ZAMAN TÜNELİ
ŞEHRİN İLK SAKİNLERİ
Tevrat kaynaklı rivayetlere göre, Hz. Nuh, oğullarından Ham’a bugünkü Kudüs ve çevresini miras olarak bırakmıştır. Ham’ın oğlu Kenan döneminde bölgede ilk yerleşimlerin başladığı düşünüldüğü için, Filistin’in ismi birçok eski metinde “Kenan diyarı” olarak geçer. İslâm kaynaklarında da “Kenan illeri” şeklinde atıf yapılan coğrafyanın Hz. Nuh ve oğullarıyla bağlantısı konusunda, net bir rivayet yoktur. Bugünkü arkeolojik veriler, Kudüs ve çevresinde ilk yerleşimlerin M.Ö. 3500’lerde gerçekleştiğini göstermektedir. Tarihî kaynaklara göre, Kudüs’ün ilk sakinleri, putperest göçebe kabilelerdir.
BARIŞ VE ESENLİK
Kudüs’ün bir yerleşim birimi olarak ismi, ilk kez M.Ö. 1400’lerde, Mısır resmî belgelerinde yer almaya başladı. Filistin o dönemde firavunlar devri Mısır’ına bağlı bir eyalet olduğu için, Kudüs de önemli bir şehir haline gelmişti. Kenan bölgesindeki kabilelerden Yebusilerin mesken edindiği şehrin ismi “Uruşalem”di. Yebusilerin dilinde “barış ve esenlik yurdu” anlamına gelen bu isim, İbraniceye “Yeruşalayim” ve Arapçaya da “Dârusselâm” adıyla geçmiştir. Yahudiler “Yeruşalayim” ismini hâlâ kullanırken, Araplar “Dârusselâm”ı tercih etmemişlerdir. Bugün İsrail resmi belgelerinde Arapça olarak “Uruşalim” ismi de geçmektedir.
SAPAN TAŞIYLA GELEN ZAFER
İslâm kaynaklarında Tâlût olarak zikredilen başkomutanın idaresinde Şeria Nehri’nin batı yakasına geçen İsrailoğulları, bugünkü Filistin topraklarında, bölgenin hâkimi olan Filistilerle savaşa tutuştu. Ordu saflarında bulunan genç yaştaki Davud isimli bir delikanlı, attığı sapan taşıyla düşman ordusunun başkomutanı Câlût’u öldürünce, savaşın seyri bir anda değişti. Allah’ın bilâhare kendisine peygamberlik vazifesi, siyasi yetki ve ilim verdiği Hz. Davud, İsrailoğulları’nı, M.Ö. 1010-970 yılları arasında yönetti. Hz. Davud, İslâm’a göre hem kral hem de peygamber iken, Yahudi kültüründe sadece ‘kral’dır.
KRAL-PEYGAMBERİN ŞEHRİ
Atalarının tarihi yurdu Filistin’i düşmanlarının elinden alan İsrailoğulları, Hz. Davud’un liderliğinde siyasi ve dinî olarak yeniden toparlanış sürecine girdi. Hz. Davud, bugünkü Kudüs surlarının hemen güneyinde, şehrin ilk halinin temellerini attı. Hz. Davud’un M.Ö. 1003’te resmen başkent ilân ettiği bu şehir, şimdiki Kudüs’ten çok daha küçüktü. Hz. Davud’un yönetiminde Filistin toprakları adalet ve hikmetle dolu bir döneme şahitlik etti. Kendisinden sonra, yine kral ve peygamber olarak, yerini oğlu Süleyman aldı. Hz. Süleyman, insanlık tarihinin gördüğü (ve göreceği) en geniş imkânların emrine verildiği, sıra dışı bir yöneticiydi.
BEYT-İ MAKDİS’İN İNŞASI
M.Ö. 970-931 yılları arasında hüküm süren Hz. Süleyman insanlardan, cinlerden, kuşlardan ve diğer canlılardan oluşan devasa ordulara sahipti. Tüm bu varlıklar, onun emri ve yönlendirmesi altında, dilediği işler için çalışırlardı. Hz. Süleyman, Kudüs’te büyük bir mescit inşa ettirmek için kolları sıvadı. 957’de tamamlanan mabedin kıblesi de Kâbe’ye dönüktü. Elde bulunan Tevrat ruloları, Hz. Süleyman’ın emriyle bu mescidin ortasındaki özel bir bölümde muhafaza altına alındı. Mescidin tamamlanarak ibadete açılmasının ardından, Hz. Davud’un vaktiyle kurduğu şehir, bugünkü sur içi Kudüs’ü de kapsayacak şekilde genişletildi.
KRALLIK İKİYE BÖLÜNÜYOR
Hz. Süleyman’ın 931’deki vefatı, kurduğu muhteşem krallık için de sonun başlangıcı oldu. Kendisinin kurmuş olduğu sistem, sonrakiler tarafından muhafaza edilemeyince, İsrailoğulları içinde kısa sürede çıkan siyasi sürtüşmeler, Filistin’de istikrarı yok etti. İkiye bölünen krallığın güneydeki kısmı “Yehuda”, kuzeydeki kısmı da “Israel” adını aldı. Israel, Hz. Yakub’un lakabıyken, Yehuda da onun oğullarından birinin adıydı. Filistin’de bundan sonraki süreç, tümüyle iç savaş, çatışma ve kaostan ibaretti. Ülke kendi içinde parçalanınca, dışarıdan müdahalelere de son derece açık hale geldi.
İLK İŞGALCİLER ASURLULAR
Filistin topraklarında büyük bir karmaşanın hüküm sürdüğü bu dönem, Asurluların M.Ö. 721’de bölgeyi işgaliyle sonuçlandı. Kuzeydeki Israel Krallığı’nı harabeye çeviren Asurlular, binlerce Yahudiyi esir aldı. Daha sonra güneye yönelerek Kudüs’ü gözlerine kestiren Asurlular, şehri kuşattı. Tevrat’ta da ayrıntılı şekilde anlatılan bu kuşatma, Yahudi kaynaklarında çeşitli mucizeler eşliğinde betimlenmiştir. Asur Kralı Sanherip, ordusu içinde yayılan salgın hastalıkların da etkisiyle nihayet kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı, kendisi de bugünkü Irak topraklarında bulunan Ninova bölgesine çekildi.
BABİLLİLER KUDÜS KAPILARINDA
Asurluların bölgeden çekilmelerinden sonra, Kudüs kapılarında yeni bir tehlike daha belirdi: Babilliler. M.Ö. 610’da Asurlulara öldürücü darbeyi vuran Babil Kralı Nabukadnezzar, gözünü Filistin’e çevirmişti. Mısırlıların Asurlulara verdiği desteği bahane eden kral, ordusunu bölgeye göndererek yeni bir savaş başlattı. M.Ö. 597’de, Babilliler uzun ve zorlu bir kuşatmanın ardından Kudüs’ü ele geçirdiler. Kutsal şehrin bir pagan imparatorluğun hâkimiyeti altına girmesi, Yahudileri ciddi şekilde sarsmıştı. Din adamları, toplumu motive etmek için kutsal metinleri kolaçan ederken, tarihin en büyük yıkımlarından biri, Kudüs’ün kapısını çalmak üzereydi.
BEYT-İ MAKDİS’İN YIKIMI
Babilliler, Kudüs’ü ele geçirdikten sonra şehirde yaşayan Yahudilere büyük bir baskı uyguladılar. İbadetlere yasaklar getirildi, sur içi Kudüs’te yaşam zorlaştırıldı. Babil Kralı Nabukadnezzar, Kudüs’ün yönetimi için kukla bir kral atayıp, savaşlar silsilesinin devamı için Filistin’den ayrıldı. Birkaç yıl içinde Yahudiler, Babil işgaline karşı örgütlenip ayaklanmaya hazırlandıkları sırada, Nabukadnezzar’ın gazabıyla karşılaştılar. M.Ö. 586’da kralın emriyle Beyt-i Makdis tamamen yıkıldı, Kudüs taş üstünde taş kalmayacak şekilde harabeye çevrildi, şehirde yaşayan Yahudilerin tümü de Babil’e sürgün edildi.
SÜRGÜNDEN DÖNÜŞ
M.Ö. 586-537 arasında, yaklaşık 48 yıl sürgünde yaşayan Yahudiler, nihayet Babillilerin Persler karşısında yenilgiye uğramasıyla, yeniden Kudüs’e dönme şansına kavuştu. Pers Kralı Kiros’un 538 tarihli fermanıyla birlikte, 50 bin dolayında Yahudi, zorlu bir yolculuğun ardından Filistin topraklarına ve Kudüs’e döndü. Sürgün döneminde on binlercesi yollarda ve Irak topraklarında hayatını kaybetmişti. Yahudiler için, ‘Babil Sürgünü’ gerçek anlamda bir dönüm noktasıydı. Tarihî kaynaklara göre, kendilerine müsaade edilen Yahudilerin tamamı Kudüs’e dönmedi. Irak’ın iklimine ve ortamına alışan birkaç bin Yahudi, yeni bir göçe katlanmak yerine Irak’ta kalmayı tercih etti.
MABEDİN YENİDEN İNŞASI
Yahudilere karşı son derece müşfik ve hoşgörülü davranan Pers Kralı Kiros, onların sadece Kudüs’e dönmesine izin vermekle kalmadı, Beyt-i Makdis’i yeni baştan inşa etme taleplerini de anlayışla karşıladı. Yapılan hazırlıkların ardından, M.Ö. 520’de mabedin ikinci defa inşasına başlandı. Hz. Süleyman’ın bir mescit olarak inşa ettirdiği mabet, zaman içinde din adamlarının mutlak hâkimiyeti altına girmiş, bu arada fiziksel açıdan da birçok değişime uğramıştı. Mabet yeniden inşa edilirken, fiziksel anlamda bir dizi değişikliğe daha uğradı. İnşaatta yapının plan-projesine kaynak olarak hem Tevrat hem de din adamlarının içtihatları dikkate alınmıştı.
KUDÜS SURLARI YÜKSELİYOR
Pers Kralı Birinci Artaserhas’ın yakın kadrosu içinde yer alan Nehemya adlı bir Yahudi danışman, kralı ikna ederek Kudüs’e dönme izni aldı. Kraliyet yönetim merkezi olan İran’ın Susa şehrinden ayrılan Nehemya, yanında bir grup Yahudi’yle birlikte Kudüs’e geldiğinde, şehir ciddi bir imar faaliyetine muhtaçtı. Nehemya, M.Ö. 445’te Kudüs’e ulaşmasından hemen sonra şehri surlarla çevirmek için harekete geçti. İnsanüstü bir çalışmayla, sadece 52 günde Kudüs’ün etrafı surlarla ve kapılarla çevrildi. Tarih içindeki bütün değişimlere rağmen, Kudüs’ün bugünkü fiziksel sınırları, büyük ölçüde Nehemya’nın izlerini taşır.
SIRA BÜYÜK İSKENDER’DE
Henüz 18 yaşındayken, babası Makedonya Kralı Filip’in ordusunda komutanlık seviyesine yükselen İskender, M.Ö. 336’da -muhtemelen babasını bizzat öldürerek- krallık koltuğuna oturdu. İki yıl sonra, beraberinde 45 bin askerle İran üzerine yürüyen İskender, M.Ö. 323’te 32 yaşında öldüğünde, kurduğu imparatorluğun sınırları Avrupa’dan Asya’ya uzanmıştı. Büyük İskender, İran seferi için yola devam ederken, M.Ö. 332’de Kudüs’ü ele geçirdi. Yahudi kaynaklarında anlatılanlara göre, Beyt-i Makdis’i ziyaret eden ve Kudüs’teki din adamlarına oldukça iyi davranan İskender, Yahudilere dinî özgürlüklerini bağışladı.
ROMA’YA KADAR KISA GEÇİŞLER
Büyük İskender’in genç yaşta ani ölümü, hâkimiyeti altındaki toprakların hızla parçalanmasına yol açtı. Çatışmalı bir sürecin ardından, imparatorluğun topraklarında dört büyük krallık kuruldu: Mısır’da Ptolemaios’lar, Akdeniz kıyısına kadar İran’da Selevkoslar, Anadolu ve Yunanistan’da Lisimahos’lar ve Makedonya’da da Kassandros’lar. Bu çerçevede, Kudüs Selevkosların idaresine girdi. Roma hâkimiyetinin başlangıcına kadar geçen zamanda (M.Ö. 320-M.Ö. 63 arası), Selevkosların tarihe karışmasının ardından yerel bir Yahudi hanedan olan Haşmonaim’ler işbaşına geldi. Hanedanın kurucusu, Simon Makkabean’dı.
ROMALILARIN KUDÜS’Ü ZAPTI
Roma Senatosu, komutan Büyük Pompey’e, M.Ö. 67’de imparatorluğun doğu bölgelerindeki karmaşayı sona erdirmesi için olağanüstü yetkiler vermişti. Bugünkü Anadolu, Suriye ve Lübnan üzerine sefere çıkan Pompey, dört yıl sonra Filistin topraklarına ayak bastı. M.Ö. 63’te, Kudüs artık tamamen Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyetindeydi. Yahudilerin savunmaya geçtiği şehir, kanlı çatışmaların ardından düştü. Başkomutan Pompey ve askerleri, Süleyman Mabedi’nin en kutsal bölümlerine dahi girdiler. Birçok Yahudi, mabedin bu şekilde tarumar edilmesine daha fazla dayanamayarak, yaşananları görmemek için intihar yolunu seçti.
HEROD, TAHTA GEÇİYOR
M.Ö. 73’te Filistin’in güneyinde Arap asıllı bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Herod, babası Antipater’in Romalılarla iyi ilişkileri sayesinde, rahat şartlarda büyüdü. Antipater, Pompey’in Kudüs işgalini desteklemiş, bu sayede Romalılar nezdinde güvenilir bir isim olmuştu. M.Ö. 40’da Senato, 33 yaşındaki Herod’u Filistin bölgesi genel valisi olarak görevlendirdi. Bu dönemde Kudüs’ü baştanbaşa imar eden Herod, diğer şehirlerin (Yafa, Hayfa, Kayserya) savunmalarını da güçlendirdi. Kudüs ve çevresi bu dönemde surlarla, duvarlarla, köprülerle ve suyollarıyla donatıldı. Herod, tüm bu adımları nedeniyle “büyük” sıfatıyla anılır.
MABET, YENİ BAŞTAN
Kral Büyük Herod dönemindeki en dikkat çekici icraatlardan biri, Beyt-i Makdis’in adeta yeniden inşa edilircesine yenilenmesidir. M.Ö. 18 yılında resmen başlatılan genişletme ve imar çalışmaları, yaklaşık 80 yıl devam etti. Bugün “Mescid-i Aksâ” olarak bilinen 144 dönümlük sahanın sınırları, Herod zamanında örülen duvarlarla belirlenmiştir. Herod’un yapılar bütününe yaptığı bu mimari müdahaleler, külliyeye özellikle Ağlama Duvarı tarafından bakıldığında bugün de görülebilmektedir. Aksâ’nın kuzey ve batı kapılarının çevresinde de bu dönemden kalma çok sayıda tarihî ilave bulunmaktadır.
YENİ GENEL VALİ
Kral Büyük Herod, M.S. 4 yılında öldüğünde, ardında mamur bir Kudüs bırakmıştı. Ancak kendisinin herhangi bir varisinin bulunmayışı, Filistin’in yeniden istikrarsızlığa sürüklenebileceğini gösteriyordu. Roma İmparatoru Tiberius’un emriyle bölgeye atanan Pontius Pilate, M.S. 26’da olağanüstü yetkilerle valilik görevine başladıktan hemen sonra, Hz. İsa ile ilgili olarak Yahudilerin kışkırttığı tartışmalar ve sonrasında yaşananlar, valinin siyasi kariyerine de damgasını vurdu. Hıristiyan inancına göre Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği bu süreç, Vali Pilate’nin yönetimi altında yaşandı. İslâm’a göre, çarmıha gerilen Hz. İsa değil, ona çok benzeyen bir başkasıdır.
İNŞAAT NİHAYET TAMAMLANIYOR
Büyük Herod’un hayattayken başlattığı ama bitirildiğini göremediği Beyt-i Makdis’in genişletme ve restorasyonuna dair çalışmalar, M.S. 63 yılında nihayet tamamlandı. Ancak Kudüs o dönemde tarihinin belki de en gerilimli dönemlerinden birine şahitlik etmekteydi. Romalıların Yahudilere yönelik baskısı ciddi şekilde artmış, şehirde huzursuzluk had safhaya ulaşmıştı. Mabedin kontrolünü elinde bulunduran Yahudi din adamları sınıfı, Roma idaresiyle uyuşmak için türlü adımlar atmaya çalışsa da, Filistin’in birçok bölgesinde ayaklanmalar ve isyanlar baş göstermeye başlamıştı. Yaşanan gerilim, birkaç sene sonra tam bir felâketle sonuçlanacaktı.
ROMA’YA KARŞI AYAKLANMA
Pagan Roma yönetimi, Yahudiliği sapkınlık olarak görüyordu. Kudüs’ün Roma egemenliğine girmesinden sonra, şehirdeki Yahudilerle yeni hâkimler arasında sürtüşmeler de eksik olmadı. Nihayet, M.S. 66-73 arasında başlayan büyük Yahudi ayaklanması, sadece Kudüs’te değil, Yahudilerin Filistin topraklarında yaşadığı bütün şehirlerde büyük bir yıkım ve tarumara yol açtı. Silahlanarak Roma’ya karşı kazan kaldıran Yahudi gruplar, bugün hâlâ atıf yapılan direniş hikâyeleriyle tarihe geçti. (Günümüzde, İsrail bu hikâyeleri halk destanına dönüştürmüş durumdadır). Ancak sonuçta kazanan, elinde tuttuğu muazzam askeri güç nedeniyle yine Roma İmparatorluğu oldu.
AÇISINDAN KUDÜS
KATLİAM VE YIKIM
Yahudilerin başlattığı genel ayaklanma ve isyan, bölgenin hâkimi olan Roma İmparatorluğu tarafından elbette hoş görülmeyecekti. Senato’nun olağanüstü yetkiyle donattığı Başkomutan Titus, M.S. 70’de kalabalık bir orduyla Kudüs’e girdi. Kampını, şehrin kuzey yamaçlarına kuran Titus, şehir halkının yalvarmasına bile fırsat vermeden, büyük bir katliama ve yıkıma girişti. Sur içi Kudüs tamamen harabeye çevrildi, Beyt-i Makdis temellerine kadar yıkıldı, Yahudilerin birçoğu kılıçtan geçirildi, kalanlar da şehirden sürgün edildi. Bu, Babil Kralı Nabukadnezzar’dan sonra Kudüs’ün karşı karşıya kaldığı ikinci büyük yıkımdı.
MASADA’NIN DÜŞÜŞÜ
Kudüs’te tüm bunlar olurken, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 966 Yahudi, Ölüdeniz’in güneyinde, kayalık bir platoda kurulmuş olan bir kaleye sığınmıştı. ‘Masada’ isimli bu kale, Kudüs’ün tamamen yıkılmasından sonra, M.S. 73’te Romalı askerler tarafından kuşatıldı. Yalçın kayalar nedeniyle kaleyi uzun bir süre alamayan Roma ordusu, kuşatmayı yarmak için saldırı rampaları kurdu ve askerler bu rampalar üzerinden kaleye girdi. İçeride bir kadınla beş çocuk bulan askerler, diğer herkesin Romalılara teslim olmamak için intihar ettiğini gördü. Bugün artık bir efsaneye dönüşen bu anlatım, bazı Yahudi kaynaklarca güvenilir kabul edilmemektedir.
YAHUDİ DÜŞMANI İMPARATOR
Roma İmparatoru Hadrianus, M.S. 135’te aldığı radikal kararla, Yahudiliğe dair Kudüs’te ne varsa kazınmasını emretti. Şehirdeki bütün mabetler, dini işaretler ve semboller yok edilerek, Kudüs bir “Roma şehri” olarak yeni baştan tasarlandı. Sur içine iki büyük cadde inşa ettiren İmparator Hadrianus, surları da yeniletti. Roma’nın tanrılarından ikisine nispetle “Aelia Capitolina” adı verilen Kudüs’e Yahudilerin girmesi ve ölülerini defnetmesi kesin şekilde yasaklandı. Yahudiler yalnızca, bugün İbrani Üniversitesi’nin kampuslarının yeri aldığı Scopus Tepesi’nden (Arapçada: Cebel el Meşârif) şehri izleme hakkına sahipti.
AZİZE HELENA, KUDÜS’TE
Roma İmparatoru Konstantin’in 313 yılında Hıristiyanlığı kabulü, sadece dinler tarihi açısından değil, dünya tarihi açısından bir dönüm noktasıydı. 325’te toplanan İznik Konsülü’nün ardından İmparator Konstantin, annesi Helena’yı ‘Kutsal Topraklar’daki Hıristiyan eserlerinin ihyası için Filistin’e gönderdi. Sonradan ‘azize’ unvanını da alacak olan Helena’nın 326’daki Kudüs ziyareti sırasında, Kıyâme Kilisesi başta olmak üzere, bugün de hâlâ faaliyette olan çok sayıda Hıristiyan mabedinin temelleri atıldı. Ortodoks Hıristiyanlığın Filistin topraklarındaki üstünlüğü, Helena’nın bu ziyaretiyle birlikte başladı.
YAHUDİLERE YENİDEN İZİN
Yunan aristokrat bir aileden gelen Aelia Evdoksiya, 421 yılında İmparator İkinci Theodosius’la evlendikten sonra ‘imparatoriçe’ unvanını almıştı. 438’de Kudüs’ü ziyaret eden İmparatoriçe, 70 yılındaki yıkımdan sonra Kudüs’teki mabet alanında dua etmeleri yasaklanan Yahudilere ilk kez müsaade tanıdı. Aynı zamanda Yahudileri bizzat koruması altına alan İmparatoriçe Evdoksiya’nın bu izniyle birlikte, binlerce Yahudi Kudüs’e akın etti. Evdoksiya, Beytullahim’deki sarayında ikameti sırasında, Yahudilerin Kudüs ve çevresinde karşılaştıkları sorunları da mektupla doğrudan kendisine iletmelerini istedi.
SÂSÂNÎLER KUTSAL TOPRAKLARDA
600’lü yılların başından itibaren, bugünkü Ortadoğu toprakları, Bizans ve Sâsânî imparatorlukları arasında sürekli savaşların gerçekleştiği bir coğrafyaydı. İran merkezli Sâsânîler 612’de Suriye’yi ele geçirdikten iki yıl sonra, Kudüs’ü almayı başardı.Kuşatma sırasında, şehirde yaşayan Yahudiler, işgalci İran ordusuna yardım etti. İranlılar da bu kritik destek karşılığında, Yahudilerin ‘Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa etmelerine izin verdi. Böylece, Hz. Peygamber’in risâletinin ilk yıllarında, Kudüs’te mabet yeniden yükselmeye başladı. Mirac gecesinde, Hz. Peygamber’in gördüğü işte bu yapıydı, müşrikler sorduklarında da gördüğü şekilde Mescid-i Aksâ’nın sütunlarını sayabilmişti.
HERAKLİYUS’UN YEMİNİ
Kudüs’ün Mecûsîlere kaptırılması, Bizans İmparatoru Herakliyus için gerçek bir hezimetti. Kudüs’ü geri almayı başarırsa yürüyerek ‘hacca’ gideceği sözünü veren imparator, sonraki 15 yıl boyunca hep bu hayalle hareket etti. 628’de Bizans ordusu -tıpkı Kur’ân’ın Rûm suresinde haber verildiği gibi- Sâsânîlere galip geldi ve Kudüs yeniden Bizans’ın kontrolüne girdi. Söz verdiği gibi yürüyerek Kudüs’e giden İmparator, karşısında Hıristiyan kimliği ciddi şekilde değiştirilmiş ve harabeye çevrilmiş bir şehir buldu. Ancak Kudüs’ü yeniden imar etmeye vakti ve gücü yetmeyecekti. Müslümanların, güneyden Bizans topraklarına yürüyüşü çoktan başlamıştı.
ADALET VE HUZURUN DÖNÜŞÜ
Hz. Peygamber’in vefatından yalnızca 6 yıl sonra, 638’de İslâm orduları Kudüs kapılarına dayanmıştı. Şehrin dinî ve siyasi hâkimi Patrik Sophronius, ancak Halife Ömer bin Hattab bizzat gelirse şehri teslim edebileceğini söyleyince, Hz. Ömer Kudüs’e geldi. Şehrin Müslümanlara devrinin ardından, Hz. Ömer, Kudüs’te yaşayan bütün inançlara kendi haklarını veren bir emannâme imzaladı. Kudüs’te bugün bile devam eden birçok dinî düzenlemenin temeli, söz konusu fermana dayanır. Şehri gezerken Beyt-i Makdis’in yerinin de kendisine gösterilmesini isteyen Halife, günümüzde Mescid-i Aksâ alanı olarak bilinen yerde bir mescit inşa ettirdi.
İSLÂM SANATININ İNCİSİ
Emevî halifelerinden Abdulmelik bin Mervan, Kudüs’e şehrin şanına yaraşır bir anıt eser yaptırmak istedi. Gerekli planların hazırlanmasının ardından, aralarında gayrimüslimlerin de bulunduğu bir ustalar topluluğu, çalışmalara başladı. 691’de kapılarını açan eser, ihtişamıyla ve Kıyâme Kilisesi’ninkinden daha yüksek kubbesiyle göz dolduruyordu. Yahudi inancına göre Hz. İbrahim’in, oğlu Hz. İshak’ı kurban etme emrini aldığı kayanın üzerine inşa edilen esere, bu nedenle Kubbetu’s-Sahra adı verildi. Kubbetu’s-Sahra, yapıldığı günden bu yana hiç yıkılmadan ayakta kalan en eski İslâm eseri unvanını korumaya devam ediyor.
AHŞAP MESCİTTEN ANIT ESERE
Abdulmelik’ten sonra yerine geçen oğlu Velid, Şam’da inşa ettirdiği Emevî Camii’yle aynı dönemde, 701’de Mescid-i Aksâ alanı içine büyük bir mescit yaptırmak istedi. Hz. Ömer’in, inşaatında bizzat çalıştığı ahşap mescit yıkılarak, kıble yönünde görkemli bir mabedin temelleri atıldı. Depremler, yangınlar ve işgaller sebebiyle, Kıble Mescidi’nin ilk halinden günümüze herhangi bir şey kalmadı. Günümüzdeki Kudüs şehir siluetinin yavaş yavaş şekillendiği 700’lü yıllar, aynı zamanda şehrin isminin “Kudüs”e dönüştüğü bir zamandı. Abbâsîler, o döneme kadar “İlya” olarak anılan şehrin adını “Kudüs” yaptılar ve bu kullanım da yaygınlaştı.
ÇILGIN HALİFENİN FERMANI
900’lü yıllarda Mısır’da yönetimi ele alan Fâtımîler, Memlûk öncesi dönemde Ortadoğu’nun tek hâkimiydi. Mekke ve Medine’nin yanında Kudüs de Fâtımîlerin gözde şehirlerindendi. 996’da babası Ebû Mansûr’un yerine tahta çıkan Hâkim biemrillâh, 1021’de sona eren hilâfeti süresince Kudüs’e özel ilgi gösterdi. Hâkim’in en tartışmalı kararı da yine Kudüs’le ilgiliydi: Halife, 1010’da bütün Hıristiyanların acilen İslâm’a girmesini ferman buyurarak, Kıyâme Kilisesi’nin yıkılmasını emretti.Kilisenin imhası için çalışmalara başlanırken, Hâkim ikinci bir fermanla yıkımı durdurdu. 1021’de Kahire’de ortadan kaybolan ve cesedi dahi bulunamayan Hâkim’in akıbeti hâlâ meçhuldür.
HAÇLI SÜRÜLERİ KUDÜS’TE
Papa Urban’ın çağrısına uyan Haçlılar, Avrupa’nın dört bir yanından toplanarak, Godfrey de Buillon komutasında Filistin’e doğru harekete geçti. İslâm topraklarında önlerine gelen bütün yerleşim birimlerini yakıp yıkarak coğrafyanın kalbine kadar ilerleyen Haçlılar, bir aylık kuşatmanın ardından, 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü ele geçirdi. Kutsal şehrin Haçlılar tarafından alınması, Kudüs sakinleri için gerçek bir felâket oldu. Sur içinde yaşayan binlerce Müslüman, (Ortodoks) Hıristiyan ve Yahudi kılıçtan geçirildi. Batılı tarihçilerin de teyit ettiği gibi, Kudüs’ün dar sokaklarında atlar baldırlarına kadar çıkan kan denizinin içinde ilerledi.
ŞARKIN EN SEVGİLİ SULTANI
Kudüs’ü işgal edip ahalisini kılıçtan geçiren Haçlılar, şehirdeki bütün dinî eserleri kendi kontrolleri altına almıştı. Mescid-i Aksâ ve çevresindeki mescitler kilise ve at ahırlarına dönüştürülürken, Ortodoks Hıristiyanlara ait mekânlar da sahiplerinin ellerinden alındı. Haçlıların Kudüs’teki yaklaşık 90 yıllık hâkimiyeti, Salahaddîn Eyyûbî’nin (1138-1193) olağanüstü gayretleriyle sonlandırıldı. Fâtımîleri ortadan kaldırdıktan sonra Suriye bölgesindeki diğer emirlikleri emri altına alan Salahaddîn, 1187’deki Hıttîn Savaşı’nda Haçlıları korkunç bir yenilgiye uğrattı. Kudüs’e muzaffer bir komutan olarak giren Salahaddîn, şehri yeniden huzur ve sükûnete kavuşturdu.
HUZUR VE ADALET FERMANI
İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard, fetihten sonra Kudüs’ü yeniden ele geçirmeye çalıştıysa da, başarılı olamadı. Salahaddîn’le Richard arasında 1192’de imzalanan bir anlaşma Kudüs’ün selametini garanti altına aldı. Ömrünün son demlerini geçirmek için Şam’a çekilmeden önce bir süre Kudüs’te yaşayan Salahaddîn, yayımladığı fermanla şehirdeki Hıristiyanların ibadet haklarını resmîleştirdi. Çok sayıda Müslüman savaşçıyı sur içinde iskân eden Salahaddîn, Kıyâme Kilisesi’nin anahtarlarını da iki Müslüman aileye teslim ederek, Hz. Ömer zamanında Kudüs’te kurulan dinî dengeyi muhafaza etti. Bu sistem, günümüzde de devam etmektedir.
SURLAR TAMAMEN YIKILIYOR
Eyyûbîlerin sultanı Tûranşah, Kudüs’ü gelecekteki Haçlı saldırılarından korumak için, radikal bir karar aldı: Kudüs’ü çevreleyen surlar, şehrin düşmanın gözündeki cazibesini yok etmek için, tamamen yıkılacaktı. 1219’da uygulama konan karardan sonra, Kudüs tamamen korumasız kaldı. İlginç bir şekilde, Turanşah’ın taktiği başarılı olmuştu. Kudüs’e bundan sonra uzunca bir süre saldırı olmadı. Eyyûbîlerden sonra Kudüs’te hâkimiyet kuran Harzemşahlar ve Memlûklar da şehrin surlarını bu nedenle yeniden imar etmeyi düşünmedi. Virane haldeki Kudüs, bu dönemi askerî açıdan önemini yitirmiş ve gözlerden uzak şekilde geçirdi.
KUDÜS’ÜN HAÇLILARA TESLİMİ
Salahaddîn Eyyûbî’nin yeğenleri Kâmil, Eşref ve Muazzam, Beşinci Haçlı Seferi’nin savuşturulmasından sonra, kendi aralarında çatışmaya başlamıştı. Bu sırada, doğudan batıya doğru genişlemeye başlayan Harzemşahlar, Eyyûbîler için ciddi tehlike oluşturuyordu. Kendisini hem kardeşleri hem de Harzemşahlar tarafından kuşatılmış hisseden Kâmil, Alman İmparatoru İkinci Friedrich’le temasa geçerek, yönettiği Filistin bölgesini savaşsız şekilde Haçlılara teslim etmeyi önerdi. İmzalanan anlaşma gereği, Alman İmparatoru, 17 Mart 1229’da Kudüs’ü çatışmasız olarak teslim aldı. İslâm dünyasında şok yaratan bu gelişme, Kâmil’e yönelik öfke seline yol açtı.
HARZEMŞAHLAR VE MEMLÛKLAR
Kudüs’ün el değiştirmesi, Müslümanlar arasında olduğu kadar Hıristiyanlar arasında da kargaşaya yol açtı. İmparator İkinci Friedrich, İslâm kültürüne duyduğu hayranlık nedeniyle, kendi çevresinde kabul görmemiş bir isimdi. Kudüs’te bir süre kaldıktan sonra, sessiz-sedasız şehri terk ederek yeniden Avrupa’ya döndü. Filistin’de yaşanan siyasal kaos, 1244’te Kudüs’ü Harzemşahların ele geçirmesine yol açtı. Harzemşahların yaklaşık 15 yıllık idaresinin ardından, 1260’da Mısır’da iktidara gelen Memlûklar, Filistin ve Suriye’yle birlikte Kudüs’ü de kontrol altına aldı. Kudüs, bundan sonra yaklaşık 250 yıl sükûnet içinde yaşayacaktı.
İLK BÜYÜK SİNAGOG
1263’te Hıristiyanlarla Yahudiler arasındaki gerilimden dolayı İspanya’yı terk etmek durumunda kalan Yahudi din adamı Rabbi Moşe Ben Nahman, uzun ve maceralı bir yolculuğun ardından -Memlûkların müsaadesiyle- Kudüs’e geldi. 1267’de Kudüs’te büyük bir sinagog kuran Rabbi Moşe, üç yıl sonra öldüğünde, arkasında geniş bir Yahudi cemaati bırakmıştı. Sinagoga, kendi isminin baş harflerinin kısaltılmasıyla “Ramban” adı verildi. Ramban Sinagogu, 8’inci yüzyılda kurulan Karay Sinagogu’ndan sonra Kudüs’ün en eski aktif sinagogu, ama aynı zamanda şehrin hâlâ mevcut durumdaki ilk büyük Yahudi mabedidir.
KARA ÖLÜMÜN GÖLGESİ
1343’de Orta Asya’da başlayan veba salgını, birkaç yıl içinde Kırım üzerinden Ortadoğu ve Avrupa’ya yayıldı. Etkili olduğu yaklaşık 10 yıl boyunca Asya’dan Avrupa’ya 100 milyona yakın insanın ölümüne yol açan “Kara Ölüm” unvanlı bu korkunç salgın, 1348’de Kudüs’e ulaştı. Tam bu dönemde Ortadoğu’dan geçen ünlü seyyah İbn Battûta, Şam ve İskenderiye’de günlük ölümlerin 1100 ilâ 2400 arasında olduğunu rapor ediyor. Kudüs’te de buna yakın bir rakamın görüldüğü biliniyor. Müslüman ve Yahudilerde temizlik alışkanlıklarının en üst düzeyde olması nedeniyle, vebanın “soykırım boyutunda” kitlesel ölümlere yol açmadığı kaydediliyor.
12 BİN ŞAMDANLI AVLU
Memlûkların yaklaşık 250 yıllık hâkimiyetinden sonra Kudüs, 1517’nin son günlerinde Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katıldı. 30 Aralık 1517 Salı günü şehre giren Yavuz Sultan Selim, yatsı namazını Aksâ avlusunda kıldı. Yavuz ve askerlerinin ibadeti sırasında ortamı aydınlatmak için yakılan 12 bin şamdan nedeniyle, bugün Kıble Mescidi’nin önündeki geniş alan “12 bin şamdanlı avlu” olarak bilinir. Karargâhını bugünkü Tel Aviv yakınlarında bulunan Ramle’de kuran Yavuz, Kudüs’te iki gün kaldıktan sonra, Mısır’a doğru seferine devam etmek üzere bölgeden ayrıldı. Yavuz’un, önceki fatihlerin aksine, Kıyâme Kilisesi’ni ziyaret etmemesi dikkat çekicidir.
MAMUR EDİLEN ŞEHİR
Kudüs, Kanuni Sultan Süleyman döneminde büyük bir imar ve inşa faaliyetine sahne oldu. Memlûklar, Kudüs içinde ve özellikle de Mescid-i Aksâ alanında göz kamaştırıcı eserler bırakmışlardı. Ancak şehir surları, Eyyûbîlerden alınan siyasi miras gereği, yıkık bir şekilde muhafaza edilmişti. Kanuni’nin emriyle, Kudüs surları 1537-1541 yılları arasında yeniden imar edildi, şu anda hâlâ kullanılan yedi kapı da bu dönemde açıldı.Osmanlılar, Kudüs’te sayısız çeşme, sebil ve şadırvan inşa ettiler, mevcut eserleri onardılar, şehri mamur ve bayındır bir hale getirdiler. Memlûklar bir “taş medeniyeti” iken, Osmanlılar “su medeniyeti” olarak öne çıkmıştı.
HASİDİKLERİN KUDÜS’E AKINI
Yahudiler, Kanuni döneminde Ağlama Duvarı’na ilk kez dokunarak ibadet hakkına kavuşmuştu. M.S. 70’ten 1500’lerin ortasına dek, şehirdeki Yahudi nüfusu zaman zaman azalıp çoğalsa da, artık Kudüs’te sabit bir Yahudi cemaati yaşıyordu. Ramban Sinagogu’nun tesisinden sonra daha örgütlü hale gelen Kudüs Yahudiliği, 1700’de Ukrayna’dan gelip şehre yerleşen haham Yehuda Ha Hasid’le birlikte farklı bir boyuta kavuştu. Kendi adına bir sinagog kuran hahamın izleyicilerine bugün “Hasidikler” denilir. Yehuda Ha Hasid’in kurduğu sinagog daha sonra yıkılmış, 1967’den sonra yeniden inşa edilmiştir. Sur içindeki söz konusu mabet, “Hurva” (İbranicede: Harabe) adıyla bilinir.
KUDÜS’TE BİR MİLYONER
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi gücünün zayıflamasıyla paralel olarak, Kudüs’e Batılı akını başladı. Siyasi Siyonizm’in kurucusu kabul edilen Theodore Herzl’den çok önce, 1836’da Kudüs’ü ziyaret eden İngiliz Yahudi milyoner Sir Moşe Montefiore, dışarıdan göç edecek Yahudilere şehirde sabit bir yerleşim alanı inşa etme fikri için zemin yokladı. Sonraki süreçte defalarca Kudüs’e gelen ve eşiyle bir müddet burada yaşayan Sir Montefiore, bütün servetini bu hedef için harcadı. Siyasi Siyonizm, yüzyılın sonunda Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak için harekete geçtiğinde, Kudüs’te aktif bir Yahudi kolonisi çoktan oluşmuştu.
İNGİLTERE EN ÖNDE
1800’lerin ilk yarısında, Osmanlı İmparatorluğu Mısır sorunuyla meşgulken, Avrupa ülkeleri de Filistin’e akın etmeye başladı. İngiltere, 1838’de Kudüs’te bir konsolosluk açarak, Avrupalı komşularının önüne geçti. Artık İngilizler bölgede daha aktifti ve bu durum, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin’in İngiliz mandası yönetimine girmesi sonucunu doğuracaktı. İngiltere’den sonra, Almanya ve Fransa da Filistin’de diplomatik temsilcilikler açarak, “Hıristiyanların haklarını koruma” yarışına dâhil oldular. Dış politikasının eksenini “sıcak denizlere inmek” oluşturan Rusya da, aynı gayeyle Filistin topraklarında faaliyet göstermeye başlamıştı.
KUDÜS’TE İLK YAHUDİ YERLEŞİMİ
Kudüs’e her gelişinde, şehirden toprak alabilmenin yollarını da araştıran Sir Moşe Montefiore, 1850’lerde nihayet bu amacına ulaştı. Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin mülklerinden ve arazilerinden bir kısmı, Sir Montefiore tarafından satın alınarak Yahudilere bağışlandı. Kudüs şehir surlarının batısında yer alan Mişkenot Şaananim Mahallesi, 1860’da tamamlanarak, buraya dışardan göç eden Yahudiler yerleştirildi. Sir Montefiore’nin şahsi servetinden harcayarak inşa ettirdiği ve yerleşimci fakir Yahudilerin geçimlerini sağlamaları için tesis edilen yel değirmeni, bugün hâlâ kendi ismiyle anılmaktadır.
RUSYA’DAN GÖÇMEN AKINI
1855’ten beri Rusya’yı yöneten Çar İkinci Aleksander, 13 Mart 1881 günü St. Petersburg kentinde suikasta kurban gitti. Çar’ı bombalı saldırıyla öldüren “Halkın İradesi” örgütü, birçok üst düzey görevliyi de kurban seçmişti. Suikast serisinin ardından, Çarlık idaresi ülkede geniş çaplı bir idam, tutuklama ve sürgün hamlesi başlattı. Bu çerçevede Yahudiler de rejimin hedefindeydi. Rusya’da yaşam hakları adeta imkânsızlaşan ve “pogrom” denilen kamplara alınmaya başlayan Yahudiler, kitleler halinde Filistin’e göç etti ve Kudüs’e yerleşti. 1882’de Kudüs ve çevresinde Rusya’dan gelmiş on binlerce Yahudi göçmen yaşıyordu.
THEODORE HERZL KUDÜS’TE
Yahudiliğinin bile farkında olmayan sıradan bir gazeteciyken, izlediği Dreyfus Davası nedeniyle politize olan Theodore Herzl, 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde organize ettiği Birinci Siyonist Kongre’nin ardından artık lider konumundaydı. 1898’de bir grup arkadaşıyla ilk kez Kudüs’ü ziyaret eden Herzl, gördüğü manzara hakkında büyük hayal kırıklığına uğramıştı. Dindar bir Yahudi olmayan Herzl, Kudüs’teki “aşırı dinî yoğunluk”tan rahatsız olmuş, şehri bir tür cinnet merkezine benzetmişti. Aynı seyahat sırasında, Alman İmparatoru İkinci Wilhelm’le de görüşen Herzl, Filistin’de Yahudilere bir yurt kurma yönündeki teklifine net bir cevap alamamıştı.
İNGİLİZLERDEN SİYONİSTLERE SÖZ
Birinci Dünya Savaşı’nın kaotik ortamında, Filistin’e Yahudi akını da devam ediyordu. 2 Aralık 1917’de, İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour tarafından İngiliz Yahudi toplumunun önde gelen liderlerinden Baron Walter Lionel Rotschild’a gönderilen bir mektup, Filistin üzerindeki Siyonist emellerini himaye altına aldı. Mektupta, İngiltere Krallığı’nın, Filistin’de kurulacak bir Yahudi vatanını destekleyeceği açıkça dile getirilerek, Siyonistler teşvik ediliyordu. Tarihe “Balfour Deklarasyonu” olarak geçen bu metin, o sırada İngiltere saflarında savaşa devam eden Arapları büyük hayal kırıklığına uğrattı.
BİR DEVRİN SONU
Birinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nun Filistin’den çekilmesinin ardından, 9 Aralık 1917’de İngiliz komutan Edmund Allenby, birliklerinin başında Kudüs’e girdi. El Halil Kapısı’ndan yürüyerek eski şehre adım atan Allenby, Kudüs’teki İngiliz hâkimiyetini de böylece başlatmış oluyordu. Filistin, üç yıl sonra resmen İngiliz manda yönetimi altına alındı. İngilizlerin Filistin ve Kudüs’teki hâkimiyeti çatışmalı ve sancılı bir dönem olacak; nihayet kaosla baş edemeyen İngiliz siyasetinin bölgeden çekilmeye karar verişiyle İsrail’in kuruluşuna giden süreç de başlayacaktı.
DEVLETTEN ÖNCE BİLGİ ÜRETİMİ
Yahudiler için Filistin topraklarında bir üniversite kurma fikri, 1884’ten beri gündemdeydi. Birinci Siyonist Kongre’de de onaylanan bu hedef, 24 Temmuz 1918 günü resmen hayata geçirildi. Arapların Cebel el Meşârif dediği Scopus Tepesi’ndeki bir arazide, “Kudüs İbrani Üniversitesi”nin temelleri atıldı. Okulun ismi ilk önce “Filistin Üniversitesi” olarak düşünüldü, ancak daha sonra bu fikirden vazgeçildi. İbrani Üniversitesi’nin yeri, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Isaac Goldberg adlı bir Yahudi tarafından İngiliz avukat Sir John Gray-Hill’den satın alınmıştı. Burası, stratejik konumu nedeniyle tercih edilmişti.
FİLİSTİN’E YÜKSEK KOMİSER
Filistin’i ‘manda’ olarak yönetmeye başlayan İngilizler, 1920’de genel valilik ve yüksek komiserlik görevine Sir Herbert Samuel’i atadı. 1902’de Liberal Parti kadrolarından siyasete atılan Samuel, İngiliz kabinesinin ilk Yahudi üyelerinden biriydi. Siyasetteki başarısının ardından getirildiği Filistin yüksek komiserliği görevi, Arapları da Yahudileri de memnun etmedi. İki tarafın çatışmasını engellemeye çalışan Samuel, bir yandan da Filistin topraklarında ticaret ve ulaşımın güvence altında alınmasını sağladı. 1925’te görevinden ayrıldığında, bölge nispî bir kalkınma ve modernleşme sürecine girmişti.
BALFOUR KUDÜS’TE
İnşaatı hızlı bir şekilde tamamlanan Kudüs İbrani Üniversitesi, 1 Nisan 1925 günü düzenlenen törenle eğitime başladı. Yahudilere Filistin’de bir vatan sözü vererek İsrail’in kuruluşuna giden süreci hızlandıran İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, törenin onur konuğu olarak Kudüs’teydi. Açılış konuşmasını ünlü Yahudi şair Haim Nahman Bialik yaparken, Balfour da konuşmasında Kudüs’ün Yahudiler için öneminden söz etti. Kudüs İbrani Üniversitesi, eski şehre, Batı Kudüs’e ve Ölü Deniz’e aynı anda bakan stratejik konumuyla, sonraki dönemlerde sıklıkla çatışmaların merkezinde yer alacaktı.
KING DAVID HOTEL AÇILIYOR
1920’li yıllarda bir yandan Filistin topraklarına Yahudi göçü devam ederken, bir yandan da Araplarla bölgenin yeni sakinleri olan Siyonist yerleşimciler arasında ciddi bir gerilim yaşanıyordu. Bu süreç, aynı zamanda Batı Kudüs’ün inşa ve imar edildiği bir dönemdi. Şehir, Müslüman sakinleri açısından gittikçe yaşanmaz bir yer haline gelirken, batı yakasında yeni ve modern bir Yahudi şehri ortaya çıkıyordu. 1932’de, kısa zaman içinde Batı Kudüs’ün simgelerinden biri haline gelen King David Hotel hizmete açıldı. Özellikle Kudüs’ü ziyarete gelen yabancıların tercih ettiği otelin eski şehre hâkim manzarası nefes kesiciydi.
ÇATIŞMADAN KİTLESEL SAVAŞA
Araplarla Yahudiler arasındaki çatışma ve şiddet dalgası bütün Filistin’i sarmaya başlamıştı. Özellikle 1936-39 arasındaki süreçte, iki taraftan yüzlerce kişi hayatını kaybetti. Filistin’de ipleri elinden kaçırmaya başladığını fark eden İngiltere, başkanlığını Lord Robert Peel’in yaptığı bir komisyon kurarak bölgedeki gerilimin nedenlerine dair bir rapor hazırlattı. ‘Peel Komisyonu’, 1937 yazında yayımladığı raporunda, Filistin topraklarının Araplarla Yahudiler arasında bölünmesinin, Kudüs ve çevresinin ise tarafsız bölge ilân edilmesinin en doğru çözüm olacağı vurgulandı. Söz konusu çözüm, “uygulanamaz” bulunarak gündemden çıkarıldı.
MANDAYI BİTİREN TERÖR SALDIRISI
King David Hotel, aynı zamanda İngilizler tarafından manda yönetiminin merkez karargâhı olarak kullanılıyordu. Otelin güney kanadı, bu nedenle tamamen İngiliz diplomat ve askerlere tahsis edilmişti. İleride İsrail başbakanlığına kadar yükselecek olan Menachem Begin liderliğindeki Irgun örgütü, 22 Temmuz 1946’da otele bombalı saldırı düzenledi. İçlerinde Yahudilerin de bulunduğu 91 kişinin hayatını kaybettiği saldırı, İngilizleri artık manda yönetimini sona erdirmek gerektiği konusunda ikna eden son gelişmeydi. Kısa süre sonra İngiltere hükümeti, Filistin konusunu BM’ye havale etmeye, böylece sorumluluktan kurtulmaya karar verdi.
BU TAKSİMİ KURT YAPMAZ…
İngilizlerin talebiyle Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulan bir komisyon, Filistin topraklarının Araplar ve Yahudiler arasında taksim edilmesini kararlaştırdı. Hazırlanan tasarı, 29 Kasım 1947’de genel kurulda oylandı, 13 oya karşılık 33 oyla kabul edildi. Kudüs’e uluslararası statü verilmesini öngören tasarı, Arapların büyük tepkisiyle karşılaştı. İngiltere oylama sırasında ‘çekimser’ kalsa da, İngilizlerin Filistin siyaseti Arap kamuoyunda infiale yol açtı. Bir Yahudi devletinin kuruluşuna giden yol, böylece adım adım kat edilirken, uluslararası kamuoyunun desteği Siyonistlere doğru kaymaya başlamıştı.
İSRAİL’İN SAHNEYE ÇIKIŞI
BM’de kabul edilen taksim planının ardından, Filistin topraklarında çatışmalar yeniden alevlendi. Araplar kendi imkânlarıyla oluşturdukları silahlı gruplarla Siyonistlere karşı mücadele ederken, Siyonistler de Arap köylerine baskınlar düzenliyordu. 9 Nisan 1948’de Kudüs yakınlarındaki Deyr Yasin köyünün Siyonist çeteler tarafından basılması ve arkasından gerçekleşen katliamda 100’den fazla sivilin hayatını kaybetmesi, bu olayların en trajiğiydi. Boğuşma ve çatışmalarla geçen uzun haftaların ardından, 14 Mayıs 1948 günü İsrail’in kuruluşu resmen ilân edildi. Kuruluş bildirgesi, ülkenin ilk başbakanı da olacak olan David Ben Gurion tarafından okundu.
İLK ARAP-İSRAİL SAVAŞI
İsrail’in kuruluşu ilân edilir edilmez, Arap ülkeleri toplu halde bu yeni oluşuma savaş açtı. Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan, Suriye gibi ülkelerin birlikte hareket etmesi, İsrail’in daha doğmadan öleceği tahminlerine yol açsa da, yeni devlet tutunmayı başardı. Araplar, kendi aralarındaki rekabet ve dağınıklık nedeniyle başarı gösteremedi, İsrail ise varlığını resmen kabul ettirerek, bir devlet olarak uluslararası ilişkiler sahnesine çıktı. 15 Mayıs 1948’de başlayan savaş, haziran ayındaki en şiddetli çatışmaların ardından, birkaç ay sonra tamamen duruldu ve ateşkesle sonuçlandı. Ortadoğu’da artık İsrail adında yeni bir devlet vardı.
DOĞU KUDÜS, ÜRDÜN’E
1949 başında silahlar tamamen sustuğunda, Kudüs’ün batı yakası İsrail’in, doğu yakası ise Ürdün’ün kontrolündeydi. O sırada en örgütlü silahlı gücü elinde bulunduran Ürdün Kralı Abdullah, Arap kamuoyunun beklentisinin aksine, İsrail’i yok etme amacıyla değil, İsrail’le yan yana yaşayacak şekilde kendi krallığını güçlendirme hedefiyle hareket etmişti. Mescid-i Aksâ’nın da içinde bulunduğu Doğu Kudüs’ün ele geçirilmesi, Kral Abdullah için yeterli ve tatmin edici bir başarıydı; ordusunun daha fazla ilerlemesine bu nedenle müsaade etmedi. Bu durum, Kral’ın Filistin siyaseti hakkında derin bir şüphe ve öfke dalgasına neden oldu.
AKSÂ’DA BİRKAÇ KURŞUN
Ürdün’ün kurucu kralı Abdullah, dönemindeki Arap liderlerin aksine, İsrail’i yok etme amacını taşımıyordu. Siyonistlerle anlaşmak ve iki bağımsız devlet olarak yan yana yaşamak, Kral’ın Filistin siyasetinin temelini oluşturuyordu. Bu sebeple, Siyonistlerle gizli pazarlıklara girişti. Sürecin sonunda kapsamlı bir barış anlaşması imzalamak, Doğu Kudüs’ü de böylece egemenliği altında tutmayı garantilemek istiyordu. Bu planların Arap kamuoyunda Kral’a karşı yarattığı nefret, 20 Temmuz 1951 günü Abdullah’ın Mescid-i Aksâ’da bir Filistinli tarafından öldürülmesiyle sonuçlandı. Bu suikast, İsrail’le yakınlaşmanın halk kitleleri nezdinde hoş görülmediğini gösteriyordu.
KUDÜS, FİİLİ BAŞKENT
İsrail, Batı Kudüs’ü kontrolü altına aldıktan sonra, resmî kurumları hızla buraya taşımaya başladı. 26 Aralık 1949’da İsrail Parlamentosu (Knesset), ilk Kudüs’ün merkezindeki bir binada toplandı. 1953’te cumhurbaşkanlığı ofisi ve konutu, Tel Aviv’den Kudüs’e taşındı. Bunu diğer bakanlıklar ve resmi kurumlar izlerken, Knesset’in şimdiki yeri Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi’nden satın alınarak parlamento kompleksinin inşaatına başlandı. İsrail yönetimi, tüm bu adımlarla Kudüs’ü resmi başkent haline getirmeye giden yolun da taşlarını döşüyordu. 1967’de Kudüs işgal edilmeden çok önce, devlet fiilen Kudüs’ten yönetilmeye başlamıştı.
MACAR BELEDİYE BAŞKANI
1911’de Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de dünyaya gelen Teddy Kollek, David Ben Gurion’un emrinde diplomat olarak çalıştıktan sonra, 1965’te Batı Kudüs’ün belediye başkanlığına seçildi. 1967’de Doğu Kudüs’ün işgal edilmesiyle, Kudüs belediye başkanı olarak görevine devam eden Kollek, şehrin Müslüman mahallelerine elektrik getirilmesi ve altyapı çalışmalarının tamamlanması yönündeki çabalarıyla dikkat çekti. Siyonist olmasına rağmen, Kudüs’ün Müslüman sakinlerinin de sempatisini kazanan Kollek, 1993’teki seçimlerde rakibi Ehud Olmert’e yenilmesine kadar, neredeyse 30 yıl boyunca Kudüs belediye başkanı olarak görev yaptı.
KUDÜS, İŞGAL ALTINDA
5-11 Haziran 1967’de gerçekleşen Altı Gün Savaşı, İsrail açısından tam bir zaferdi. Sadece altı gün içinde Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan, Irak ve Suudi Arabistan birliklerini mağlup eden İsrail, Ürdün’ün elinden Doğu Kudüs’ü alarak şehri işgal etti. Ayrıca Sina Yarımadası (Mısır’dan), Golan Tepeleri (Suriye’den) ve Şeba Çiftlikleri de (Lübnan’dan) İsrail tarafından işgal edildi. Mescid-i Aksâ’ya ev sahipliği yapan Doğu Kudüs’ün İsrail işgaline uğraması, Arap ve İslâm dünyasında şok etkisi yarattı. Ürdün Krallığı, Mescid-i Aksâ’yı İsrail birliklerine kolayca ve ciddi çatışmaya girmeksizin teslim etmek suçlamasıyla karşı karşıya kaldı.
YOKEDİLEN MAHALLE
İsrail ordu birliklerinin şehre girmesinin hemen ardından, 13 Haziran 1967 günü sur içi Kudüs’ün güney kısmında kalan Mağribliler Mahallesi buldozerlerle yıkıldı. Yüzlerce yıllık evler, mescitler, medreseler ve konaklar, Yahudilerin kutsal kabul ettiği Ağlama Duvarı’na alan açmak için yok edildi. Burada yaşayan 6 bin dolayındaki Arap nüfus da, sur dışına sürgün edildi. Mağribliler Mahallesi, 1187’de Kudüs’ü Haçlıların elinden kurtaran Salahaddîn Eyyûbî tarafından Faslı Müslümanların iskânına tahsis edilmiş bir bölgeydi. Mahallenin yıkılması, Kudüs’ün tarihinde ve kentsel dokusunda önemli bir eksilmeye yol açtı.
AKSÂ ALEVLER İÇİNDE
İslâm dünyası Mescid-i Aksâ’nın İsrail tarafından işgalinin şokunu henüz atlatamamışken, 21 Ağustos 1969’da yeni bir facianın haberiyle sarsıldı: Dennis Rohan adlı Avustralyalı bir Hıristiyan fanatik, sabahleyin erken saatlerde Mescid-i Aksâ alanına girerek, Kıble Mescidi’ni ateşe vermişti. Saatler süren bir çabanın ardından güçlükle söndürülen yangının meydana getirdiği hasar korkunçtu. Salahaddîn Eyyûbî tarafından mescide yerleştirilen tarihî minber başta olmak üzere, çok sayıda paha biçilmez eser küle dönmüştü. ‘Psikolojik rahatsız’ teşhisi konulan Rohan, bir süre İsrail’de tutulduktan sonra, ülkesine iade edildi.
MÜSLÜMAN DÜNYA BİR ARADA
Mescid-i Aksâ’nın ateşe verilmesi, Müslüman dünyayı ortak paydada bir araya getirmişti. İsrail’e karşı müsamahakâr tavır benimseyen ülkeler bile, yaşananlar karşısında büyük öfke duymuştu. Suudi Arabistan Kralı Faysal bin Abdulaziz’in çağrısıyla 22-25 Eylül 1969’da Fas’ın başkenti Rabat’ta toplanan İslâm ülkeleri devlet ve / veya hükümet başkanları, “İslâm Konferansı Örgütü”nün (İKÖ) kurulmasında anlaştı. Bugün “İslâm İşbirliği Teşkilâtı” olarak varlığını sürdüren İKÖ, BM’den sonra dünyanın en geniş katılımlı uluslararası örgütüdür. Merkezi Cidde’den olan örgütün siyasi açıdan kontrolü Suudi Arabistan’dadır.
BİR DÖNÜM NOKTASI
Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat, ani bir kararla, 19 Kasım 1977’de Kudüs’ü ziyaret etti. Sedat’ın Kudüs seyahati, ilk kez bir Arap devlet başkanının İsrail’i resmen tanıması anlamına geliyordu. İki yıl sonra imzalanan Camp David Anlaşması’yla Mısır ve İsrail resmen barışırken, Mısır ordusu bundan böyle Filistin meselesinde ‘saldırgan taraf’ olmaktan çıkıyordu. İsrail’i rahatlatan ve güney cephesini tamamen güvence altına alan bu süreç, Sedat’ın Kudüs ziyaretiyle başlamıştı. Arap dünyasına büyük şok yaşatan ve Sedat’ın kendi kabinesinin bile tepkisini çeken söz konusu ziyaret, Ortadoğu’nun yakın tarihindeki dönüm noktalarından biridir.
KUDÜS, İSRAİL’İN ‘RESMİ’ BAŞKENTİ
1980’in temmuz ayında Knesset’te kabul edilen bir tasarıyla, Kudüs “İsrail’in resmi, ebedi ve bölünmez başkenti” ilân edildi. 30 Temmuz 1980 tarihli yasa, ABD ve BM başta olmak üzere uluslararası toplumdan hiçbir şekilde destek görmedi. Ancak öte yandan, İsrail zaten yıllardır fiilen Kudüs’ten yönetildiği için, yasanın günlük uygulamada meydana getirdiği herhangi bir değişim de olmadı. Birbiri ardına iktidara gelen aşırı sağcı ve Siyonist İsrail hükümetleri, Kudüs’ün başkent ilân edilmesinden sonra, şehir ve çevresindeki yerleşim inşaatı projelerini daha da yoğunlaştırdı. Bu süreçte, şehrin sınırları da sürekli genişletilerek yerleşimlere alan açıldı.
KİLİT NOKTA: ŞEHRİN STATÜSÜ
İsrail’le Filistinliler arasında başlayan Oslo Görüşmeleri (1993-95), tarafların birçok önemli meseleyi müzakere ettiği ilk uzun soluklu barış süreciydi. Yaser Arafat ve ekibinin Filistin’i temsil ettiği görüşmelerde, Kudüs’ün statüsü üzerinde anlaşma sağlanamadı. Müzakereciler, Kudüs’ün statüsünün daha sonra konuşulması üzerinde mutabakata vardı. Oslo Görüşmeleri’nde İsrail’i temsil eden Başbakan Yitzhak Rabin, 4 Kasım 1995’te bir yerleşimci Yahudi tarafından Tel Aviv’de öldürüldü. Yigal Amir adlı suikastçı, barış için düzenlenen bir mitingin ardından öldürdüğü Rabin’in Filistinlilere çok fazla taviz veren bir hain olduğunu savunuyordu.
ELÇİLİĞİN TAŞINMASI KARARI
Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senato’nun 23 Ekim 1995’te kabul ettiği bir tasarıyla, ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçilik binasının Kudüs’e taşınması resmen karara bağlandı. Bir ay sonra yürürlüğe giren yasanın uygulanması, ABD Başkanı Bill Clinton tarafından ertelendi. Clinton’dan sonraki başkanlar George Walker Bush ve Barack Hussein Obama da yasanın uygulanmasını altışar aylık sürelerle, devamlı olarak ertelediler. ABD hükümetleri, elçiliğin Kudüs’e taşınması ve İsrail işgalinin böylece resmen tanınması durumunda, İslâm dünyasının göstereceği yoğun tepkiyi erteleme kararına gerekçe olarak gösteriyordu.
ŞARON PROVOKASYONU
Dönemin muhalefet lideri Ariel Şaron’un 28 Eylül 2000’de Mescid-i Aksâ’ya yaptığı provokasyon niteliğindeki ziyaret, Filistinlileri çılgına çevirdi. 1987’de başlayan Birinci İntifada benzeri geniş çaplı bir ayaklanma dalgası, Kudüs sokaklarında kendisini hemen hissettirdi. Genel grevlere eşlik eden çatışmalar, 6 binden fazla Filistinlinin ölümüne, binlercesinin de yaralanmasına yol açtı. 2005’te sona eren “İkinci İntifada”, İsrail tarafında Ariel Şaron’un başbakanlık koltuğuna oturduğu bir siyasal iklimi de beraberinde getirdi. Şaron, iktidarda bulunduğu kısa süre içinde Filistinlilere yönelik baskı ve kuşatmayı daha da artırdı.
TRUMP’IN KUDÜS KARARI
ABD Başkanı Donald Trump, seçim kampanyasında vaat ettiği üzere, 6 Aralık 2017’de Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını duyurdu. Trump böylece, kendisinden önceki Amerikan başkanlarının hayata geçirmeye cesaret edemediği bir kararı, uygulamaya koymuş oldu. Özellikle Başkan Yardımcısı Mike Pence’in etkili olduğu belirtilen bu adım, İsrail tarafından sevinçle karşılanırken İslâm dünyasında öfke ve nefret dalgasının kabarmasına yol açtı. İslâm dünyası, Amerikan yönetiminin bu yeni siyasetine karşı birleşti, birçok ülkede geniş katılımlı protesto gösterileri düzenlenerek karara yönelik tepkiler dile getirildi.
İSLÂM DÜNYASINDAN KUDÜS ADIMI
Trump’ın Kudüs kararının ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğü ve şahsî gayretleriyle İslâm İşbirliği Teşkilâtı, 13 Aralık 2017’de İstanbul’da Kudüs özel gündemiyle toplandı. Daha sonra, yine Türkiye’nin öncülüğünde hazırlanan “Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olarak tanınması” konulu tasarı, 21 Aralık 2017’de BM Genel Kurulu’nda gündeme alındı. Yapılan oylamada 128 ülke kabul, 9 ülke de ret verirken, 35 ülke çekimser kaldı. Ret cephesinde ABD’yi yalnızca 8 ülkenin desteklemesi, Amerikan yönetimi adına ciddi bir diplomatik hezimet olarak değerlendirildi. Trump’ın oylama öncesinde dünya ülkelerine yönelik tehditkâr üslubunun, çekimser ülke sayısını artırdığı belirtiliyor.
AKTÖRLER
Abdulmelik Bin Mervan
MESCİD-İ AKSA
Hacer-i Muallaka’nın zarfı
Buradaki mescitler, gerek Kıble Mescidi gerek Kubbet-us Sahra gerek “Kadim Aksa” dediğimiz Burak Mescidi ve Mervan Mescidi… bütün bunlar 144 dönümlük arazi içinde yer alan, sadece o arazide, arazinin göstergeleri olmak bakımından kıymet ifade eden ama asıl 144 dönümlük arazinin kendisinin başlı başına mübarek olduğu, mukaddes olduğu, “Harem” olduğu bir mekandır. Eski şehrin içindedir. Kudüs, asıl burasıdır…
İŞGAL ALTINDAKİ KUDÜS
Nüfus Oyunlarıyla Büyüyen Şehir
İsrail, 1967’deki Altı Gün Savaşı’yla birlikte Doğu Kudüs’ü işgal ettikten sonra, yerleşim birimi inşaatına hız verdi. Filistinlilerin topraklarına el konulması ve evlerinin yıkılması suretiyle inşa edilen yerleşimler, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası kurum ve hükümetler tarafından ‘yasa dışı’ ilân edilmesine rağmen, İsrail hükümetleri bu konuda geri adım atmış değil. Bugün Doğu Kudüs’ün çeşitli noktalarındaki yerleşimlerde 200 bin dolayında Yahudi yaşıyor. Bunların tamamı, işgalin ardından bölgeye iskân edildi.
İsrail yönetimi, Kudüs’ü işgal eder etmez, şehrin nüfus dengelerini değiştirmek için düğmeye bastı. İlk aşamada, Ağlama Duvarı’na yer açmak için buldozerlerle yıkılan Mağribliler Mahallesi’nden 6 bin Müslüman göç ettirildi.
Şehir işgal edildiğinde nüfus dengesi şu şekildeydi: 196 bin Yahudi, 58 bin Müslüman, 12 bin Hıristiyan. İşgal yönetiminin nihai hedefi, Kudüs’ün nüfus oranını yüzde 70 Yahudi-yüzde 30 Müslüman şeklinde sabitlemekti. Arap nüfus hızlı çoğaldığından, bu oranı elde etmek için “Büyük Kudüs” projesi uygulamaya kondu. Buna göre, şehrin sınırları olabildiğince genişletildi, bu sınırlara dâhil olan Müslüman nüfusa karşılık, dört büyük yerleşim kompleksi inşa edildi: Giv’on, Kohav Yaakov, Maale Adumim ve Etzion.
Neredeyse El Halil’e kadar uzanan bu birimlere 50 bin dolayında yerleşimci yerleştirildi. İsrail yönetimi, Kudüs şehir merkezinden, oluşturulan yeni sınırlara doğru iç göçü de teşvik ediyor.
1967’de Kudüs’ün şehir sınırları 38 bin 100 dönümlük bir alanı kaplarken, 1993 yapılan son değişikliklerle şehrin alan büyüklüğü 126 bin 300 dönüme çıkarıldı.Nüfus oranları ise, bu artışla paralel bir seyir izlemedi: 1987’den itibaren düşmeye başlayan şehrin Yahudi nüfus oranı, 2006’ya gelindiğinde yüzde 65’e kadar geriledi. Günümüzde şehrin toplamda bir milyona yaklaşan nüfusunun yüzde 64’ünü Yahudiler, yüzde 34’ünü Müslümanlar, yüzde 2’sini ise Hıristiyanlar oluşturmaktadır.
Kendi şehrinde yabancı olmak
İsrail yönetiminin Doğu Kudüs’te uygulamaya koyduğu işgal yöntemlerinden biri de, şehrin yerli Filistinli nüfusunu ‘vatandaş’ olarak kabul etmemek. 1967’den sonra geçerli hale getirilen yasalar çerçevesinde, Kudüs’te yaşayan Filistinliler, ‘oturum belgesi’ ile hayatlarını idame ettiriyor. Onları resmi vatandaş statüsüne almayan İsrail, bu belgeyi verdiği Filistinli nüfusu çok sıkı bir kontrol ve takip altında tutuyor.
İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (HRW) hazırladığı raporlara göre, 1967’den bu yana İsrail, 14 bin 500 fazla Filistinlinin Kudüs’te oturum hakkını iptal etti. İsrail yönetimi, iptallere gerekçe olarak, Filistinlilerin “Kudüs’te sürekli yaşamaması” gösterirken, son yıllarda İsraillilere saldırı düzenlemekle suçlanan Filistinlilerin Kudüs’te yaşayan akrabaları da oturum hakları ellerinden alınarak cezalandırılıyor.
Kudüslüler: Filistinli Ürdünlüler
Doğu Kudüs’te yaşayan her Filistinli Ürdün pasaportu taşımasına rağmen, Ürdün Krallığı kendilerini vatandaş olarak kabul etmiyor. Beşer yıl süreyle yenilenen bu pasaportlara ‘geçici’ damgası vuran Ürdün, pasaport hamili Kudüslülerin Ürdün’de uzun süre oturmalarına, çalışmalarına ve mülk edinmelerine de müsaade etmiyor.
Kâğıt üzerindeki bu çelişkili muamelelere ilaveten, İsrail yönetimi, sıklıkla Filistinlilerin Kudüs’e erişimini de kısıtlıyor. Bilhassa çatışma dönemlerinde Mescid-i Aksa ve çevresine girmesine izin verilen Filistinliler için yaş sınırlaması getirilirken, Aksa’da ‘eylem’ yaptıkları gerekçesiyle Kudüs’ten resmi olarak uzaklaştırma cezası alan Filistinli sayısı da giderek artıyor. İsrail yönetimi, Mescid-i Aksa’da beş vakit namaza devam eden Filistinli gençleri özellikle gözetim altında tutarak sürekli izliyor.
Kudüs’ü kim sattı?
Filistin meselesi tartışılırken sıklıkla dile getirilen bir iddia vardır: Filistinliler, topraklarını Yahudilere sattı. Dönemin kaynaklarını ve tarafsız tarihi dokümanları taradığımızda, toprak ve mülk satışıyla ilgili üç durum karşımıza çıkıyor:
Devlet arazilerinin gasp edilmesi, İşgal ve tedhiş hareketleriyle Filistinlilerin kovularak topraklarına el konulması, Toprak ve mülk satışı…
Filistin topraklarındaki Siyonist işgal, en yaygın biçimde ilk iki maddede dile getirilen yöntemlerle gerçekleştirildi. Osmanlı İmparatorluğu bölgedeki kontrolünün gevşemesiyle birlikte Filistin’e akın eden Siyonist yerleşimciler, devlet arazilerine kurdukları kollektif çiftliklerle (İbranicede: Kibbutz) koloniler oluşturdular. 1930 başından itibaren ise, teşkil edilen silahlı çete ve terör gruplarının Filistin köy ve kasabalarına saldırıları başladı. Binlerce insan, bu şekilde asırlardır yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalarak Filistin içinde yer değiştirdi ya da komşu ülkelere sığındı. 9 Nisan 1948 günü gerçekleştirilen Deyr Yasin Katliamı ve sonrasında yaşanan tehcirlerin ardından, Siyonistler Filistinlilerin bıraktığı yerlere yerleşti.
Siyonistlerin Filistin topraklarında adım adım yayılmaları ve bütün bir bölgeyi kontrol altına almaları, daha çok bu iki yolla oldu. Bunun dışında, Müslüman Araplardan çok ufak bir yüzde, elinde bulundurduğu arazileri Siyonistlere sattı. Ancak bunlar da ya bölgede yaşamayan toprak zengini ailelerdi ya da Siyonistlerle siyasi bağlantıları olan Filistinliler.
Genel bütün içerisinde, bu insanların çok küçük bir azınlığı teşkil ettiğini söylemeye gerek yok.
Yahudilere toprak ve mülk satışı tartışmalarında neredeyse kendilerinden hiç söz edilmeyen bir aktör var: Ortodoks Hıristiyanlar. Kudüs’te Siyonistlerin sahip olduğu birçok kıymetli arazi, Müslüman Araplar yoluyla değil Ortodoks Hıristiyanlar vasıtasıyla el değiştirdiği halde üstelik. Örneğin: Bugün Kudüs Eski Şehir’e en yakın mesafedeki Yahudi mahallesi olan Rehavia’nın arazisini Siyonistlere satan, Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi. 1921 gerçekleşen bu satışın ardından, yine aynı Hıristiyan cemaat, İsrail cumhurbaşkanlığı ve başbakanlığının rezidans arsalarını da İsrail’e sattı. İsrail Parlamentosu Knesset’in üzerine inşa edildiği arazi de yine Rum Ortodoks Hıristiyanların elden çıkardığı bir gayrimenkul. 2000 yılların başında, El Halil Kapısı’nın hemen içindeki The Imperial ve Petra otellerinin binalarının bir Siyonist vakfa satılması ise, Rumların Kudüs’te Siyonistler lehine attıkları en yeni adım.
Mülk ve toprak satışını özellikle Kudüs bağlamında düşündüğümüzde, Müslüman Arapların neredeyse hiç satış yapmadığını, zaten ellerinde satıp savacak derecede mülk bulunmadığını görürüz. Aksine, İsrail’in işgal ve yayılmacılığına karşı, Müslümanlar ellerinde ne varsa onu tutabilmenin telaşı içindeler bugün.
İşgalin hedefindeki üç mahalle
Doğu Kudüs’ün çeşitli noktalarına inşa ettiği yerleşimlere 200 bin dolayında Yahudi’yi yerleştirerek şehrin demografik dengelerini değiştirme siyaseti güden İsrail yönetimi, Kudüs’teki üç Müslüman mahallesini de özellikle hedef seçmiş durumda: Meğâribe, Silvân ve Şeyh Cerrâh.
Altı Gün Savaşı’yla Kudüs’ün işgal edilmesinden hemen sonra buldozerlerin girerek yıktığı Meğâribe Mahallesi, 1187’de Salahaddîn Eyyûbî’nin Fas’tan getirerek şehre yerleştirdiği Müslümanların oturduğu bir yerdi. Burada yüzlerce yıllık evler, mescitler, medreseler ve diğer eserler bulunuyordu.
Ağlama Duvarı’nın önünde bugün görülen meydanın açılması için tarihi mekânlar yerle bir edilirken, mahallede yaşayan Müslümanlar da Kudüs’ün dışına yerleştirildi. Meğâribe Mahallesi’nin başına gelenler, İsrail yönetiminin hem tarihe hem de Kudüs’ün Müslüman ahalisine bakışını gösteren trajik bir örnekti.
Mescid-i Aksa’nın güneyinde yer alan Silvân Mahallesi, Yahudi inancına göre Hz. Davud kurduğu ilk Kudüs’ün kalıntılarını barındırdığı için, İsrail yönetiminin hedeflerinden bir diğeri. “Davud’un Şehri” olarak adlandırılan alanda kazı çalışmaları devam ettirilirken, bölgedeki Müslümanların evleri de ellerinden alınmaya çalışılıyor. Terk edilmiş ya da uzun süredir sahiplerinin erişemediği evlere el koyan İsrail yönetimi, Silvân’ın çeşitli noktalarına ‘uydurma’ kabirler de inşa ederek, bölgeyi sahiplenmeye devam ediyor.
Kudüs Eski Şehir kuzeyinde uzanan Şeyh Cerrâh Mahallesi, yine Salahaddîn Eyyûbî döneminden bu yana Müslümanların yaşadığı bir mahalle. Adını Salahaddîn özel doktoru Şeyh Husâmeddin el Cerrâh’tan alan mahalle, 1900 başından bu yana buraya yerleşen Siyonistlerin hedefinde. Büyük İskender döneminde Kudüs’te yaşayan Şimon HaTsadik adlı bir hahamın mezarının Şeyh Cerrâh sınırları içinde bulunması, Siyonistlerin mahalleye ilgisinin ana sebebi. Ancak daha geniş çerçevede, İsrail yönetiminin asıl amacı, Doğu Kudüs’teki Müslüman mahallelerini ev ev parselleyerek, buralardaki Müslüman nüfusunu azınlığa düşürmek ve zaman içinde bölgeden uzaklaştırmak.
Topraklar nasıl kaybedildi?
- Osmanlı İmparatorluğu 1858 ve 1861 yıllarında çıkardığı toprak kanunu, topluluklara ait ortak arazilerin kişiler üzerine kaydedilmesini şart koşuyordu. Filistin topraklarında yaşayan çiftçiler toprak satın alacak güçte olmadıklarından, topraklar daha çok Şam ve Beyrut gibi şehirlerde yaşayan zengin Araplar tarafından satın alındı. 19’uncu yüzyılın sonunda Filistin’de yaşayan 1600 bin kişiye karşılık, ekilebilir arazinin yüzde 45’i 250 kişinin tapulu malı durumundaydı.
- Filistin göç eden ve 1890’larda sayıları 25 bini bulan ilk nesil Siyonistler, topraklarını bu kişilerden satın aldı. Ancak satılan arazinin miktarı oldukça azdı, çünkü Siyonistler yerli halkla karşı karşıya gelmemek için genellikle şehir ve kasabaların uzağındaki yerleri tercih ediyordu. Buralar da genellikle kamu arazisi ya da yaşamaya elverişsiz olduğundan terk edilmiş bölgelerdi.
Bir istisna olarak, Kudüs surlarının hemen dışındaki -bugün Rehavia semtinin yer aldığı arazi- Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi tarafından Siyonistlere satıldı. İngiliz milyarder Sir Moşe Montefiore, burada ilk Yahudi yerleşimini inşa ettirdi.
- Filistin göç eden ve 1890’larda sayıları 25 bini bulan ilk nesil Siyonistler, topraklarını bu kişilerden satın aldı. Ancak satılan arazinin miktarı oldukça azdı, çünkü Siyonistler yerli halkla karşı karşıya gelmemek için genellikle şehir ve kasabaların uzağındaki yerleri tercih ediyordu. Buralar da genellikle kamu arazisi ya da yaşamaya elverişsiz olduğundan terk edilmiş bölgelerdi.
Bir istisna olarak, Kudüs surlarının hemen dışındaki -bugün Rehavia semtinin yer aldığı arazi- Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi tarafından Siyonistlere satıldı. İngiliz milyarder Sir Moşe Montefiore, burada ilk Yahudi yerleşimini inşa ettirdi.
- 1905-1914 yılları arasında, Filistin toprakları ikinci büyük Yahudi göçüne sahne oldu. Bu dönemde 30 bin dolayında Siyonist, Filistin’e yerleşti. 1904’te kurulan Yahudi Ulusal Fonu, arazi ve mülk alım faaliyetleri için bütçe oluşturmakla sorumluydu.
- Birinci Dünya Savaşı başlarken Filistin topraklarında Siyonistlerin satın aldığı toprakların oranı yüzde 1,6’dan daha azdı. Siyonistler bu toprakların yüzde 58 Filistin’de yaşamayan ve Filistinli olmayan toprak sahiplerinden satın aldılar; yüzde 36’sını yine Filistin’de yaşamayan ama Filistinli olan toprak sahiplerinden satın aldılar, geri kalan çok az bir kısım da Filistinli çiftçiler tarafından satıldı.
- 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu ilân edildiğinde, Araplar Filistin’deki nüfusun yüzde 90’ını oluştururken, Siyonistlerin elindeki topraklar yüzde 1,7’yi ancak geçiyordu.
- 1931'de kurulan Arap Ulusal Fonu Siyonistlerle yaşanmaya başlayan çatışmalar nedeniyle topraklarını kaybeden Filistinlilere arazi satın almaya çalıştı, ancak istenen netice elde edilemedi.
- 1936 itibariyle Siyonistlerin elindeki topraklar genel Filistin topraklarının yüzde 4,6’sına ulaştı. Siyonistler bu dönemde Kudüs’te önemli toprak alımları gerçekleştirdiler; satışa yine Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi aracılık etti.
- Anglo-Amerikan Komitesi'nin yaptığı araştırmaya göre, 1945 itibariyle Siyonistlerin ellerindeki toprak bir milyon 393 bin 531 dönümdü ve bunun 850 bin dönümü İngiliz Manda Yönetimi zamanında ele geçirilmişti. 1945’te Siyonistlerin elindeki toprak oranı bütün Filistin topraklarının yüzde 5,3 oluştururken, 1947 ikinci yarısında bu oran yüzde 7’ye çıkmıştı.
- 29 Kasım 1947'de BM Filistin’in paylaştırılması konulu oylamada kabul edilen tasarı, Filistin topraklarının yüzde 56’sının Yahudilere yüzde 43’ünün ise Araplara verilmesini öngörüyordu. Bu sırada Filistin toplam 2 milyonluk nüfusunun 1 milyon 350 bini Arap, yaklaşık 650 bini ise Yahudi idi. Tasarı, Yahudi göçünün artarak devam edeceği tahminiyle, Filistin’i pay ederken Yahudilere daha fazla toprak vermişti.
- 14 Mayıs 1948'de İsrail'in kuruluşunun ilân edilmesiyle patlak veren savaş, 400 bin Filistinli Arap'ın yaşadıkları bölgelerden sürülmesiyle sonuçlandı. Bu durum, savaşın hemen ardından Filistin’deki nüfus ve toprak dengesinin çarpıcı bir şekilde değişmesine neden oldu.1949’da, Siyonistlerin ve yeni kurulan İsrail devletinin kontrol ettiği topraklar, manda dönemi Filistin topraklarının yüzde 77’sini oluşturuyordu. Savaştan sonraki yedi yıl içinde, Filistin’deki Arap yerleşim birimlerine baskınlar düzenleyen Siyonist gruplar en az 5 bin Arap’ı öldürerek, arazilerine ve mülklerine zorla el koydu.
7 soruda yerleşimler
1- Yerleşimler nedir?
1967 ’den sonra Batı Şeria ve Doğu Kudüs ’ü işgal eden İsrail ’in, bu topraklarda inşa etmeye başladığı mahalle ve semtlerdir. Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kurumlarla, ABD başta olmak üzere dünyanın bütün ülkelerine göre, yerleşimler illegal ve uluslararası hukuka aykırı birimlerdir.
2- Yerleşimler neden illegal kabul ediliyor?
Yerleşimlerin dünya tarafından illegal kabul edilmesinin en önemli sebebi, kuruldukları bölgelerin gelecekteki bir Filistin devletinin toprağı olarak değerlendirilmesi. Uluslararası hukuk, güç kullanarak toprak elde etmeyi gayrı meşru saydığından, İsrail’in 1967 sonrası uygulamaya koyduğu yerleşim birimleri inşa projesi, dünyada kabul görmemiştir.
3- Yerleşim politikasında İsrail’i destekleyen var mı?
İsrail, bugünkü Batı Şeria’yı Tevrat’taki Yehudiye ve Samarya bölgesi olarak kabul ediyor ve buranın Yahudi halkına bahşedilen ilahi bir ödül olduğunu savunuyor. Evanjelik Hıristiyanlar, İsrail’le paylaştıkları bu inanç nedeniyle, yerleşim birimleri inşasını da destekliyor.
4- Yerleşim birimi inşa süreci nasıl ilerliyor?
İlk örnekleri 1967’deki Altı Gün Savaşı sırasında inşa edilen yerleşimler, Filistinlilerin terk etmek durumunda kaldıkları bölgelerde veya işgalden sonra kamu arazisi hüviyeti verilen alanların iskâna açılması suretiyle çoğaltılıyor. İşgal altındaki topraklarda yerleşim birimleri inşası için, dünyanın çeşitli ülkelerindeki Yahudi kurumların finanse ettiği onlarca vakıf faaliyet gösteriyor. Barındırdığı nüfus nedeniyle Araplara karşı demografik üstünlük unsuru olarak görülen yerleşim birimleri, 1967’den sonraki bütün İsrail hükümetlerinden destek gördü. Yerleşim birimlerinde oturanların genellikle Filistinlilerle barışa karşı olması da dikkat çekiyor. İsrail eski başbakanlarından Yitzhak Rabin’in, Filistin’le barışı savunduğu için, 4 Kasım 1995’te Tel Aviv’in göbeğinde bir yerleşimci tarafından öldürülmesi de, İsrail toplumunun hafızasından silinmemiş bir olaydır.
5 - Kaç yerleşim birimi var, nüfus dağılımı nasıl?
İsrail Merkez İstatistik Bürosu’nun geçtiğimiz yıl yayımladığı resmi rapora göre, - Doğu Kudüs hariç- Batı Şeria'da 126 yerleşim birimi bulunuyor. 1990’lardaki Oslo Görüşmeleri çerçevesinde Batı Şeria üç bölgeye ayrılmıştı: A, B ve C. Batı Şeria'da yüzde 60’ına tekabül eden C bölgesi tamamen İsrail’in kontrolü altında ve yerleşimlerin çoğu da burada. Yüzde 20’lik B bölgesi İsrail-Filistin ortak kontrolünde, geri kalan yüzde 20’yi oluşturan A bölgesi de tamamen Filistin kontrolü altında. C bölgesinde Filistinlilerin inşaat yapmasına izin vermeyen İsrail, buradaki yerleşimcileri “yerleşim blokları” içinde iskân ediyor. C bölgesinde üç ana yerleşim bloku var: Ariel, Maale Adumim ve Gush Etzion. Geri kalan yerleşim birimleri, bu blokların dışında. Son sayımlara göre, Batı Şeria’daki yerleşim birimlerinde 420 bin dolayında Yahudi yaşıyor.
6- İsrail’in raporunda Doğu Kudüs’ün hariç tutulma nedeni ne?
Doğu Kudüs’teki yerleşimler konusunda İsrail iki tip uygulamada bulunuyor: 1) 1967’den sonra işgal edilen alanlara Yahudilerin yerleştirilmesi. Bu konuda, bugün de sürekli adımlar atılarak, şehrin sınırlarının genişletilmesi suretiyle açılan alanlara yerleşim birimleri inşa ediliyor. 2) Eski Kudüs ve çevresinde, Müslüman mahallelerinin içine aşırı sağcıların iskân edilmesi. İsrail hükümeti, bu tip yerleşimlere hem destek oluyor, hem de bunların yurtdışından fonlanmasını teşvik ediyor. Doğu Kudüs’teki birinci tip yerleşimlerde toplam 190 bin dolayında Yahudi yaşarken, ikinci tip 3 bine yakın aşırı sağcı fanatik Yahudiyi barındırıyor.
7- Yerleşimlerde oturanlar, hangi nedenlerle bu tercihte bulunuyor?
Yerleşimciler kabaca dört ana kategoriye ayırmak mümkündür: 1) Tevrat’ın kendilerine hak verdiğine inandıkları için, dini nedenlerle Filistin topraklarına yerleşenler, 2) Bir arada toplu olarak yaşamayı tercih ettikleri için, tamamen pratik nedenlerle yerleşimleri seçen Ultra-Ortodoks, aşırı dindar Yahudiler 3) Hayat standartları ve konfor yüksek olduğu için yerleşimlerde yaşamayı seçen seküler Yahudiler. Batı Şeria’daki Ariel yerleşim birimi, bu tip Yahudilerin toplandığı bir bölgedir, 4) Bölgenin verimli arazilerinden faydalanmak için Ürdün Vadisi boyunca yerleşen çiftçi Yahudiler.
HARİTADAKİ DEĞİŞİMLER
BARIŞI ARAYAN ŞEHİR
Salahaddin Eyyubi, 1187’de Kudüs’ü Haçlıların işgalinden kurtararak özgürlüğüne kavuşturduğunda, Kıyâme Kilisesi’nin anahtarlarını muhafaza işine Müslüman bir aileyi daha ortak etti: Cûde ailesi. Şehrin artan nüfusuna oranla Müslümanlar arasındaki dengeyi sağlamaya da yönelik bu adımla, Müslümanların Kudüs’te adaleti sağlayıcı ve huzuru pekiştirici rolü sağlamlaşmış oldu.
Salahaddin’den sonraki İslâm imparatorlukları ve büyük fatihler de, Kudüs’teki bu hassas dengeye hiç müdahale etmediler. 1516 sonunda başlayarak kesintisiz 400 yıl boyunca 1917’ye kadar devam eden Osmanlı egemenliğinde de durum aynıydı. Hz. Ömer’in kurduğu, Salahaddin’in de fermanla kanuna dönüştürdüğü bu uygulama sayesinde, Hıristiyanlar arasındaki muhtemel gerilim ve sürtüşmeler, Müslümanların hakemliğiyle engellendi.
Bu uzun dönem boyunca, Kudüs’te sadece Hıristiyanlar değil Yahudiler de büyük bir özgürlük ve huzur içinde yaşadılar. Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Ağlama Duvarı’na dokunarak ibadet hakkına kavuşan Yahudiler, devletin çizdiği sınırlar dâhilinde ibadetlerini herhangi bir engelle karşılaşmadan yerine getirebildiler.
1917’de Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden çekilmesiyle Filistin’i ele geçiren İngilizler, Müslüman fatihlerin Kudüs’te kurduğu hassas dengeyi gözetme konusunda yeterince dikkatli davranmadı. Kıyâme Kilisesi’nin anahtarlarının Müslümanlarda bulunması uygulaması sürdürüldüyse de, şehrin demografik dengeleriyle hunharca oynandı. 1967’de nihayet İsrail tarafından işgal edilen Kudüs, o tarihten günümüze, eski yüzyıllardaki huzuru, barışı ve sakinliği aramaya devam ediyor.
Kudüs sokaklarında dolaştığınızda bugün her bir köşede karşınıza bir başka İslâm İmparatorluğu’nun eseri çıkar. Ta Emevîler’den itibaren bu kutsal şehre özel bir önem veren ve emek harcayan Müslümanlar, şimdi Kudüs’ü yönetmiyor olsalar da eserleriyle her yerdeler. Sadece Müslüman mabetleri değil, Hıristiyan eserleri de aynı ihtimama mazhar olmuştur. 1967’den bu yana devam eden İsrail işgalinin bütün ağırlığına rağmen, buraya vurulan İslâm mührü, silinemeyecek şekilde Kudüs’ün kılcal damarlarına kadar sinmiştir.
Her sokak başında karşınıza çıkan sebiller, çeşmeler, mescitler, tarihî evler, bir başka İslâm imparatorluğunun izlerini taşır. Ama hepsi de, bir zincirin halkları gibi sıkıca birbirine bağlıdır. Dikkatle bakan bir göz, mimari tarzlarındaki bütün farklara ve ustalarının farklı imzalarına rağmen, hepsinin aslında aynı çizginin devamı olduğunu rahatlıkla görür. Bu yönüyle Kudüs, Müslümanların dünyadaki tecrübelerinin bir özeti ve şaheseridir. Başarılan ve başarılamayan her şey, orada istiflenmiş ve düğümlenmiştir.
Kudüs bugün yeniden işgal ve ihlalle sınanıyor. Geçmişin zorba istilacılarının yaptıklarını tekrarlayan İsrail yönetimi, İsrailoğullarının tarih boyunca yaşadığı sıkıntı ve imtihanları da tamamen unutmuş görünüyor. Bir zamanlar akla hayale gelmeyecek acılar çekmiş bir milletin, şimdi benzer acıları bir başka millete reva görüyor oluşu, tarihin kaydettiği en düşündürücü ibret tablolarından biridir.
Tam 100 yıl önce, 1917 yılının aralık ayında İngilizlerin yönetimi ele almasıyla birlikte Kudüs’ten kaybolan şey, Hz. Ömer’in tesis ettiği, kendisinden sonraki Müslüman fatihlerin de aynen koruyup kolladığı, adalet ve hukuka dayalı idaredir. Kudüs, “Ömer ruhu” da diyebileceğimiz bu anlayışın yeniden ortaya çıkmasını ve kendisini tekrar teslim almasını beklemektedir. Barış, Kudüs’e ancak bu şekilde ve bu anlayış yeniden hâkim olduğunda gelecektir. Geleceğin Müslümanları, geçmişte ortaya konan örnek yönetimi bütün boyutlarıyla kavramak ve aynı örnekliği yeniden üretip ortaya koymak sorumluluğuyla da karşı karşıyadır.