Zihinsel çözülme ve lakaytlık

Kimse kimsenin yerine hesaplaşamaz. Hele böyle büyük zihinsel dönüşümler söz konusu olduğunda bu, aklını kiraya vermekten başka anlama gelmez.
Kimse kimsenin yerine hesaplaşamaz. Hele böyle büyük zihinsel dönüşümler söz konusu olduğunda bu, aklını kiraya vermekten başka anlama gelmez.

Şimdiki düşünme etkinliğimizin bütünlükten yoksun bir yapıya sahip olması ve bunu fark edecek bir ayıklıktan bile mahrumiyet yaşaması, gerçeklikle münasebetimizde giderek derin bir lakaytlık doğurur. Esasen mevcuda yönelen idrak çabamızı ve özgün bilimsel bilgi üretimini derin bir krizle baş başa bırakan şey de gerçekliğe dair hakiki bir alâka ve merakı ilga eden bu lakaytlığın kendisidir.

Çağdaş dönemde İslam dünyasının özgün bilimsel bilgi üretimiyle alâkalı bir durgunluk yaşadığı herkesin malûmudur. İnsanlar genelde bu durgunluğu ya İslam bilim geleneğinin iç yetersizliğine ya da 17. yüzyıl sonrasında İslam dünyasında gerçekleştirilen başarısız reformlara bağlayarak açıklama temayülüne sahiptir. Esasen krizin bugün de devam ettiği şeklindeki soğuk gerçeğin üstünü örttüğümüz sürece, bu tür izahlar suçluyu tarihte bulma rahatlığından başka bir şey doğurmaz. Dahası “suçlu”yu işaret eden parmağı suçludan ayırdığı için kolay bir çözüm yolu da sunmuş görünür. Bunun bir çözüm olmadığını, hem yakın tarih tecrübemizden hem de krizin yalnızca steril başlangıçlar ve Batı düşüncesine toptan taşınmalarla üstesinden gelinebilir bir mahiyete sahip olmamasından biliyoruz. Bilgi üretim mekanizmalarıyla ilgili yaşadığımız krizi çözümleyebilmek için yönelmemizi bekleyen soru şimdiki düşünce etkinliğimizin yapısıyla ilgilidir. Bu etkinliğin içkin yapısı hâlihazırda parçalanmış durumdadır.

Bilgi üretim mekanizmalarıyla ilgili yaşadığımız krizi çözümleyebilmek için yönelmemizi bekleyen soru şimdiki düşünce etkinliğimizin yapısıyla ilgilidir.
Bilgi üretim mekanizmalarıyla ilgili yaşadığımız krizi çözümleyebilmek için yönelmemizi bekleyen soru şimdiki düşünce etkinliğimizin yapısıyla ilgilidir.

Buna bağlı bir şekilde ortaya çıkan sorun bilimsel bilgide birlik ve bütünlük yoksunluğudur. Bu sorunu aşmanın bir yolu, mevcuda ilişkin idrakimizi yönlendiren açıklayıcı modellerle ilgili kapsamlı bir hesaplaşmadan geçer. Böyle bir hesaplaşmanın kapsamı hem tarihsel hafızamızın bize miras bıraktığı, bir kısmı geçmişte kalmış ama diğer bir kısmı bugüne intikal ederek bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde düşünme etkinliğimizin zeminine yerleşmiş terimler, kavramlar, fikirler ve modelleri, hem çağdaş bilimsel dünya görüşüne bağlı olarak idrakimizi yönlendiren çerçeveleri hem de bu çerçeveleri alımlama sürecinde inşa ettiğimiz melez modelleri içerir.

Bu yazıda, son üç yüzyıl boyunca Batı dünyasında üretilmiş ve giderek dünya-tarihsel bir dönüşüm doğurmuş büyük bilimsel birikimin alımlanması esnasında ortaya çıkan zihinsel çarpıklıklar üzerinde duracak ve şimdiki düşünme etkinliğimizin yapısını tahrif eden bu çarpıklığın böyle bir kapsamlı hesaplaşmanın ihmalinden kaynaklandığını göstermeye çalışacağım.

Burada sadece bir kısmını saymış olduğumuz sebeplere bağlı olarak da Osmanlı dünyasındaki yenileşme çabaları siyasi-idari-askeri, ekonomik, teknik ve teknolojik alanlar üzerinde yoğunlaştı.
Burada sadece bir kısmını saymış olduğumuz sebeplere bağlı olarak da Osmanlı dünyasındaki yenileşme çabaları siyasi-idari-askeri, ekonomik, teknik ve teknolojik alanlar üzerinde yoğunlaştı.

17. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve 18. yüzyıldan itibaren hızlanarak 19. yüzyılda zirvesinde çıkan Osmanlı yenileşme hareketlerinin kaynağında, Osmanlı aydınının R. Descartes, J. Locke veya D. Hume okumaları ve nihayet kendi dünya görüşlerinden ve açıklayıcı çerçevelerinden şüphe etmeleri yatmıyordu.

Batılılaşmacı tutum, önceki zihniyet kalıplarını, açıklayıcı modelleri ve evrene ilişkin merakımızı yönlendiren çerçeveleri terk ettiği zehabına kapılsa da özellikle tarihsel hafıza hiçbir zaman zihinsel melekeleri bu kadar steril bir şekilde terk etmez


Bunun yerine yenileşme hareketleri; II. Viyana kuşatması (1683), ilk büyük toprak kaybını ifade eden Karlofça Antlaşması (1699) ve Osmanlı-Rus savaşı sonrasındaki toprak kayıplarını tescil eden Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) gibi siyasi- askeri; coğrafi keşifler ertesinde değişen ticaret yolları ile devamen sanayi devriminin ortaya çıkardığı yeni üretim tarzları itibariyle ekonomik; başta harp aletleriyle ilgili olmak üzere zanaat alanında bilimsel devrimlerle paralel bir şekilde ilerleyen teknik ve nihayet hareketin matematiksel bir kesinlikle analiz ve kontrol edilerek öngörülmesini sağlayan kalkülüsle ilişkili bir biçimde dinamiğin farklı alanlarındaki gelişmelerden kaynaklanan teknolojik gelişmelere bir tepki olarak ortaya çıktı.

Burada sadece bir kısmını saymış olduğumuz sebeplere bağlı olarak da Osmanlı dünyasındaki yenileşme çabaları siyasi-idari-askeri, ekonomik, teknik ve teknolojik alanlar üzerinde yoğunlaştı. Genel olarak Batı dışı toplumlar, özel olarak da Osmanlılar bu alanlardaki gelişmeleri, doğru bir şekilde, tâli ilerlemeler olarak değil dünya-tarihsel dönüşümler olarak algıladı ve bu dönüşümlerin uzağında kalmanın hayati sonuçlar doğuracağını düşündü. Uzağında kalmamak, yeni gelişmeleri entegre etmek, alımlamak ve eskiyi bunlara göre reforme etmek anlamına geliyordu. Bununla birlikte tüm bu entegrasyon süreci, bugünden geriye doğru baktığımızda, sahih bir tevarüs, temellük ve temessül sürecini ortaya çıkarmadı. Bunun bir nedeni bahse konu gelişmelerin arkasında yatan yeni hayat görüşü ve ona bağlı âlem tasavvurlarına ilişkin felsefî bir hesaplaşmanın ihmali iken, diğer nedeni hesaplaşılmamış bir açıklayıcı modele bağlı bilimsel birikim ve pratiklerin tevarüsü esnasında onların İslam düşünce geleneğinden intikal eden mevcut açıklayıcı modellerle ilişkisinin nasıl kurulabileceğine yönelik bir ihmaldi.

Her ne kadar Batılılaşmacı tutum, önceki zihniyet kalıplarını, açıklayıcı modelleri ve evrene ilişkin merakımızı yönlendiren çerçeveleri terk ettiği zehabına kapılsa da özellikle tarihsel hafıza hiçbir zaman zihinsel melekeleri bu kadar steril bir şekilde terk etmez.

İdrak ve eylem bütünlüğünü tahrip eden ve zihinsel parçalanmışlığa yol açan bu durum, yamalı bohça misali parçalanmış, bütüncül ilişkiler inşa etme kabiliyetini yitirmiş zihinler doğurdu.
İdrak ve eylem bütünlüğünü tahrip eden ve zihinsel parçalanmışlığa yol açan bu durum, yamalı bohça misali parçalanmış, bütüncül ilişkiler inşa etme kabiliyetini yitirmiş zihinler doğurdu.

Yeni bilimsel birikim ve pratikler, 17. yüzyılı önceleyen bin yıllık süre boyunca İslam dünyasında geliştirilen açıklayıcı modellerle hesaplaşarak ve büyük ölçüde onları tasfiye ederek ortaya çıktığı hâlde, İslam dünyasında cari açıklayıcı modellerle hesaplaşılmadan yeni birikim ya bunlar üzerine entegre edilmeye çalışıldı ya da Batılılar tarafından gerçekleştirilen önceki hesaplaşma üstlenilerek ayrıca böyle bir çaba içine girmek gereksiz görüldü.

Yeni birikimin tevarüs edilmesinin kaçınılmazlığı ve aciliyeti üzerinden ilerleyen birinci tutum, daha çok idari, ekonomik, askeri, teknik pratiklerle örülü bir donanım seviyesinde alımladığı ve yazılımsal seviyede hesaplaşmayı ihmal ettiği gelişmeleri, hâlâ mevcudiyetini koruyan önceki modellere ait ve henüz hesaplaşılmamış yazılımlar üzerine entegre etmeyi seçtiği için büyük bir uyuşmazlıkla karşı karşıya kaldı.

İbn Sînâcı felsefenin bilimsel merak duygusunu körelttiği ve bugünkü lakaytlığımızın da kaynağında bulunduğu söylenir.
İbn Sînâcı felsefenin bilimsel merak duygusunu körelttiği ve bugünkü lakaytlığımızın da kaynağında bulunduğu söylenir.

İdrak ve eylem bütünlüğünü tahrip eden ve zihinsel parçalanmışlığa yol açan bu durum, yamalı bohça misali parçalanmış, bütüncül ilişkiler inşa etme kabiliyetini yitirmiş zihinler doğurdu. Buna mukabil ikinci tutum, tümüyle ciddiyetten yoksun bir şekilde, hiçbir şekilde kendisinin dâhil olmadığı büyük dönüşümler neticesinde ortaya çıkmış durumu ve 17. yüzyıldan itibaren Batı dünyasında gerçekleştirilen hesaplaşma süreçlerini verili kabul ettiği için modern bilimsel geleneği inşa eden süreçleri tahkik çabası içine girmek yerine, bir tabula rasaya dönüştürdüğü zihnini asimilasyon, tekrar ve taklide açık hâle getirdi.

Burada umumiyetle ihmal edilen ve tekrar pahasına ifade etmeyi gerektiren bir şey vardır; özellikle Batılı bilim ve felsefe geleneğine yekten entegrasyonu benimseyen zihinler; kopmayı tercih ettikleri gelenekle, sözgelimi Câbir’e ait kimyevî, kelamcılara ait parçacıkçı, filozoflara ait nitelikçi ve doğa merkezli açıklayıcı modellerle kendi namu hesaplarına bir hesaplaşma içine girmek yerine, Batılı merkezlerde yürütülen hesaplaşmayı yeterli gördüler.

  • Oysa şunu hatırda tutmakta fayda var: Kimse kimsenin yerine hesaplaşamaz. Hele böyle büyük zihinsel dönüşümler söz konusu olduğunda bu, aklını kiraya vermekten başka anlama gelmez.

Dahası şöyle bir durum da geçerlidir: Her ne kadar Batılılaşmacı tutum, önceki zihniyet kalıplarını, açıklayıcı modelleri ve evrene ilişkin merakımızı yönlendiren çerçeveleri terk ettiği zehabına kapılsa da özellikle tarihsel hafıza hiçbir zaman zihinsel melekeleri bu kadar steril bir şekilde terk etmez. Siz hadiseler gibi gelip geçmeyen, bunun yerine uzun zamansal süreler içerisinde oluşarak, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde zihniyet dünyasının zeminine yerleşen kalıpları görmek ve bunlarla soğukkanlı bir şekilde yüzleşmek yerine sanki mümkünmüş gibi silerek terk etmeyi seçtiğinizde, bu kez daha derinden ve itiraf edilmemiş bir parçalanmışlıkla yüz yüze gelirsiniz. Tıpkı terk ettiğinizi düşündüğünüz hâlde, sürekli zihninizin arka planında siz farkında olmayan işleyen ve tüm muhakemelerinizi yönlendiren bir fikir gibi, şimdiki düşünme etkinliğiniz giderek farkında olmadığınız bir çatışma içerisinde ilerleyerek bütünlüklü yapısını ve özgünlüğünü kaybeder.

Şimdiki düşünme etkinliğimizin bütünlükten yoksun bir yapıya sahip olması ve bunu fark edecek bir ayıklıktan bile mahrumiyet yaşaması, gerçeklikle münasebetimizde giderek derin bir lakaytlık doğurur. Esasen mevcuda yönelen idrak çabamızı ve özgün bilimsel bilgi üretimini derin bir krizle baş başa bırakan şey de gerçekliğe dair hakiki bir alâka ve merakı ilga eden bu lakaytlığın kendisidir. Genel olarak Batı dışı toplumlarda, özel olarak da İslam dünyasında gözlemlenebilecek hakiki merak yoksunluğu ve kendi hayatımıza, kurumlarımıza, şehirlerimize hasılı gerçekliğin kendisine karşı ciddiyetsizliğimiz, belki de en çok bu lakaytlıkla ilgilidir. İslam düşünce geleneği itibarıyla, dinî düşüncenin hatta bizatihi İbn Sînâcı felsefenin bilimsel merak duygusunu körelttiği ve bugünkü lakaytlığımızın da kaynağında bulunduğu söylenir. Hâlihazırda gerçeklikle ilgili lakaytlığımızın bundan daha fazlasıyla ilgili olduğu ve kendi ellerimizle yürüttüğümüz bir alımlama sürecinin neticesine bağlılık taşıdığı bir gerçektir. Peki, bizatihi geleneğin bunda payı nedir? Bu soruya önümüzdeki sayıda daha yakından bakacağız.