Türkiye’nin değişmeyen jeopolitik haritası
Türkiye’nin Libya’da varlık göstermesini sıradan bir hâdise olarak göremeyiz. Yüz yıl sonra devlet adamlarımız ve askerlerimiz yeniden Libya’ya yabancı müdahalesini engellemek için harekete geçtiğinde cevabın Kafkaslardan ve Suriye’den gelmesi anlaşılması zor bir gelişme değildir. İtalyanları Akdeniz sahillerinde durdurduğumuzda Balkan milletleri savaş hazırlıklarına başlamış ve Libya’yı bırakmak zorunda kalmıştık. Bu sefer Libya’da karşımızda Fransa var.
Azerbaycan’da Dağlık Karabağ ve Balkanlarda Bosna Hersek hemen hemen aynı tarihlerde Ermenilerin ve Sırpların saldırılarına maruz kaldığında yakın coğrafyamız yeni bir döneme girmiş oldu.
Berlin Duvarı ve Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte Balkanlardan Çin’e kadar uzanan geniş alanda Türk dünyasının, fikir olmaktan çıkıp gerçekliğe dönüştüğünü görmemek mümkün değildi. O dönemde yapılan bütün müdahalelerin Osmanlı’nın jeopolitik mirası üzerinde yoğunlaştığını görebiliyorduk. Balkanlarda ve Kafkaslarda yaşayan Türk ve Müslüman ahali Sovyetlerin geride bıraktığı mirasın kötü izlerini yansıtıyor; iktisadî, siyasî, kültürel ve teknolojik sorunları iliklerine kadar hissediyordu. Türkiye hem Kafkaslarda hem de Balkanlarda bir şeyler yapmak zorundaydı. Haçlı müdahalesinin Kuzey Afrika ülkelerini ve Körfez bölgesini kapsaması da aynı döneme tekabül eder.
Türkiye, içeride çok yoğun bir kuşatılmışlık hâlini yaşadığı için 90’larda kapsamlı bir siyaset takip edemedi. Birinci Körfez Savaşı, Türkiye’nin güneyindeki sorunları sınırımıza kadar getirdi. Bunun muazzam bir kuşatma olduğu açıktı. İçeriden kuşatma ile Türkiye’yi uçurumun kenarına getirdikleri gibi coğrafî kuşatma da tamamlanıyordu. Soğuk Savaş döneminden zaferle çıkan Batılı emperyalist devletler, büyük kuşatma ve müdahaleye rağmen Türk ve Müslüman dünyaya karşı başlattıkları yeni savaşı kazanamadı. Bu dönem yaklaşık olarak yirmi beş yıl devam etti. Türkiye kuşatma ve müdahale zincirini 15 Temmuz’da kırabildi.
- Sovyetlerin çöküşünden sonra Batı’nın kendine yeni bir düşman oluşturma ihtiyacından bahsedilmişti fakat bu ifade gerçeği yansıtmıyordu. Türk ve İslam dünyasına yönelik olarak yeni bir cephe açmışlardı fakat asıl amaç, düşman doğurarak kendini inşa etmek değil, yeni sömürgecilik dönemini başlatmaktı.
Balkanlarda ve Kafkaslarda yaşanan faciaların Türkiye’de derin izler bıraktığına yaşayarak şahit olduk.
1. Körfez Savaşı da bölgesel sorunların çok daha derinlere işlemesine yol açtı. Kuzey Afrika’yı da kana boğdular. Türkiye bir kez daha durduruldu. Bu dönemde yakın coğrafyamız ya da bizim diyar olarak bildiğimiz bölgelerle alakamız, romantik bir düşüncenin yansıması değildi. Yüz yıldan fazla bir zaman önce Türk ve Müslüman ahali Balkanlardan sürülürken yaşadıklarımız âdeta tekrarlanıyordu. Kendimizi bir anda tarihin içinde bulmuştuk. Cezayir ve Libya’nın da saf dışına itilmesi, Osmanlı jeopolitiğinin hâlâ geçerli olduğunu gösteriyordu. Bu sebeple coğrafyamız ayakta kalmalı ve yeniden dirilmeliydi. Türkiye içeriden kuşatılmış olsa da yakın coğrafyasında büyük bir etkiye sahipti. 90’ların hemen başında Türkiye’nin Balkanlardaki etkisini gözlerimizle gördük ve buna şaşırdık. Bu da Osmanlı’nın son döneminden farklı bir konumda olduğumuzu gösteriyordu. Türkiye’nin varlığı coğrafyamızı da ayakta tutuyordu.
Bu dönemde içerideki sorunların yapaylığı açıkça görülebilirdi. Türkiye, aşağıya çekiliyordu. Tekrarlanan ekonomik krizlere rağmen yakın coğrafyamıza ilgimizin giderek artması içerideki sorunların yapaylığı hakkında fikir verebilirdi fakat özellikle sivil toplum örgütleri bu sorunları kullanarak kalıcı bir yabancılaşmaya yol açtı. Yakın coğrafyamızdaki sahici sorunlar, devamlılık fikrini canlandırırken örgütlü yapılar, coğrafya ile teması engelledi. Buna rağmen yakın coğrafyamızdaki olayların şiddeti içeriyi dönüştürecek güçteydi. Bugün dahi kimlik sorunlarını temassızlık üzerinden ele alabiliriz.
Türkiye’nin Libya’da varlık göstermesini sıradan bir hâdise olarak göremeyiz. Yüz yıl sonra devlet adamlarımız ve askerlerimiz yeniden Libya’ya yabancı müdahalesini engellemek için harekete geçtiğinde cevabın Kafkaslardan ve Suriye’den gelmesi anlaşılması zor bir gelişme değildir. İtalyanları Akdeniz sahillerinde durdurduğumuzda Balkan milletleri savaş hazırlıklarına başlamış ve Libya’yı bırakmak zorunda kalmıştık. Bu sefer Libya’da karşımızda Fransa var. Ermenistan’ın Kafkaslarda Azerbaycan’a yönelik saldırıları, yüz yıl önceki hadiselere benzer ve kendileri açısından sorunlu bir durumdur. Fransızlarla birlikte BAE ve Suudîler tarafından araç olarak kullanıldıkları aşikârdır. Buna rağmen Ermenistan’ın saldırılarının gündeme gelmemesi içerideki lobilerin yoğun bir faaliyet yürüttüklerine işaret eder. Bu çevrelerin Türkiye’yi ilgilendiren hadiseleri görünmez kılmakta başarılı olduklarını söyleyebiliriz.
Yüz yıl önce jeopolitik açıdan önemli alanlar yeniden hareketlendi.
Bugün hemen hemen aynı alanlarda tekrar mücadele etmek zorunda kalmamızı önemsemek gerekir. Bu alanlar sanki bir işaret taşı gibi yeniden keşfediliyor. Doksanlarda olduğu gibi bugün de dışarıda yaşadıklarımız, içeriyi dönüştürüyor. Bunu özellikle genç kuşaklar açısından önemsemek gerekir. Sivil toplum kurumları ve eğitim sistemimiz, genç kuşaklarda coğrafyamıza karşı bir yabancılaşmaya neden olabiliyorlar. Bu yabancılaşma da lobi faaliyetleriyle doğrudan alâkalıdır.
Yüz yıl önce Enver Paşa, Kafkaslara yöneldiğinde İngiliz basını Turan hayallerinden bahsetmişti. Yanılmıyorsam bu kavramı ilk kullanma şerefi (!) onlara aittir. Hâlbuki Kafkaslarda Türk ve Müslüman ahali üzerindeki vahşet, inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Eğer bugün Bakû, Türk ve Müslüman olarak varlığını sürdürebiliyorsa bunu Nuri Paşa’ya ve askerlerine borçlu olduğumuzu bilmek gerekir. Benzer suçlamaların bugün tekrar gündeme gelmesi “İngiliz basını”nın Türkiye’de hâlâ etkili olduğunu gösterir.