görülen Aquinalı Thomas başta olmak üzere pek çok ismin şahsında temsil edilen İslâm karşıtı propagandanın oldukça eski bir tarihe sahip olduğu Avrupa kıtasında bunun sayısız misali varken, “Reconquista” fikrinin temelini oluşturduğu bu düşmanca anlayış İspanya için de fazlasıyla geçerlidir.
Endülüs’ün düşmesiyle birlikte Hristiyan ve oldukça da mutaassıp hakim kuvvetin insafına bırakılan Müslümanlar, kötü muameleye maruz kalır. Endülüs Müslümanlarının tamamının o tarihte İber Yarımadası’ndaki tek Müslüman kuvvet olan Nasrîler şemsiyesi altında toplanmış olmadığını unutmamak gerekir. Mesela 1238 yılında Aragon Kralı I. James Belensiye/Valensya’yı aldığında orada mevcut olan ve sayıları bir hayli kalabalık olan Müslüman nüfus varlıklarını 17. yüzyılın başına, büyük sürgüne kadar devam ettirir. Yani Hristiyan boyunduruğu altına giren ciddi bir Müslüman nüfus 1492’den daha evvel Hristiyan tahakkümüne maruz kalır.
- Bu Valensya misalinde olduğu gibi farklı Endülüs şehirleri için de geçerlidir. Endülüs nüfusunun sadece Arap ve Berberîlerden oluşmadığını da bilmekte fayda var.
Kuzey Afrika’dan, Arap ülkelerinden getirilen Arap veya Berberîlerin Endülüs Müslümanlarının ilk nüvesini oluşturduğunda şüphe yoktur. Mesela bilindiği gibi İbn Haldun’un ataları Yemen’den kalkıp Endülüs topraklarına yerleşmiş Araplardır. Endülüs’te nüfuz sahibi bir aile mevkiine gelen Benî Haldun, Hristiyanların ilerleyişi karşısında kendilerine emniyetli bir yer bulmak istemeleri dolayısıyla, İbn Haldun’un 1332 yılındaki doğumundan sadece bir asır kadar önce Tunus’a yerleşir. Tabi Endülüs’te asıl Müslüman nüfusu fetihten yaklaşık iki asır sonra kendisini iyice hissettiren ve mühtedi olanların soyundan gelenleri ifade eden müvelledûn oluşturur.
Bu ihtida hareketlerinin nasıl olduğu mevzu bizi asıl temerküz etmek istediğimiz mevzudan alıkoyacak bir mesele olsa da, bu ihtidaların mahkûmiyet veya kimi Hristiyanların menfaatleri neticesinde olduğunu söyleyen Matthew Carr’a katılmak da mümkün değildir. Kendisinin; 1492’den 1609, hatta daha sonraki dönemi ustalıkla incelediği Blood and Faith: The Purging of Muslim Spain, 1492-1614 (Kan ve İman: İslâmî İspanya'nın Tasfiyesi 1492-1614) isimli çok kıymetli araştırma eseri bu bakımdan halel taşır.
1915 – 1916 yılları arasında bir milyona yakın Ermeni’nin öldürülmesini “Türkleştirme Projesi” ile ifade eden ve bu yanlış propaganda unsuru bilgi üzerine inşa ettiği durumu İspanya’da uygulanan tasfiyeye benzetmesi ise böyle bir araştırma eserini meydana getiren bir yazar için affedilemeyecek ölçüde büyük bir hatadır.
İber Yarımadası’nın şehirleri Hristiyan hakimiyeti altına girdikçe artık Hristiyan olmayan unsurlar da bir problem haline gelir ki bunun ilk sıkıntısını yaşayan grup Yahudiler olur. İsa’yı öldüren Yahudi figürünün dalga dalga büyüdüğü o dönem Avrupa'sında bu durum kendileri için hiç kolay değildir şüphesiz. Aleyhlerine işleyen hava içerisinde bundan dolayı Hristiyanlaştırma politikasına maruz kalan ilk dinî cemaat de kendileridir. İbranice "Sefarad" manasına gelen İspanya topraklarında bu uygulama kendileri için ilk de değildir üstelik.
711 yılında Endülüs fethi öncesinde Vizigotlar tarafından da Hristiyan olmaya zorlanan Yahudiler İslâm sancağı altında bu topraklarda şüphesiz en refah dönemlerini yaşarlar.
Özellikle dinî hürriyetlerini yaşamalarından başka saray, ilim ve bürokraside geldikleri noktalarla bu dönem kendileri için adeta altın çağları olur. Alman Araştırmacı Sigrid Hunke’ın “Avrupa'nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi” ismiyle tercüme edilen eseri bunun ve benzer başkalarının sayısız misali ile doludur.
Yahudilikten Hristiyanlığa dönen manasında kullanılan “Konverso” sıfatı ile anılagelen Yahudilerin çoğu şeklen Hristiyan olurken, bunu bilen otoriteler de takibatta bulunurlar. 1477 yılında Sevilla’ya giden Ferdinand ve İsabel çiftinin rivayet edildiği şekliyle bir dönme mahallesinde hâlâ Yahudilik inancı üzere yaşadıklarını gözlemlemesi sonrası engizisyon faaliyetinde bulunması aslında ileride Müslümanlara yapılacak aynı uygulamanın sadece bir habercisidir. 1485 ile 1501 yılları arasında sadece 2000 kişinin Engizisyon’da yakılarak öldürülmesi bu taassubun seviyesini göstermesi bakımından ibretliktir.
Aslında benzer muamele 1492’den daha evvel Müslümanlar üzerinde de uygulanmak istenir. Yukarıda isminden bahsettiğimiz Aragon Kralı I. James 1238’de Belensiye/Valensya’yı aldığında, hakimiyeti altında bulunan Müslümanların yok edilmesi yönünde ruhban sınıfından bir ısrarla karşı karşıya kalır. Fakat mevcut Müslümanların sayıca üstün olması, onların yokluğunda oluşacak ekonomik altüst oluş I. James’i böyle bir uygulamadan alıkoyar.
Muhtemelen Müslümanlara kıyasla nüfuslarının az olması Yahudiler aleyhlerine yapılması planlanan faaliyetler için de herhangi bir tereddüde mahal bırakmaz. Günümüzde bile hayatî öneme sahip olan nüfus şüphesiz o asırlarda çok daha önemlidir. Mesela İstanbul’un fethinden önce ve sonra şehri terk ederek kaçan Rumları tekrar buraya çekmek için teşviklerde bulunan Fatih’in gayretleri de bununla izah edilebilir.
Avrupa’da o tarihlerde farklı bir dine değil, Hristiyanlığın farklı bir mezhebine bağlı olmanın bile mensuplarını Engizisyon'a yolladığı dönemde; Fatih’in Foça, Mora, Limni, Midilli gibi pek çok yerden Müslüman olmayan unsurları İstanbul'a getirerek burada iskân etmesi sadece ekonomik sebepler ile değil, hiç şüphesiz Osmanlı hoşgörüsü izah edilebilir.
Nihayet Ferdinand ile İsabel’in 1492’de imzaladıkları ve tarihe Elhamra Kararnâmesi ismiyle geçen metinle Yahudiler İspanya topraklarından sürülür. Dünyanın çeşitli yerlerine dağılan İspanya Yahudileri, bilindiği gibi Endülüs Müslümanlarının ricasıyla II. Bayezid tarafından yardım gayesiyle oraya gönderilen Kemal Reis tarafından Müslümanlarla birlikte Kuzey Afrika ve Osmanlı topraklarına taşınarak buralarda iskân edilirler.
İber Yarımadası’ndaki son kuvvetin de ortadan kaldırılması şüphesiz Hristiyanlar nezdinde büyük bir öz güven meydana getirir. Daha 1492 öncesi kimi kehanet metinleri Ferdinand’ı tüm krallıklara boyun eğdiren bir lider olarak tavsif eder. Gırnata’nın düşmesi ile birlikte Kudüs emelleri bir daha canlanır. Gelinen nokta öylesine müessirdir ki Matthew Carr’ın ifade ettiği şekliyle Kristof Kolomb’un Hint Adaları’na yeni bir güzergâh arayışındaki gayelerinden biri de İslâm dünyasına batıdan olduğu gibi doğudan da saldırmak için bir yol bulmak olur.
Gırnata’nın teslim şartları içerisinde bulunan bir madde de Endülüs’ten üç yıl içinde ayrılmak isteyenlerin, yanlarına değerli eşyalarını da alıp ayrılmalarına imkan tanır. Bu durum beraberinde bir Müslümanın dârülharpte yani Müslüman olmayan bir devletin hakimiyeti altında yaşayıp yaşayamayacağı fıkhî meselesini doğurur ki dönemin ulemâsı arasında tartışma meydana getiren bu meselede kimi alimler orada yaşanılmaması gerektiğini kimileri de aksini söyler.
Bundan dolayı aralarında son Nasrî Hükümdarı Ebû Abdullah’ın da olduğu Müslüman nüfusun bir kısmı Endülüs’ten ayrılır, büyükçe bir kısım da Endülüs’te kalmaya devam eder. Endülüs’te 1492’den evvel de diğer şehirlerin de düşmesiyle göçlere şahit olunur. Mesela Müfessir Kurtubî, doğduğu ve büyüdüğü Kurtuba’nın 1236 yılında Hristiyanlar'ın eline geçmesinin ardından buradan ayrılarak Mısır'a yerleşir ve meşhur tefsiri el-Câmi'li-ahkâmi’l-Kur'ân’ı burada tamamlar.
Endülüs’te kalanlardan mülk sahibi Müslüman soylu ailelerin yanı sına özellikle Hristiyanların altında çalışan Müslümanlar, Aragon ve Valensya gibi yerlerde sahip oldukları iş gücü sebebiyle ciddi bir öneme hâizdirler. Bu durum da haliyle zengin Hristiyan soylular ile bunlarla çalışan Müslümanlar arasında bir menfaat münasebeti meydana getirir.
Gırnata’nın teslimi mukabilinde Müslümanlara sunulan din, mal, can gibi hürriyetleri muhtevî şartların kısa bir zaman sonra hâkim kuvvet tarafından rafa kaldırıldığında bu münâsebet kendisini daha da belirgin kılar. Öyle ki mesela otorite tarafından Müslümanların dış ezan okumaları yasaklanırken, zenginliği Müslümanların iş gücüne dayalı olan zenginler Müslümanların bu ezan ihtiyaçlarını karşılamalarından başka, kendilerine camiler inşa edebilecekleri yerler bile tahsis ederler.
Müslümanların bu dönemdeki muhtemelen en büyük sıkıntıları İber Yarımadası’nda dağınık olmaları dolayısıyla bir birlikteliğe sahip olamamalarıdır. Bundan dolayı da otorite tarafından Müslümanlar üzerine yapılan uygulamalar tek seferde tamamı üzerine değil, ileride göreceğimiz üzere ayrı ayrı ve farklı zamanlarda icra edilir.
- 16. yüzyıl Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki mücadelelerle de bir hayli karmaşıktır ve Ferdinand, İtalya üzerinde yaşanan kimi anlaşmazlıklar sebebiyle Fransa ile bir mücadele içerisindedir.
Ruhban sınıfından kendisine teklif edilen, Yahudilere uygulanan politikanın aynısının Müslümanlara da uygulanması fikrine dışta vermekte olduğu bu mücadele dolayısıyla pek sıcak bakmaz ve asimile politikasını tercih eder.
Burada da mesela Gırnata Başpiskoposluğu’na atanan Hernando de Talavera, kralın bu politikasını yürüten kilit bir isim olur. Asimile faaliyetlerinin yavaş ilerlemesi tabi zamanla Talavera’nın yöntemlerini sorgulatır. 1499 yılında Gırnata’ya gelen Ferdinand ve İsabel, Sevilla’ya giderken beraberinde getirdikleri Toledo Başpiskoposu Francisco Jimenez de Cisneros’u, Talavera ile birlikte çalışması için onunla bıraktığında asimile çalışmalarında da gözle görülür bir değişiklik olur. İkna metodunu tercih eden Talavera’nın aksine Cisneros asimile sürecini hızlandırmak için boyun eğmeyen kimi Müslümanları hapse atar.
Bu yaşananlar da 1500 yılında Gırnata’da ciddi bir halk ayaklanmasına sebep olur. Erişimi çok da kolay olmayan bir bölge olan Alpujarras, daha o dönemde Hristiyanların niyetlerini anlayan kimi silahlı Müslümanların karargâhı haline gelir. Her ne kadar ayaklananların kısmî zaferleri olsa da bu isyanlar kanlı bir şekilde bastırılır, aman dileyen Müslümanlara ise kurtulmaları için vaftiz olmaları şartı sunulur ki bu durum hiç şüphesiz Ferdinand’ın bunu başarı olarak görmesini sağlar.
1501’de Gırnata’da bulunan İslâmî kitapların yakılmasını emreden bir ferman şüphesiz asimile politikasının bir neticesidir. Endülüs ilmî mirasının Gırnata’daki bakiyesi sayısız yazma eser kül olur. İSAM tarafından 2019 yılında basılan Buhârî’nin en eski nüshasının Gırnata’nın düşmesinden kısa sayılabilecek bir zaman önce Endülüs’ten Kuzey Afrika’ya, oradan Mısır’a, oradan da meşhur Osmanlı alimi Musannifek eliyle İstanbul’a getirilmiş olduğu gerçeği Endülüs’teki bu birikimin ne kadar muhteşem olduğunu ve onu yok etmenin nasıl bir vahşilik olduğunu gözler önüne serer.
Asimile politikasının tatbik sahası Gırnata ile sınırlı kalmaz şüphesiz. Kastilya Müslümanları da Müslüman kalarak ülkeyi terk etmek, veya Hristiyan olmak seçeneklerinden birini kabul etmeye zorlanırlar. Tabi ülkeden ayrılmak isteyenlere yanlarına altın veya gümüşlerini, hatta 14 yaşından ufak erkek ve 12 yaşından küçük kızlarını almalarının da yasak olacağı söylenir. Aynı zamanda deniz yoluyla İspanya’dan ayrılacakları nokta yarımadanın en kuzeyindeki nokta olarak tespit edilir ki bununla buradan ayrılacak Müslümanların, İspanya krallarının savaş halinde olduğu Müslüman devletlere kuvvet olarak katılması engellenir.
Bu zorlukların, nüfusun kaybedilmemesi için caydırma sadedinde yapılan zorluklar olduğu haklı olarak düşünülebilir. Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi Müslümanların ekonomiye olan katkıları kendilerinden feragat edilemeyecek derecede önemlidir. 1504 yılında Kraliçe İsabel’in ölümü sonrası kısa da olsa bir taht krizi yaşanır. 1516 yılında Kral Ferdinand’ın ölümünün ardından ise 1517 yılında V. Karl ya da diğer maruf ismiyle Şarlken İspanya kralı olur. Babası I. Maximilian’ın ölümünün ardından 1519 yılında ise Kutsal Roma Cermen İmparatoru haline gelir. V. Karl’ın da mensubu olduğu Habsburg Hanedanı şüphesiz o dönemde Avrupa siyasetinde sadece İspanya’da da değil pek çok yerde çok müessir bir kuvvettir.
Müslümanken Hristiyan olan kişiler için kullanılan “Morisko” kelimesi de bu dönemde ortaya çıkar. Müslümanların sıkboğaz edilmeleri de yayınlanan fermanlarla devam eder.
1526 yılında Portekizli İsabel ile evlenerek balayını Elhamra’da geçirmek üzere Gırnata’ya gelen V. Karl, burada Moriskoların durumunu konuşmak üzere bir dizi toplantılar düzenler. Buradan çıkan neticelere göre Moriskoların Arapçayı kullanmaları yasaklanırken, İspanyolcanın kullanılması şart koşulur. Çocuklarına Müslüman isimleri vermeleri, hatta denetimsiz hamamları kullanmaları bile yasaklanır. Vücudun temizlenmesi neticesinde deri üzerindeki gözeneklerin açılarak salgın hastalıkların vücuda kolay nüfûz ettiği düşünülen o günün Avrupasında yıkanmak da şüphesiz bir Müslüman karakteristik özelliğidir.
Bu yasakların altında yatan sebep; Moriskoların Hristiyanlığı tam anlamıyla benimsememelerinde eski adetlerinin etkili olduğu düşüncesidir. Kaldı ki Hristiyan otorite de Moriskoların en azından çok büyük bir kısmının sadece zâhiren Hristiyan ama hâlâ Müslüman olduğunun farkındadır. Fakat bu yasaklamalar, Gırnata’daki Morisko temsilcilerinin kendilerine 40 yıl dokunulmaması şartıyla V. Karl’a evlilik hediyesi adı altında vermeyi teklif ettikleri büyük bir para meblağı ile uygulamaya konulmaz.
- Bu dönem yukarıda bahsettiğimiz gibi aynı zamanda Avrupa içerisinde de çarpışmaların olduğu bir zamandır ve V. Karl her ne kadar daha Pavia Savaşı’nda Fransa’yı mağlup etmiş olsa da savaş harcamaları sebebiyle bir miktar darda olan ülke kasasını bu meblağ ile rahatlatır.
Gırnata ve Kastilya’da yaşayan Müslümanlarla alakalı durum bu şekilde iken, Müslüman nüfusun ciddi bir şekilde bulunduğu Aragon’da da Hristiyanlaştırma faaliyetleri V. Karl dönemine rastlar. Bu tarihe kadar herhangi bir teşebbüste bulunulmaması, hatta İspanya’nın diğer yerlerindeki uygulamalardan haberdar olmaları neticesinde Müslümanlar nezdinde oluşan tedirginliğin yine otorite tarafından teskîni buradaki büyük toprak sahibi ailelerin varlığıyla alakalıdır.
Bu ailelerin zenginliğinin büyük bir kısmının altlarında işçi olarak çalışan bu Müslümanlara bağlı olduğu gerçeği Hristiyan otoriteleri karşılarına bu soylu aileleri almaktan alıkoyar. Fakat V. Karl döneminde işler değişir. V. Karl’ın otoritesine karşı Aragon’da yaşanan bir ayaklanma neticesinde bizzat isyancılar tarafından orada yaşayan Müslümanların büyük bir kısmı zorla vaftiz edilir.
Kraliyet kuvvetleri tarafından ayaklanma bastırılır, fakat ilginç bir biçimde, zorla vaftiz edilmiş olmalarına rağmen Müslümanlara uygulanan vaftizler geçerli sayılır.
Bu durumu iyi bir fırsat olarak değerlendiren V. Karl, Aragon’daki tüm Müslümanların vaftizi kabul ederek Hristiyan olmalarını, aksi takdirde ülkeden ihraç gibi kimi yaptırımlara başvuracağını açıklar. Bu durum karşısında kimi Müslümanlar Kuzey Afrika’ya gitmeye hazırlanırken, kimileri de silahlı mücadele hazırlığı yapar. Yer yer vuku bulan bu ayaklanmaların en ciddisi ise isyan edenlerin kendilerine Muzaffer el-Mansûr isimli kralın tayin ettiği harekettir. Kısmî zaferlerin de elde edildiği bu teşebbüsler netice itibariyle kanlı bir biçimde bastırılır. Sonrasında yaşananlar diğer yerlerde Müslümanlara uygulanan faaliyetlerden farksız olur. Camiler kiliseler çevrilir, dinî kitaplar yakılır, İslâm’a dair ne varsa ortadan kaldırılır. Bununla birlikte enselerinde engizisyon olmaması için büyük meblağlara patlayan 40 yıllık bir anlaşma da Aragon’daki artık Morisko olan kişiler için uygulanır. Böylece İspanya topraklarından artık Müslüman tabiri de kalkmış olur. Muhatap olunan kişiler şeklen de olsa Hristiyan gözüken Moriskolardır.
Asimile faaliyetinin tam anlamıyla işlemesi için gerekli olan eğitim ise Hristiyan otoritenin altından kalkamadığı bir hüviyet kazanır. Bunda ne “Pariş” adı verilen kılcal damarlara kadar uzanan kilise yapılanması ne de teşebbüste bulunulan ve Morisko çocuklarının eğitilmesinin amaçlandığı yerler bir meyve verir. Zaten Hristiyan olması için zorlanan, buna razı olmayan Müslümanlar, Hristiyanlığa kazandırılmaları için otoriteler tarafından sağlanamayan insan ve finans kaynaklarının yetersizliği sebebiyle işi ağırdan alma şansını yakalamış olur.
Gerçekten de o dönemde kilise, İspanya’nın kırsalındaki Hristiyanlara bile yardım eli uzatmaktan acizdir. Bundan dolayı da farklı asimilasyon yollarına başvurulur. Mesela Moriskoların vergi muafiyeti gibi teşviklerle Hristiyanlarla evlenmelerinin veya Hristiyan mahallelerine taşınmalarının istenmesi bunlar arasındadır. Bunların hiçbiri de işe yaramaz. Hristiyan olmaları Moriskoları asla eski Hristiyanlarla aynı statüye getirmez. Moriskolar, Hristiyanlara ayrılmış hemşirelik, ebelik, hekimlik ve eczacılık gibi mesleklerden, aynı zamanda bıçak bile taşımaktan men edilirler. Müslümanken ödedikleri vergiyi başka isimler altında ödemeye devam ederek ekonomik olarak kan kaybetmeye devam ederler.
Hristiyanların, yeni Hristiyan olanların varlıklarından hoşnut olmadıklarında şüphe yoktur. İspanya topraklarında bulunan bir Meryem heykelinin Moriskoları protesto için terlediği efsanesi bu rahatsızlığın ifadesidir. Hristiyanlar böyleyken, Moriskolar da durumlarından hoşnut değildir şüphesiz. Kiliselerdeki ayinler gibi dayatılarak yapılan kimi uygulamalar Moriskoların bunları ciddiye almamasına yol açar.
- Öyle ki gelinen noktada dönemin Gırnata Başpiskoposu Avalos, 1530’da saraya gönderdiği raporunda Moriskoların Müslüman iken kiliseye daha da saygılı olduklarını ifade eder.
Gırnata’da durum bu iken Valensya’da durumlar çok daha girift bir hâl alır. Soyluların koruması altında her ne kadar ismen Hristiyan görünse de özel hayatlarında kısmen rahat olan Müslümanların durumu, kilise ile soyluları karşı karşıya getirir. 1542 yılında Engizisyon, Moriskoların Hristiyanlaşmalarının önündeki engel olduğuna inandığı Cardona isimli bir soyluyu bundan dolayı suçlar ama ciddi bir yaptırımda da bulunamaz. Tabi kimi zaman Moriskolara uygulanan kimi şiddetli Engizisyon kararları da kendisini gösterir.
Muhatap olarak kendisine Hristiyanları alan bu mahkemelerin sahasına şüphesiz Moriskolar da girer. Hırslı engizisyoncuların başında olduğu mahkemelerin kararı ile yakılan Moriskolar da bir hayli fazladır bu dönemde. Engizisyonun sıklaştığı dönemlerde çoğu kere verilecek bir haraç ise köklü olmasa da kısmî bir çözüm meydana getirir. Şükran Bektaş Konuk’un “Batılı kaynaklara göre Endülüs'te Moriskolara yönelik engizisyon uygulamaları (1492-1614)” başlıklı tezi Müslümanlara yönelik yapılan uygulamaların uzunca bir listesini sunar.
Endülüs’teki Müslümanların durumu izah edilirken atlanmaması gereken bir mevzu da kesinlikle Akdeniz’de 16. yüzyıl boyunca devam eden burada detayını vermekten kaçınacağımız Osmanlı – İspanya mücadelesidir. Serdar Tabakoğlu’nun Akdeniz'de Savaş & Osmanlı-İspanya Mücadelesi isimli kıymetli eseri 16. yüzyılın gerçekten de bu iki süper kuvvet arasındaki mücadelesini gayet iyi bir şekilde ortaya koyar.
Kâh İspanya’nın ama çoğunlukla da muhteşem Türk denizcileri sayesinde Osmanlı’nın zaferler kazandığı Akdeniz’deki durum hiç şüphesiz İspanya'daki Moriskoların da düşmanla iş birliği içerisinde olduğu düşüncelerini doğurur. Moriskoların içinde bulundukları durumdan kurtuluşun Türkler sayesinde olacağını düşünmeleri çok da anlamsız olmaz. Dolayısıyla Türklerin ilerlemelerinden ümitvar oldukları düşünebilir. Fakat öte taraftan İspanya, Akdeniz’deki Türk tehlikesine paralel olarak Moriskoların bu durumda ciddi bir tehdit olduğuna inanmaya başlar.
- Aslında Avrupa'nın o dönemki kaotik yapısı içerisinde kendilerini gizlemesi gerekenler sadece Moriskolar da değildirler. Osmanlı’nın 16. yüzyıldaki farklı dinî gruplara gösterdiği toleransın o dönemde Avrupa’da hayali bile mümkün değildir.
Martin Luther öncülüğündeki başlatılan ve daha sonra Protestanlık haline gelen reform hareketleri, Fransa Protestanları olarak bilinen Huguenotlar ve “The Tudors” isimli dizide İrlandalı oyuncu Jonathan Rhys Meyers tarafından harika bir biçimde canlandırılan İngiltere Kralı VIII. Henry’nin bu yüzyılda Katolikliği terk ederek Protestanlığa bağlı Anglikan Kilisesi’ni kurması Avrupa’da yaşanan önemli kırılmalardır.
Bu mezheplere bağlı olanlar da şüphesiz Engizisyonun çalışma sahasındadır ve kimi engizisyon kararları İspanya’da bunlara bağlı olanların asla affedilmediğini gösterir niteliktedir. Fakat Moriskolara adetlerinin de Hristiyanlaştırılmasını ister mahiyette olduğundan daha da sıkıdır.
Yemeği masada değil de yerde yemenin bile takip edildiği bu dönemde korkunç bir engizisyon nefesi Müslümanların enselerinde hissedilir.
Morisko olmalarının üzerinden bir hayli zaman geçmiş olmasına rağmen Hristiyan zaten olmayan ama bununla birlikte camileri, dinî müesseseleri veya kitapları olmadığı için İslâmî bilgisini sathî devam ettiren Moriskoların durumu bir hayli dikkat çekicidir. İslâm inancını devam ettirdiği için Engizisyon karşısına çıkartılan bir Moriskonun kayıtlarda yer alan “Eğer Müslümanlığa ait duaları bilseydim, yapardım” ifadesi bunun bir misalidir. Moriskolar arasında İslâmî bilgi genel olarak şifâhi sürdürülürken yazılı olarak da “aljamiado” metinleri büyük önem arz eder.
Arap alfabesinin kullanıldığı ama dilin İspanyolca olduğu bu metinler, Hristiyan yetkililer tarafından da ceza listesinde bulunur. Endülüs’taki Müslüman nüfusun müvelledûn adını verdiğimiz ihtidâ etmiş yerli kişilerin soyundan geldiklerini ifade etmiştik. Bundan dolayı da çoğunluğun dili zannedildiğinin aksine Endülüs’te Arapça değildir.
- Bu metinlerin varlığını bu durum izah ederken, neden dilin İspanyolca ama yazının Arap alfabesiyle olduğu sorusunun cevabı ise basittir, bu da Arap harflerinin İslâm dünyasının ortak malı, bundan dolayı İslâm harfleri olarak biliniyor olması sebebiyledir.
Aynı durum şüphesiz Osmanlıca veya başka diller için de geçerlidir. 16. yüzyıl boyunca yakılan aljamiado metinlerinin sayısı on binlerle ifade edilir. İspanya’da 19. yüzyılda kimi inşaat çalışmalarında ortaya çıkacak kadar iyi saklanabilmiş olanların olduğu aljamiado metinleri İspanya dili bakımından önemli de bir araştırma mevzusudur.
Endülüs topraklarında bulunan tüm Moriskoların homojen bir tavır sergilediklerini söylemek mümkün değildir. Az da olsa gönüllü olarak Hristiyanlığı seçen örnekler muhtemelen baskıya takat getirememekten kaynaklıdır. 1535’te Tunus’u ele geçiren V. Karl’ın zaferini kutlayan veya aleyhlerine kanunlar çıkaran karısı İsabel’in ölümünde yas törenleri yapan Moriskolar şüphesiz işgalin getirdiği dejenerasyon ile izah edilebilir.
V. Karl’ın 1555’te tahttan oğlu için feragat edip yerine kendisinden daha da mutassıp oğlu II. Philip’in gelmesiyle Moriskoların durumu daha da zorlaşır. Bu arada V. Karl’ın Kutsal Roma Cermen İmparatoru sıfatını da kardeşi Ferdinand’a bıraktığını eklemek gerekir. II. Philip, V. Karl gibi İspanya Kralı olmasının yanında Kutsal Roma Cermen İmparatoru da değildir yani. Türklerle mücadele bu dönemde daha da ivme kazanır.
1561 yılında İspanya’nın başını çektiği Haçlı kuvvetlerinin başına inen Cerbe gürzü II. Philip’in tahtta olduğu döneme tekabül eder. Yine Mecra’da kaleme aldığımız “Akdeniz'de bir ada: Cerbe” isimli yazımız bu mevzuyu detaylı bir şekilde inceler. Türkler veya Avrupa'daki gelişmeler İspanya'nın başını ağrıtan tek meseleler değildir. Aynı zamanda bitmek bilmez korsan akınlarının meydana getirdiği akınlar da İspanya’yı bir hayli aciz bir mevkide gösterir. Kürekçiler, bir filo için hayâtî öneme sahiptir ve bunlar da esirlerden karşılanır. İspanya kıyılarına yapılan ve ciddi hasar da bıraktıkları akınlarında korsanlar Kuzey Afrika’daki üslerine çok sayıda esir ile dönerler.
Bilindiği gibi Don Kişot’un yazarı Cervantes de bir müddet Kuzey Afrika’da esir olarak kalır. Yaşanan bu gelişmeler yukarıda da bahsettiğimiz gibi işin içinde Moriskoların olduğunu düşündürtür. Hatta dışarıdan yapılacak bir müdahale ile Valensya merkezli silahlı bir Morisko ayaklanmasının hazırlıklarından bahsedilen raporlar saraya ulaştırılır. 1563 yılındaki bir ferman Valensya’daki Moriskoların silahlarını teslim etmelerini emreder. Moriskoların durumuyla alakalı II. Philip’in emriyle yapılan toplantılarda asimile meselesine hız verecek uygulamalar yapılır. Yukarıda bahsettiğimiz V. Karl döneminde verilen 40 yıllık mühletin sona gelindiği Gırnata için de kimi asimile planlarına hız verilmesi düşünülür.
Katoliklik tarihi bakımından büyük öneme sahip olan ve II. Philip’in dönemine rastlayan Trent Konsili sürecinde özellikle Gırnata’daki Moriskoların asimile edilmeleri için Papa desteği de sağlanır. 1568’e, Gırnata’nın ele geçirilmesinden yaklaşık 70 yıl sonra bile hâlâ Hristiyanlığı benimseyememiş oldukları görülen Moriskolara ihlali durumunda şiddetli cezaların verileceği, asimile politikasının yürürlüğe konduğu bir kraliyet fermanı duyurulur. Gaye, Moriskoların artık tamamıyla asimile edilmesidir. Yaşanan bu gerginlikler 1492 sonrası Endülüs tarihinin en büyük ayaklanmasının da fitilini yakar. Emevî soyundan olan Muhammed b. Ümeyye’yi kral olarak tayin eden Gırnata’daki Moriskolar çözümü isyandan başka bir şeyde bulamazlar.
İsyanın merkezi daha önceki 1500 yılında olanı gibi Alpujarras Dağları’dır. Fakat bu seferki çok daha geniştir. İsyanın ilk hareketlerinde elde edilen başarılar neticesinde zapt edilen köyler ve kasabalar Moriskolara ciddi ümit verir. Moriskolar artık açıkça namaz gibi ibadetlerini yerini getirirken, kendilerine uygulanan baskıcı politikalara da öfkelerini göstermeyi ihmal etmezler. Bir yerde vaftiz hurnasını sokak hayvanlarına yalak yapmaları öfkelerinin de açık bir işareti olur. Gırnata merkezli bu isyan kimi yerlerde acımasız İspanya kuvvetlerine karşı mağlubiyetler alsa da ilerlemeye devam eder.
İspanya kralı için asıl tehlike isyan fikrinin başka noktalara da sıçraması olur. Kaldı ki bu ayaklanma İspanya’nın düşünmesi gereken tek problem de değildir. İspanya’nın kimi Avrupa devletleriyle olan mücadelesi dikkatini kendi topraklarına odaklamayı da engelliyordur. Morisko isyanının başka noktalara sıçramasını engellemek ve isyana son vermek gayesiyle II. Phlip, Gırnata’daki tüm Hristiyan kuvvetlerin genel komutanı olarak ismini İnebahtı Deniz Savaşı’nda duyduğumuz meşhur Don Juan’ı atar. Don Juan öncelikle Gırnata’daki kimi Moriskoların İspanya’nın içlerine sürgünü ile işe başlar.
Özellikle Kuzey Afrika korsanlarından temin edilen silah, erzak ve cephane her ne kadar lojistik olarak isyanın devamlılığını temin ediyor ise de bu şüphesiz daha profesyonel kraliyet ordusu karşısında cılız kalır. Tabi ayaklanmaya destek veren Türk asker, casus ve korsanlarının varlığı da inkar edilemez.
- İsyan eden Moriskoların o zaman Osmanlı tahtında bulunan II. Selim’e yolladıkları yardım mektupları bilinen bir gerçektir.
Endülüs’teki durumla alakadar olduğunu ve yardım vaadiyle Moriskoları rahatlatan II. Selim bu mevzuda Kılıç Ali Paşa’ya emirler verir. Gönderilen kuvvetli bir donanmanın fırtına sebebiyle dağılması, bir sonraki yıl asker ve silah yardımı ile tekrarlanır. Fakat isyancılar safında olan bir gelişme; Muhammed b. Ümeyye’nin iç çekişme sebebiyle öldürülmesi ve yerine kuzeni Abdullah’ın geçmesi ayaklanmaya ciddi bir balta vurur. Osmanlı’dan gelen yardım da karışıklıkta iyi değerlendirilmemiş olur.
Her ne kadar bir sonraki sene sultan tarafından tekrar yardım sözü verilse de 1571 yılında İnebahtı’da yakılan Osmanlı gemileri sebebiyle meydana gelen ağır darbe buna imkan vermez. Derli toplu bilgi vermesi bakımından Ayşe Kılıç’ın “Endülüs Müslümanları ve Osmanlı İmparatorluğu 1492-1614” isimli çalışması bir hayli değerli olmakla birlikte bu mevzuda yapılacak başka derin çalışmaların, Endülüs meselesinde Osmanlı’nın çok daha faal olduğunu ve bilmediğimiz daha nice hakikatleri meydana çıkartacağından şüphe yoktur. Bu da tabi vesikalar ile olur. Mevcut arşiv kayıtlarının incelenmesinden başka yeni ortaya çıkan arşiv kayıtlarının varlığı da bu mevzunun ne kadar da ciddi bir emek istediğini ortaya koyar.
Tarihçi Erhan Afyoncu’nun Kasım 2019’da yazdığı “Osmanlı tarihini değiştirecek belgeler bulundu” başlıklı yazısında geçtiğine göre II. Murad ve Fatih dönemlerine kadar inen 1800 civarında çok önemli defterler bulunur. Bunlar arasında mesela I. Ahmed gibi Endülüs meselesi gündemde iken bu döneme ait mühimme defterlerinin sağlayacağı yeni tarihî vesîkalar, ne demek istediğimizi zannederim izah eder mahiyettedir.
Yeni Morisko kralı Abdullah her ne kadar kısmî ilerleme kaydetse de gelinen durumdan bir hayli endişeye kapılan II. Philip’in yukarıda bahsettiğimiz büyük bir seferberlik başlatması neticesinde gerilemek durumunda kalır. Alpujarras’a giren Don Juan burada kanlı bir kıyım yaparak ayaklanmanın belini kırar. İsyan saflarında çözülme meydana gelirken II. Philip benzer bir ayaklanma teşebbüsünün bir daha olmasını engellemek için daha önce kısmî sürgünün yapıldığı Gırnata’da, tüm Moriskoların sürülmesini emreder. Az sayılarda Hristiyan unsurların arasına yerleştirilmeleri planlanan Moriskoların bu sayede hızlıca asimile olmaları amaçlanır. Yollarda çoğunun açlık, hastalık ve yorgunluktan kırıldığı bu sürgün Gırnata Moriskoları için bir hayli eziyetli olur.
Bu arada kaçak Morisko kralı da saklandığı yerde ele geçirilir. Kesilen kafası isyancılara ibret olması için geçirildiği mızrakta bir yıldan fazla sergilenir. Ayaklanmanın bastıran Don Juan’ın ayağının tozuyla İnebahtı’da Osmanlı donanmasını yakması, 1573’de Tunus’u ele geçirmesi İspanya’da haliyle büyük bir öz güven meydana getirir.
1578 yılında Portekiz Kralı Don Sebastiyan’ın II. Philip’in desteğiyle Fas sahillerine çıkarttığı 80 bin kişilik kuvvet de bu öz güvenin eseridir şüphesiz. Fakat Akdeniz’de mücadele bitmemiştir. İnebahtı’daki şoku çabuk atan Osmanlı, 1574’de Tunus’ta, 1578 yılında da Don Sebastiyan’ın ordusunun neredeyse tamamen yok edildiği Vâdisseyl Muhârebesi’nde tepesine iner. Akdeniz’de sükûnet ancak 1581 yılında Osmanlı – Habsburg anlaşması ile gerçekleşmiş olur.
Gırnata’da yaşananlar, aslında büyük ölçüde buradaki ayaklanmaya katılmayan İspanya'nın diğer bölgelerinde yaşayan Moriskolara karşı Hristiyan otoritenin histerik bir hal takınması neticesini doğurur. Bu arada bu histerik nöbetine her an gelmesi beklenen Türk yardımı da eklenince Moriskolar üzerindeki baskı ciddi bir şekilde artar. Engizisyonun yakarak, işkence ederek veya hapislerinde ölen çok sayıda Morisko olur. Hristiyan tebaa da engizisyonun değirmenine su taşır. Henry Charles Lea’nin de dediği gibi İspanya bu dönemde rahip, papaz ve engizisyon yardakçıları cennetidir.
Gırnata’dan sürülen Moriskoların gittikleri yerde kısa zamanda kök salarak ekonomik ve nüfus yönünden ilerleme kaydetmeleri, ayrıca asimile olmama mevzusundaki dirençleri Hristiyanların telaşlarına telaş katar. İlk defa bu dönemde devletin üst kademelerinde ülkede bulunan Moriskoların ülke dışına sürülmeleri gündeme gelir. Kimi politik gelişmeler buna imkan tanımasa da bunun gündeme gelmiş olması bir hayli önemlidir.
Bu arada 1588 yılında bir caminin yıkılması esnasında bulunan Hristiyanlığa ait kimi Arapça kutsal metinlerin keşfedilmesi Arapça’ya tahammülsüz asimile politikacılarında soğuk duş etkisi meydana getirir. 1595 ile 1599 yılları arasında bu Arapça metinlerin keşfi devam etse de ruhban sınıf tarafından bunların sahte oldukları üzerinde karar kılınır ve bunu Morisko işi olduğuna karar verilir ve şüpheler kimi isimler üzerinde yoğunlaşır.
Bu durum Hristiyanların Moriskolarla barışması için yapılmış bir Morisko teşebbüsü olduğunu düşündürtse de bu meselenin gerçekte ne olduğu ispatlanamaz. II. Philip’in 1598 yılındaki ölümü sonrası tahta geçen oğlu III. Philip döneminde ülkenin içinde bulunduğu askerî, ekonomik ve sosyal dağınıklık bu yıllarda yaşanan ve yarım milyondan fazla insanı öldüren bir veba salgını ile zirveye ulaşır.
- Vebanın faturası bile artık kendilerinden iyice rahatsızlık duyulan Moriskolara kesilir. Asimile ile yok edilemedikleri artık genel kanaat haline gelir.
III. Philip’in 1602 yılında topladığı konseyde Moriskoların ihracına karar verilir ama herhangi bir teşebbüste bulunulamaz. İspanya’nın Avrupa’da savaş halinde olması ve sürgünün oluşturması muhtemel ekonomik tesiri böyle bir adımın atılmasını engeller. Fakat İspanya’nın Avrupa’daki düşmanlarıyla barışa varması, Osmanlı’nın da İran ile uğraşıyor olduğu bir dönemde; 1608 yılında yapılan bir konseyde Valensya ile sürgüne başlanılması kararı çıkar. Tabi bu karar tek bir ağızdan da verilmez. Görüşmeler esnasında sürgünün getireceği ekonomik yıkım dolayısıyla buna taraftar olmayanlar da olur.
Nihâî karar Kral III. Philip’ten çıkar ve ihracın yapılmasını onaylar. Sürgün, İspanya haritasına bakıldığında alt alta görülecek olan Vinaros, Moncofa, Valensiya, Denia ve Alicante limanlarından yapılması kararlaştırılır. Uygulanan güvenlik önlemleri altında Moriskoların bu limanlara varması ise bin bir zahmetle gerçekleşir. Açlık, yorgunluk, hastalık sebebiyle burada birçok Morisko limana dahi varamadan kırılır. Limanda yaşanan dram ise daha da acı olur. Kimi Moriskolar çocuklarından limanda ayrılmak zorunda kalırlar.
Buradan ayrılıyor olmayı kimi Moriskolar neşeyle karşılar. Öyle ya uzun yıllar süren baskı ortamı artık sona eriyordur. Müslüman topraklarda özgürce yaşanabilecektir artık. Limanda güreş turnuvalarına, ud ve tef eşliğinde yapılan danslara şahit olunur.
Her ne kadar otorite tarafından Kuzey Afrika topraklarına ulaşılacağına dair güvence verilmiş olsa da asıl problemi karşı tarafa ulaşamamanın verdiği tedirginlik oluşturur.
Verilen kraliyet güvenceleri Moriskoları aslında çok da tatmin etmez. Moriskoları denizde avlamayı planlayan bir hayli iştahlı korsan çetelerinden önce, limanlarına ulaşmak üzere ilerleyen kişilere yağma sıklıkla yapılır. Bıraktıkları yerler çoktan yağma edilmiştir zaten. Kraliyet, sağladığı lojistik desteği artık durdurunca işler daha da dramatik bir hâl alır.
İngiltere’den, Fransa’dan, İtalya’dan ve Portekiz’den gemilerin yer aldığı limanlarda daha da güvenli olabileceği düşüncesiyle kimi Moriskolar tuttukları özel gemi ile Kuzey Afrika’ya varmaya çalışır ki bunların çoğunun neticesi hüsran olur.
Moriskoların yüksek ücretlerle bindikleri gemilerin Hristiyan kaptanları yolcularını soyar, çocuk ve kadınları köle olarak satmak üzere kaçırır, ıssız adalara terk eder.. Kimi durumlarda kadınların hatta çocukların bile tecavüze uğradığı bu sürgün gemilerinde Moriskolar katledildikten sonra denize savrulup atılır. İspanya’ya ait gemilerde de yaşananlar da bunun aynısıdır. Bu gemi kaptanlarının zorla Morisko yolcularına imzalattıkları, Kuzey Afrika topraklarına güvenli bir şekilde vardıklarına dair belge sebebiyle işlenen suçların takibini de imkansız kılar.
Kuzey Afrika topraklarına ayak basanlar da olur şüphesiz. Buradaki ilk durak da bugün Cezayir sınırları içerisinde kalan, İspanya tarafından ele geçirildiği 16. yüzyılın başından, Osmanlı hakimiyetine girdiği 18. yüzyılın başına kadar önemli bir İspanya üssü olan Vehrân olur. Buradan içeri kısımlara ilerleyen Moriskolar için artık karşılarına farklı bir dünya serilmiş olur. Osmanlı’nın sürgün sürecini takip etmesi ve Moriskoların mağdur olmaması için yaptığı teşebbüsler de kayda değerdir. Kuzey Afrikalı Tarihçi Abdülcelîl Temîmî’nin Osmanlı’nın Morisko hassasiyetini ortaya koyan mevzuyla alakalı çalışmaları bir hayli önemlidir.
Sürgün edilen Moriskoların felaket haberleri sürgüne çıkacakların kulaklarına da kısa zamanda ulaşınca, gemilere binmek istemeyen, geriye dönmelerine de izin verilmeyen Moriskolar için yapılacak şey son kez silaha sarılmaktan başkası olmaz. Bu dönemde meydana gelen iki isyan, her ne kadar kısa zamanda sayıca kalabalık bir hüviyet kazansa da başarılı olmaz. Olması da zaten mümkün değildir. Artık zaten tükenmiş olan Morisko enerjisi İspanya kuvvetleri tarafından çok kanlı bir biçimde ezilir. İsyanda öldürülmeyen Moriskolar da sürgün edilecekleri limanlara bu sefer esir olarak gönderilirler.
Valensya’da ihraç faaliyetlerinin ardından artık sıra İspanya'nın diğer yerlerindeki Moriskolara gelir. İspanya'nın diğer yerlerinde yapılacak sürgün faaliyeti Valensya’dakinden çok da girift bir hâl alır. Bunun sebebi ise işin ekonomik ayağı sebebiyle çıkan pürüzler dışında, Gırnata Başpiskoposu Castro gibi önemli isimlerin buna şiddetle karşı çıkmaları olur. Başpiskopos Gırnata’daki kimi Moriskoların gerçekten de gerçek Hristiyan olduklarını söyleyerek, sürgün kararının suçsuzları da cezalandıracağından duyduğu endişeyi ifade eder.
Neticede deniz yolundan başka, sınırı olan Fransa üzerinden kara yolu ile de gerçekleştirilen ve çoğunun Tunus'a yerleştiği sürgünde yüz binlerce Morisko İspanya topraklarından kovulmuş olur. Böylece İspanya'daki Müslümanların yüzyıllarca devam eden varlığı da böylece son bulmuş olur. Moriskolardan kalan çocukların bile ciddi bir rahatsızlık oluşturduğu ve onlarla ne yapılması gerektiğiyle alakalı çalışmaların yapıldığı İspanya’da artık halledilmiş bir mesele olarak sürgün dosyası da kapatılır. Tabi Moriskoların İspanya için olan ehemmiyetleri çok değil, birkaç yıl sonra sürgün meselesinin soğumasından sonra anlaşılır.
- Boş kalan meslek dallarının, işlenmeyen tarlaların, buna bağlı olarak alınamayan vergilerden mahrum olan devlet bütçesinin ciddi bir darbe aldığına şahit olunur. Moriskoların İspanya’dan sürüldüğü tarih aslında İspanya'nın da çöküşünün de başladığı tarihtir.
Kuzey Afrika’ya gönderilen Moriskoların korsan olarak döndüğü İspanya kıyılarını vurmasından başka 1618 yılında patlak verip 1648’te sona eren ve Avrupa tarihinin en yıkıcı savaşlarından biri olarak bilinen “30 Yıl Savaşı” buradan mağlup ayrılan İspanya’ya artık ölümcül darbesini de vurmuş olur.
Bu arada III. Philip’in 1621 yılındaki ölümünün ardından yerine oğlu IV. Philip geçer. Kendisinden sonra tahta geçen II. Carlos da İspanya'daki Habsburg Hanedanı’nın son kralı olur. Sürgüne maruz kalanların nesli, babalarından aldıkları acı hikayelerin burukluğu ile yerleştikleri topraklarda yaşamaya devam ederken, Avrupa tarihinin bu karanlık kraliyet ailesi de 18. yüzyılın başında artık sadece işledikleri insanlık suçu ile anılacakları yere; tarih kitaplarına gömülürler. Ölümle, sürgünle, asimileyle, tecavüzle neticelenen Hristiyan politikasının getirdiği yıkım, şüphesiz hâlâ acı bir hâdise olarak hatırlanmaya devam ediyor. Endülüs’te sürgüne giden süreçte yaşananların aynısının günümüzde de yaşanıyor olması, Avrupa başta olmak üzere bugün Hristiyan dünyasının yeni bir Endülüs meydana getirmeye teşne olduğunu gözler önüne serer.
Günümüz için alınması gereken çok dersin bulunduğu Endülüs meselesinde yaşananların tarihî bir hâdise olmaktan ziyade bir sembol olduğu da net bir şekilde görülecektir. Özellikle günümüzde Avrupa’da yükselen İslâm karşıtlığı, kullanılan nefret ifadelerinin bizzat gazeteciler, politikacılar, din adamları gibi bir ülkenin ileri gelenleri tarafından ifade edilmesi, bunu yaparken de günümüzde de Endülüs Müslümanlarına karşı üretilen jargonun tıpatıp aynısının yapılması açıkça bir kez daha bize İbn Haldun’un şu muhteşem sözünü hatırlatır:
Suyun suya benzemesinden daha çok geçmiş geleceğe ve şimdiki zamana benzer.
Bahsettiğimiz jargonların başında da aynen 16. yüzyıl İspanyasında söylendiği gibi Müslüman nüfusun Avrupa’da Hristiyan nüfusu geçeceği endişesi gelir. Kimi Avrupa ve Amerikalıların iştahını kabartacak bir unsur olarak Endülüs’ün gündemde tutulması bu bakımdan büyük önem arz eder. Bu mevzuda söylenecek şeylerin, verilecek örneklerin sınırı yoktur şüphesiz. Farklı olmayı düşmanlık unsuru sayan günümüz Avrupa zihniyetinin uyguladığı sosyal uyumluluk paketleri ile Endülüs Müslümanlarına kan kusturan II. Philip’in politikaları arasında aslında çok da büyük bir fark yoktur. İkisinin gayesi de asimiledir.
Arada bir fark varsa o da artık uluslararası kimi baskılar sebebiyle Avrupa’nın; II. Philip’in, Katolik kılıcını kullandığı serilikte kullanamamasıdır. Haberlerde karşımıza çıkan İslâm ve Müslüman aleyhi hâdiselerin varlığı ise şüphesiz Avrupa’daki nefret söyleminin tabandaki karşılığıdır. Bu meseleyi sadece Avrupa ile sınırlandırmamak da gerekir. Tarihi insanlık dışı uygulamalarla dolu olan Avrupa ve Amerika lokomotifine vagon olmuş devletlerin kaderi de bundan farksız değildir ve maalesef olmayacaktır da...