Gelenekselci Ekol
Modern batı dünyası, maddenin ve beşerin yanında yer alarak, onları anlama çabasında bir ölçüt kılarak; insan-üstü, aşkın bir kaynaktan beslenen gelenek ve dinin karşısında olmuştur. Modernlik ve gelenek, modern zihin ve dinî algılayış birbirine tamamen zıttır. Doğu dünyası ise gelenek ile irtibatını hala korumaktadır. Bu bunalımdan kurtulmanın tek yolu ise geleneğe bağlanmaktan geçmektedir.
Avrupa’da zuhur eden modern düşünce ve onun inşa ettiği modern dünya Hint anlatısındaki “Karanlık çağ”a (Kali-Yuga) dönüşmüştür. Bu topraklarda ortaya çıkan hümanizm her şeyi beşerin ölçüsüne çekerek, insan-üstü her ne var ise onun inkârına ve kuvvetli bir reddine soyunmuştur. Yeni felsefe Descartes’ tan itibaren rasyonalizm adı altında metafizik olandan uzaklaşmaya koyulmuştur. İnsan “her şeyin ölçüsü” kılınınca, fert önem kazanarak ferdiyetçiliği inşa etmiştir. Ferdiyetçilik ise “sezgiyi” ferdin üstünde bir meleke olması hasebiyle göz arda etmiştir. Hakikat insan zihninin bir ürünü değilken, bu yeni fertler kendi zihinlerini en mühim başvuru kaynağı kılarak hakikatin peşine düşmüşlerdir. Lakin aranan hakikatin mahiyeti değişmiş, pragmatist çerçevelerin ardındaki gözler tarafından faydaya dönüştürülmüş, hakikat inkâr edilmiş ve kirletilmiştir.
Batı gelenekle kurduğu bağına önce Rönesans ardından da Reform hareketiyle darbe vurmuştur. Metafiziği ve sezgiyi kapsayan gelenek, Protestanlığın teşekkülü ile ortadan kalkmış, yerine ise her bireyin araştırmasına konu olabilen bir din anlayışı tahsis edilmiştir. Bu keşmekeş ve nizamsızlık çağına uygun olarak Protestanlık çok büyük bir tenakuz ortaya çıkartmış, insan-üstü vahyi insanın derecesine indirmiştir. Gelenek-din, iyice ufaltılmış, varsayımlarla hareket etmek zorunda olan ve herhangi bir sabite bulamayan bilim tarafından bir kenara atılmıştır. Batı maddeye dayalı bir algılayış kurmuş, Kant gibi felsefeciler, maddenin ötesinde olan şeyleri düşünülemeyen ve idrak edilemeyen şeyler olarak kategorileştirmiştir. Haliyle modern insan ölçülemeyen, sayılamayan yani maddî olmayan hiçbir şeyi algılayamayan bir beşer şekline bürünmüştür.
- Ekonomi, ticaret, teknik maddeye dayalı olan her şey ise gün yüzüne çıkartılmıştır. Maddeden sadece parçalanmışlık, bölünmüşlük zuhur edebilecekken, modern dünya tüm umutlarını madde üzerine kurulan ilişkilerde aramıştır.
Tüm bu sebeplerle modern batı dünyası, maddenin ve beşerin yanında yer alarak, onları anlama çabasında bir ölçüt kılarak; insan-üstü, aşkın bir kaynaktan beslenen gelenek ve dinin karşısında olmuştur. Modernlik ve gelenek, modern zihin ve dinî algılayış birbirine tamamen zıttır. Doğu dünyası ise gelenek ile irtibatını hala korumaktadır. Bu bunalımdan kurtulmanın tek yolu ise geleneğe bağlanmaktan geçmektedir.
René Guénon, “Modern Dünyanın Bunalımı “ eserinde özetle bunlardan bahsetmektedir. Bu düşünceler gelenekselcilik ekolünün ortaya çıkmasının altında yatan nedenleri ortaya koymaktadır. Batı’da ortaya çıkan bu bunalım, Avrupa’dan İslam dünyasına doğru seyreden birçok ihtida hikâyesini barındıran, sadece İslam’a değil kökleri batînî bir mahiyeti olan her dine ulaşan ve dünyada özellikle modernlik karşıtı duruşuyla ilgilere mazhar olmuş bir ekolü ortaya çıkarmıştır.
“Modern Dünyanın Bunalımı “ eseri ile tanınan, ihtida ettikten sonra Abdulvahid Yahya ismini alan René Guénon, geleneğe ve metafiziğe dair olana karşı, henüz Müslüman olmadan önce, gençlik yıllarında dahi ilgi duyuyordu. 1886 yılında Fransa’nın Blois kentinde doğan Guénon, koyu Katolik bir çevrede büyümesi hasebiyle ilk eğitimini bir Cizvit okulunda aldı. Öğretmenleri vasıtasıyla felsefe ve matematiğe karşı kabaran ilgisi onu üniversitede bu alanlarda eğitim almaya itti ve öğrenimi tamamlamak üzere Paris’teki College Rollin’e kaydoldu. Fakat çocukluğundan beri narin bir yapıya sahip olması bünyesinde bazı sağlık sorunlarının zuhur etmesine sebep olduğundan, henüz diplomasını alamamışken üniversiteyi terk etmek zorunda kaldı.
Guénon için üniversiteyi terk etmek entelektüel ilgilerini rafa kaldırmak anlamına gelmiyordu. O yıllarda, aşkın olana karşı duyduğu merak ve metafiziğin esrarı tarafından başının döndürülmesi Guénon’u, döneminde Avrupa’da oldukça yaygınlık kazanmış spiritüalist derneklerin bir üyesi yaptı. Daha sonra ortaya koyacağı, “Modern dünyadan ancak geleneğe sığınılarak kaçılabileceği” fikrinin artçı düşüncelerinin Guénon’un zihninde temayüz etmesi, onu okültist mason gruplarında çalışırken bir yandan da yeni-spiritüalist doktrinleri incelemeye itti. Bir süre bu çalışmalarını sürdüren Guénon, 1908 yılında Spiritüalist ve Masonik Kongre’de sekreterlik yaptı. Üye olduğu derneklerden kendini çekip çıkartması da bu kongre sebebiyle oldu. Her daim hakiki bir gelenek-metafizik algılayışının peşinde koşan Guénon, toplantıda Hermetik Ekol derneğinin lideri olan Papus’un “insan ruhunun ölümünden sonra tekrar dünyaya geleceğini” söyleyerek reenkarnasyona atıf yapması üzerine bu derneklerle olan bağını koparttı.Zira o bu sözlerin altında gizli bir materyalizm görmüş, bu derneklerin aşkın olan ile uğraştığını iddia etmesine rağmen dünyaya oldukça bağlı olduğunu anlamıştı.
Spiritüalist derneklerle ilişkisini koparmasına rağmen, bu ilgisinden vazgeçmeyen Guénon bir yandan iki arkadaşıyla birlikte çıkardığı okültist dergi “Le Gnose”da yazılarını yayınlarken, öte yandan kavram dünyasını yazılarında bir araç olarak kullanacağı Hint ve Çin geleneği ile ilgili çalışmalar yaptı. Yaptığı araştırmalarla ilgili yazılarını yayınlarken aynı zamanda bu dönemde Fransız bir bayanla evlendi.
1910’un sonlarına doğru İvan Gustav Aguéle ile, ihtida ettikten sonra aldığı isimle Abdülhadi ile tanıştı. Bu tanışıklık Guénon’un hayatındaki en büyük dönüm noktası oldu. İki yıl boyunca “Le Gnose”da, Abdülhadi ile tanışıklığı vasıtasıyla öğrendiği İslam tasavvufu üzerine yazılar kaleme aldı ve 1912’de Abdülhadi’nin şeyhi Şazelliye tarikatına bağlı olan Abdurrahman İlliş el-Kebir’e intisap etti. Müslüman olduktan sonra Abdülvahid Yahya ismini aldı. 1917 yılında Cezayir’in Setîf şehrine bir kolejde Fransızca ve Latince dersleri vermek üzere giden Guénon, Cezayir’de geçirdiği sürede sadece Arapçasını geliştirmekle kalmadı bunun yanında bölgedeki tasavvuf ehli kişilerle de tanıştı. 1918’de Fransa’da doğduğu kente Blais’e dönen Guénon bir yıllık bir felsefe öğretmenliği serüveninden sonra Paris’e geçti. 1920 yılında Paris Üniversitesi Kütüphanesinde uzun bir süre yapacağı kütüphanecilik işine başladı. 1920’li yıllarda Paris’teki evinde Hindu, Müslüman, Hristiyan kişilerle görüştü ve toplantılara katıldı. Arapça, Latince, İbranice, Yunanca, Sanskritçe, Almanca, İngilizce, Rusça ve İtalyanca bildiği için dünyanın dört bir tarafından gelen muhataplarına kendi dilleri ile hitap edebiliyordu.
1928 yılında karısının vefat etmesiyle kendisini Paris’e bağlayan hiçbir sebebin kalmaması Guénon’u Mısır’a seyahat etmeye itti. 1929’da gerçekleştirdiği seyahatle Kahire’ye giden Guénon, üç ay sonra Fransa’dan birlikte geldiği arkadaşlarını uğurlayarak, kısa bir ziyaret olarak planlanan geziyi, hayatının sonuna kadar sürecek bir ikamete dönüştürdü. El Ezher Üniversitenin sokağında bir ev tuttu ve Şeyh Muhammed İbrahim’in kızı Fatma ile evlendi. Mısır’a gelmesiyle birlikte münzevi bir hayata geçen Guénon, daha çok tefekkür ve zikirle meşgul oldu. Okuyucularından gelen mektupları cevaplamasına rağmen onlarla görüşmemeyi tercih etti. Abdülvahid Yahya adıyla yeni hayatını sürdüren Guénon o kadar gizli bir hayat yaşıyordu ki, René Guénon adıyla yayınladığı yazılarını okuyan komşusu onun hayran olduğu “ünlü Guénon” olduğunu dahi anlamıyordu.
Kahire’de yaşadığı sırada, her ne kadar münzevi bir hayat sürüyor olsa da, büyük bir takipçisi olacak Martin Lings ile tanıştı. Bu tanışma ve daha sonrasında devam eden görüşmeler, Guénon’un altyapısını oluşturduğu fikirleri bir ekole dönüştürecekti. Zira ihtida ettikten sonra Ebubekir Siraceddin ismini alan Lings, Guénon ile görüşmek isteyen kişiler için aracılık yapacak ve onu gelenekselciliğin Guénon’dan sonra en büyük isimlerinden olan Frithjof Schuon ile tanıştıracaktı.
***
Lings 1909 yılında Protestan bir ailenin çocuğu olarak İngiltere’nin Lancashire şehrinde dünyaya geldi. Her gelenekçi gibi Martin Lings de gençliğinden beri metafizik bir hakikatin peşinde koşuyordu. Protestan olarak başladığı macerasına Oxford Üniversitesinde edebiyat üzerine eğitim alırken Ateist olarak devam etmeye karar vermişti. 1935’te Litvanya’da İngilizce eğitimi veren Lings, bir yandan dinler hakkındaki araştırmalarını sürdürürken René Guénon’un yazıları ile tanıştı. Karşılaştığı yazılar ile düşünce dünyası değişen Martin Lings, 1937’de René Guénon’un editörlüğünü yaptığı “Etudes traditionnelles” dergisinde Fritjof Schuon’un bir yazısını okuduktan sonra onu görmek için İsviçre’ye gitti. İsviçre’nin Basel kentinde yaşayan Schuon ile buluşan Lings, Aleviyye tarikatına bağlı Schuon’a intisap ederek Müslüman oldu. Müslüman olmasının hemen ardından Arapça öğrenmek için 1939’da Mısır’a gitti.
İkinci Dünya Savaşı’nın giderek şiddetlenmesiyle Mısır’a yerleşmek zorunda kalan Lings, Kahire Üniversitesi’nde İngilizce dersleri verirken René Guénon’u birçok kez ziyaret etme imkânı buldu. Guénon ile görüşmek isteyen insanlar için de bir aracı oldu ve birçok entelektüeli Guénon ile buluşturdu. Bu buluşmalardan birinde, Frithjof Schuon da Guénon’un Kahire’deki evinde ağırlandı.
***
Schuon 1907’de İsviçre’nin Basel şehrinde dünyaya geldi. Alman olan ailesi sanatla uğraşmaktaydı. Böyle bir çevrede doğup büyüdüğü için Schuon her daim sanatla alakadar bir birey oldu. Babasının vefatına kadar Basel’de eğitim alan Schuon, babasının ölümünün ardından annesi ile birlikte Fransa’nın Mullhouse kentine yerleşti. On altı yaşına gelince eğitimini yarıda kesip tekstil tasarımcısı olarak iş dünyasına atıldı. Sanatçı kişiliğini ortaya koyabileceği bir işle uğraşması onu sanatla daha fazla ilgilenmeye itti. Hayatının bu dönemlerinde doğu edebiyatına merak saldı, özellikle Mahabharata destanın bir bölümü olan Bagavad Gita, Binbir Gece Masalları gibi anlatılara ve Metafizik konulara eğildi.
1930 yılına geldiğinde Schuon’un ilgisi bir anda İslam dinine kaymaya başladı. Bu ilginin tam olarak nasıl ortaya çıktığı bilinmese de, tam bu dönemlerde Schuon'un Suriyeli bir Yahudiden ve Paris Camii görevlilerinden Arapça öğrenmeye başladığı bilinmekte. İslam ile yakınlaşması, tarih olarak Guénon’un yazılarını okumaya başladığı zamanlara tekabül etmekteydi. Belki de bu ilgiyi Guénon’a duyduğu saygının bir gerekçesi olarak görmüştü. Zira 1931 yılında bir arkadaşına yazdığı mektupta René Guénon’dan “üstad” olarak bahsetmekteydi. Bu zamanlarda İslam dinine geçmek Schuon’un hep aklını kurcalayan bir mesele oldu ama ihtida etmedi. Ta ki 1932’de Cezayir’e gidene kadar… İşini kaybettikten sonra Avrupa’dan ayrılmaya karar veren ve hep hayran olduğu doğuyu görmek isteyen Schuon bu kararını bir arkadaşına yazdığı mektupla şu şekilde ifade etti:
Biskra’ya ölmek için değil, Tek’in muradı doğrultusunda arınmak için gidiyorum. Artık hiçbir şeye ihtiyacım yok. Belki de hiç duyulmamış bir şarkı gibi buharlaşır uçarım. Batı bir tekerlek gibi üstümden geçti ve kaburga kemiklerimi kırdı. Bundan sonra artık daha fazla tâviz yok. Sadece yaşayanların ve ölülerin efendisi Yüce Tanrı var.
Cezayir’e geldiğinde Ahmed el-Alevi ile tanışan Schuon çok geçmeden İsa Nureddin el-Alevi ismini alarak ihtida etti. Avrupa’ya geri dönerken kaleme aldığı yazılarda bu ziyaretin ve Ahmed el-Alevi ile tanışmasının üzerinde ne kadar kuvvetli bir tesiri olduğu görülebiliyordu. Bu etkiyle, çok geçmeden, 1935’de bir kez daha Cezayir’e doğru bir yolculuğa çıktı. Bu sefer uzun bir süre Cezayir’de kalan Schuon, 1938’de Guénon ile görüşmek için Kahire’ye geçti.
***
Guénon Kahire’de geçirdiği zamanda çoğunlukla okurlarıyla mektuplaştı. Kimden geldiğini önemsemeksizin her mektuba cevap vermeye çalışıyordu. Bu mektupların sayısı o kadar fazlaydı ki, Guénon uzun bir süre düşüncelerini kağıda geçirme imkanı bulamadı. 23 Kasım 1948’de Mısır vatandaşlığına geçen Guénon, 1951’de üç yıldır kendisini rahatsız eden hastalığı dolayısıyla vefat etti ve Mukattam dağında bulunan mezarlığa defnedildi.
Guénon’un ölümüne değin Mısır’da, onun yanında kalan Lings, 1951’deki hazin vefatının ardından Londra’ya döndü. İngiltere’de British Museum ve British Library’de çalışma imkânı bulan Lings bir yandan da eserleri üzerinde yoğunlaştı. Ünlü eseri “Hz. Muhammed” kitabını burada yazdı. Siyer kitabının yanında “Onbirinci Saat” ve “Tasavvuf nedir?” gibi tasavvufi konularda eserler neşretti. Yazın faaliyetlerinin dışında, genel ve hususi toplantılar gerçekleştirdi. Onunla görüşmeye gelen birçok kişiyle ilgilendi ve Müslüman olmalarına vesile oldu. Schuon ile de bağlantısı olan, gelenekselci ekolün önemli bir üyesi olan Gai Eaton, onun evinde Müslüman oldu ve Hasan Abdülhakim ismini aldı.
Schuon ise 1938’de Guénon ile gerçekleştirdiği görüşmenin ardından rotasını Hindistan’a çevirdi. İkinci Dünya Savaşı esnasında İsviçre’ye göçtü ve İsviçre vatandaşlığına geçti. 1959’da Kızılderililerin yaşamlarını ve dünyalarını tecrübe etmek için Fransız bir ressam olan eşiyle birlikte Amerika’yı ziyaret etti. Hindistan gezisi ve Amerika ziyaretinden öğrendikleri şüphesiz “Ezeli Hikmet” düşüncesini ortaya atmasında oldukça etkili oldu. 1963 yılında Amerika’ya bir ziyaret daha gerçekleştirmesinin ardından 1981’de Amerika’ya yerleşti ve 1998’de vefat edene dek, eşiyle birlikte orada yaşadı.
Velûd bir yazar olan Schuon, çoğu tasavvuf, hikmet ve sanat konularında olmak üzere 40’tan fazla eser verdi. Martin Lings’in aksine, bir tarikatın halifesi olan Schuon gittiği yerlerde müridler edindi. Birçok entelektüelin ihtida etmesine vesile oldu. Çocukluk arkadaşı olan Titus Burckhardt bunlardan biriydi. Schuon’un hayatından ilham alarak 1938’de ziyaret ettiği Fas’ta bir Şazeliyye şeyhine intisap eden ve Sidi İbrahim adını alan Burckhardt, gelenekselciliğin bir takipçisi oldu ve sanat ve tasavvuf konularında eserler yayınladı.
Gelenekselci ekolün yaşayan en büyük temsilcilerinden olan İranlı düşünür Seyyid Hüseyin Nasr da Schuon vasıtasıyla Aleviyye tarikatına intisap etti. Fizik eğitimi alan ve bu alanda önemli çalışmalar yapan Nasr, gelenekselci ekol ile tanışmasının ardından İslam tasavvufu ve felsefesi konularına eğildi ve bu konularda eserler ortaya koydu.
- Gelenekselcilerin en önemli kavramlarından biri Gelenektir (Tradition). Fakat bu “Gelenek” örf, adet, kültür anlamında kullanılagelen gelenek kavramından oldukça farklıdır. Gelenek, gelenekselcilerin düşüncelerinde dinin yerine kullanılabilecek bir kavramken; yer yer bu kavramı da aşıp, onu da kapsayabilen daha geniş bir mefhuma dönüşmektedir.
Nasr’a göre Gelenek “insanlığa peygamberler, elçiler ya da diğer taşıyıcı failler tarafından vahyedilen, açıklanan ilahi kaynaklı hakikat veya prensiplerin bütünüdür.” Bu anlamda Gelenek vahye dayanan özü ile ortaya çıkardığı kurumlar, sosyal yapılanmalar, sanatlar ve bilimleri; hukuk ve prensiplerin uygulanışını, kutsal bilginin tamamını ve ona uygun yolu da ihtiva eden çok kapsamlı bir kavramdır.
Guénon’a göre hakikat iki vecihte insanlığa ulaşır: Kutsallık ve Din. Din kavramı vahyin prensiplerini ve bunların pratiğe dökülmüş hallerini içerir. Bu bağlamda Guénon din kavramını şeri kuralların bütünü için kullanmaktadır. Din, insanlara indirilenin, yani hakikatin zahirî şeklini oluştururken kutsallık ise, gelenekselci ekole göre daha önemli olan batinî boyutunu ihtiva eder. Bu iki parça Gelenek kavramı içinde buluşur. Daha çok batinî boyut önemli olmak ile birlikte hakikatin zahirî veçhesini de ihtiva eden Gelenekten, ona tabi olan insanlar bir medeniyet devşirir. Bu medeniyetten de insanların birikimleri; sanatlar, bilimler ve kurumlar zuhur eder. Schuon ise din kavramını gelenek mefhumundan daha önceye koyar. Ona göre din, vahyin bütününü kapsayan bir kavramdır. Gelenek ise daha zahirî ve parçalı bir yapıdadır.
- Ekol, insanlığın vahiyle kurdukları irtibat olan Geleneğin, Modern Batı medeniyetinin neşvünema bulmasıyla Batı’da ortadan kalktığını savunur. Buna rağmen, her ne kadar tüm gerçekliğiyle olmasa da, Gelenek Doğu’da varlığını korumaktadır. Batı’da ortaya çıkan modern felsefe, insan merkezli olmak ve sadece aklı geçerli görerek gerçekliğin bir kısmına ulaşabilecek bir yöntem olması bakımında eleştirilir.
Öte yandan geleneksel ekol, modern sanatı “kutsal” olma vasfını yitirdiği için insanı hakikatten uzaklaştıran bir olgu olarak görür. Modern bilimlerin ise, maddeci yapılarıyla insanı fıtratından uzaklaştırdığı ve tabiatına zarar verdiği öne sürülür. Bu yüzden, onlara göre hakikatin peşinde olan bireylerin yüzlerini Doğu’ya çevirmesi gerekmektedir. Gelenek, hakikatin gerçek yüzü olması dolayısıyla tek müracaat noktası olmalıdır. Batı içinde bulunduğu bunalımdan ancak bu yolla kurtulabilir.
Gelenekselcilere göre Gelenekle sahih bir ilişki ise ancak intisap (initiation) yolu ile kurulabilir. Hakikat ancak, ona sahip olan birisinden sezgi vasıtasıyla öğrenilebilir. Bu sezgi, modern felsefenin kabul ettiği akıl-altı sezgiden farklı olarak, akıl-üstü, metafizik bir mahiyettedir. Kalbi sezgi ile öğrenilen bu Gelenek ve onun altında yatan hakikat her dinde bulunur. Özellikle Frithjof Schuon’un eserleriyle beraber gelenekselci akımın bir parçası olan Ezeli Hikmet (Sophia Perennis) kavramı, hakikatin izlerinin her dinde, sahih bir gelenek anlayışının var olduğu her medeniyette takip edilebileceğini savunur. Bahusus Schuon “Dinlerin Aşkın Birliği” kitabında, herkesin tek bir doğru din altında toplanmak yerine, kendi din ve inançları üzerinden hakikate ulaşabileceğini ifade ederek bir “dini çoğulculuk” örneği ortaya koymuştur. Dini çoğulculuğun en önemli özelliği, tek bir dinin değil, tüm dinlerin doğru olabilme olasılığını kabul etmesidir. Bu özelliği ile Gelenekselci ekol, geleneksel İslam anlayışından oldukça uzak bir hakikat ve din anlayışına sahiptir.
Gelenekselci ekolün yazılarında Atma/Maya, Sat (Varlık), Chit (Şuur), Ananda (Saadet) gibi yabancı geleneklerin kavramlarının da kullanılması ve diğer gelenekleri de kapsayacak bir anlayış oluşturmaları sebebiyle, sadece Müslüman bireyler değil, başka dinlere mensup olan Marco Pallis, Leo Schaya, Ananda Kendish Coomaraswamy; tüm dinlere inanan Huston Smith gibi kişiler de kolaylıkla ekole dahil olabilmiştir. Daha çok entelektüel çevre ve bireylerin ilgisini çeken ekol, Huston Smith, Seyyid Hüseyin Nasr gibi yaşayan düşünürleri dolayısıyla dinamikliğini korumaktadır. Öte yandan Schuon’un kurmuş olduğu Meryemiyye tarikatı da Avrupa’da hala etkindir.