Bilimsel merak ve gerçeklik
Burada, cisim içerisinde bulunan gayrı maddi güçler o güçlerin kaynağında bulunan gayrı maddi bir varlığı gerektirir; işte bu gayrı maddi varlık da Tanrı’dır. Böyle bir akıl yürütme biçimi, fiziksel evreni açıklama tarzıyla dinî inanç arasında çok yakın bir ilişki kurar. Öyle ki inancın zorunlu bileşeni olmayan bir açıklayıcı model, giderek inançla özdeşleşebilir.
Evrenin sırlarını keşfetme noktasında hiçbir engel tanımayan ve kökenini bilimsel keşifler çağında bulduğu düşünülen dinmez bilimsel merak, modern dünyayı kuran insani teşebbüsün can suyudur. Hayatımızı daha önce tahayyül edilemeyecek denli kolaylaştıran teknolojik gelişmeler, doğal evren karşısında insani müdahaleyi sınır tanımaz ölçüde genişleten bilimsel ilerleme, çaresiz hastalıklar karşısında sürekli zaferler kazanarak insani ölümsüzlüğün sınırını yoklayan tıbbi yenilikler… Tümünün kaynağında, sürekli keşfe hazır kıtalar ve katmanlar gözleyen bilimsel merak duygusu bulunur. Modern uygarlık bu merak duygusuna o kadar sıkı bir şekilde bağlıdır ki bu duyguya ket vuran, onu körelten veya sınır koyan her şey, doğal olarak modern uygarlığın kalbine yönelmiş bir tehdit olarak algılanır. Modern öncesi döneme ait metafizik ve dinî geleneklerin gericilikle yaftalanarak tavizsiz bir karşıtlıkla mukabele görmesi, onların bu merak duygusuna sınır koyduğu düşüncesiyle yakından alakalıdır.
Bu düşünceye göre son birkaç yüzyılda gözlemlediğimiz insani ilerleme esasen bu sınırlayıcı geleneklerden bir tür kopuşla mümkün hâle gelmiştir, dolayısıyla içinde yaşadığımız bilimsel ve teknolojik gelişmeler zorunlu bir şekilde seküler dünya görüşüyle ilişkilidir. Tasvir ettiğimiz bu kanaat dinî geleneklere şu ya da bu ölçüde bağlı insanları bir ikilemle karşı karşıya getirir: Hiç kimsenin vazgeçemeyeceği bilimsel ve teknolojik gelişmeler ancak seküler bir dünya görüşü içerisinde ortaya çıkabilir türden şeylerse ya dinî gelenekler içerisinde kalarak bu gelişmelerin üçüncü sınıf bir tüketicisi olacak ve kendiniz de giderek tükeneceksiniz ya da seküler dünya görüşünü benimseyerek bu büyük ilerlemenin ortağı hâline gelecek ve gelişeceksiniz. Bu ikilemin giderek yerleşmesi ve zihniyet dünyasına kazınması, ahlâktan siyasete ve iktisada kadar birçok alanı etkileyen ileri sonuçlara sahiptir. Şimdilik bunlara değinmeyeceğiz.
Cevap arayacağımız sorular şöyle: Neden bu bilimsel merak fikrinin dinî düşünceyi dışladığı ve ondan kopuşla ortaya çıkabileceği düşünülüyor? Bir başka deyişle bu sınırsız merak duygusunun ardında yatan ve onu mümkün kılan gerçeklik anlayışı ne? İkinci olarak, gerçekten de dinî düşünce bu türden bir merak duygusunu körelten bir varlık ve bilgi anlayışına mı sahip? İlk sorudan, bu merak duygusunu mümkün kıldığı düşünülen varlık görüşünden başlayalım. Varlığın metafizik bir boyuta sahip olmadığı yönündeki inanç, gözlemlediğimiz maddi mevcutların içinde gayrı maddi bir gerçekliğin bulunmadığı iddiası tarafından beslenir. Bu düşünceye göre herhangi bir cismi alarak en küçük fiziksel parçalarına kadar bölersek, bu parçaları yeniden birleştirmek suretiyle o cismin aynısını elde edebiliriz. Şayet başaramıyorsak, bunun sebebi; henüz tam olarak belirleyemediğimiz daha küçük fiziksel bileşenler veya daha gizli fiziksel bileşim tarzlarının bulunmasıdır.
Bunları ortaya çıkarabilmek için gereken şey, maddeyi daha güçlü bir şekilde parçalayarak alt katmanlarını açığa çıkartacak yüksek seviyeli bir enerji ve bu katmanları görüntülememize yarayan ileri görüntüleme teknolojisinden başka bir şey değildir. Buna göre beş duyu aracılığıyla gözlemlenebilir sağduyusal gerçeklik katmanının, basit bilimsel gözlem araçlarıyla gözlemlenebilir bilimsel gerçeklik katmanına indirgenerek, nihayet basit bilimsel gözlem araçlarıyla gözlemlenebilir bilimsel gerçeklik katmanının da daha ileri gözlem araçlarıyla gözlemlenebilir ileri alt katmanlara indirgenerek açıklanabileceği yönündeki düşünce, genel olarak bugünkü bilimsel araştırma fikrinin temelinde bulunur. Bu analiz süreciyle keşfettiğimiz şeylerin uygun bir senteziyle yeniden sağduyusal gerçeklik seviyesini elde edebileceğimiz düşüncesi ise naif indirgemeci anlayışı ifade eder.
Bu anlayış etrafında nesneleri sınır gözetmeksizin analiz edebilir, analiz ederek keşfettiğimiz unsurların terkibiyle aynı nesneyi elde etmek için çaba gösterebiliriz. Sadece evreni keşfetme çabasını değil, işleyişine müdahil olarak yeniden ve farklı şekillerde üretme cesaretini de mümkün kılan şeyin, bu gerçeklik anlayışı olduğu düşünülür. Hâl böyleyse, indirgemenin herhangi bir aşamasında metafizik bir katman bulunduğunu iddia etmek, analizin fiziksel olarak daha ileri taşınabilmesine engel olmak demektir. 17. yüzyılda meşhur filozof R. Descartes, Regius’a yazdığı bir mektupta, İbn Sînâcı felsefeye ait bu türden metafizik katmanlarla ilgili olarak şöyle demişti: “Kendileri bilinmiyorlarsa, başka şeylerin onlar aracılığıyla bilinebileceğini iddia etmek saçma değil midir?” O dönem “tözsel suretler” adı verilen bu metafizik katmanları reddetmek için bile uğraşmayacağını söyleyen Descartes, tüm felsefesini bunların tümüyle ihmali üzerine kurmuştu.
Bilimsel ve teknolojik gelişmeler seküler şeylerse ya dinî gelenekler içerisinde kalarak bu gelişmelerin üçüncü sınıf bir tüketicisi olacak ve kendiniz de giderek tükeneceksiniz ya da seküler dünya görüşünü benimseyerek bu büyük ilerlemenin ortağı hâline gelecek ve gelişeceksiniz.
J. Locke’un da aynı sertlikle eleştirerek nesnenin bilimsel açıklamasına katkıda bulunmayacağını söylediği bu metafizik katman, o kadar kötü bir şöhrete sahipti ki Geç Orta Çağ Batı felsefesi içerisinde onu “cehalet tapınağı” olarak adlandıranlar bile vardı. Bunun sebebi, skolastik filozofların nesnenin sağduyu seviyesinde gözlemlediğimiz tüm özelliklerinin temelinde metafizik bir ilke olarak tözsel suretin bulunduğunu iddia etmesi, ancak bu ilkenin kendisinin bilinemez olduğunu söylemesidir. Onlara göre ne gözlem ne akli çıkarım ne de başka bir rasyonel yöntem, her şeyin temelinde bulunan bu metafizik ilkeyi bilemez; onun var olduğundan kuşku duymayız, sebep olduğu özelliklerden kalkarak ona bir ad da verebiliriz, ama kendisi bizim için tümüyle meçhuldür. Batı düşünce geleneği açısından, böyle durumlarla ilgili meşhur bir örnek 17. yüzyılda yaşamış Moliere’in bir oyunundan alınmıştır.
Oyunda afyonun neden uyku verici olduğu sorusu, afyonun “uyku vericilik gücü”ne sahip olduğunu söylenerek cevaplanır ve bu cevap biraz da skolastikleri iğneleyici bir dille alay konusu edilir. Afyonun uyku verici olduğunu zaten bilen birine afyonun uyku verme gücüne sahip olduğunu söylemek, hele bu gücün nasıl olup da uyku vericiliği doğurduğunu da izah edemiyorsak, ilave nasıl bir bilgi verebilir ki? Descartes tarafından da garip bulunan şey, buradaki güç hakkında esasen bir şey bilmediğimiz hâlde, gözlemlediğimiz özelliklerin o güç sayesinde ortaya çıktığını söyleyip bunları o güçle bildiğimizi iddia etmemizdir. Bu metafiziksel güç bir yandan kendisini gözlemin ve akıl yürütmenin konusu olmaktan çıkartarak bir tür bilinemezlik postuna bürünürken, diğer yandan gözlemlediğimiz her türden özelliğin de kendisiyle açıklanmasını istemekte; onu aşarak özelliklerin fiziksel kaynağına ulaşmak isteyen araştırma çabasının önüne set çekmektedir.
Orta Çağ’ın meşhur Hıristiyan filozofu Thomas Aquinas, bu güçlere Tanrı’nın yeryüzündeki cisimlere yerleştirdiği “ilahi şeyler” adını vermiş ve evrendeki tüm özelliklerin kaynağına bunu yerleştirmişti. 17. yüzyıl, nesneyle ilgili ileri soruşturmalarımıza engel olan bu seddi yıkmak suretiyle merak duygusunu meşru ve ilerletilebilir hâle getirdiğine inandı. Bununla birlikte gözleme konu özellikleri, cismin içinde bulunan ama gözleme konu olmayan metafizik güçlerle izah etme çabası, Orta Çağ Hıristiyan teolojisi için sadece bilimsel bir izah modelinin ifadesi değildi. Onlar için Tanrı’nın varlığının ispatı, bir yönüyle güçlerin varlığıyla ilgili bir şeydi. İlişkiyi şöyle kuruyorlardı: Doğal cisimlerde gözlemlediğimiz özellikleri onlara ait fiziksel bileşenlerle izah etmemiz imkânsızdır. Sözgelimi neden afyonun uyku verirken, buğdayın vermediğini ya da neden mıknatısın çekerken demirin çekmediğini fiziksel özelliklerine bakarak açıklamak mümkün değildir.
Böyle durumlarda en iyisi, Tanrı’nın afyona “uyku vericilik gücü” ve mıknatısa da “çekme gücü” yerleştirdiğini ve bu özelliklerin de tıpkı Tanrı gibi gayrı maddi olduğunu söylemektir. Burada, cisim içerisinde bulunan gayrı maddi güçler o güçlerin kaynağında bulunan gayrı maddi bir varlığı gerektirir; işte bu gayrı maddi varlık da Tanrı’dır. Böyle bir akıl yürütme biçimi, fiziksel evreni açıklama tarzıyla dinî inanç arasında çok yakın bir ilişki kurar. Öyle ki inancın zorunlu bileşeni olmayan bir açıklayıcı model, giderek inançla özdeşleşebilir. Esasen Batı düşüncesinin gelişimi açısından Hıristiyanlığın başına gelen şey biraz da budur. Evrene ilişkin sınır tanımaz bilimsel merakın önüne set çektiği düşünülen gizil ilahi güçlerin tasfiyesiyle birlikte, bu güçlerin bağlı olduğu iddia edilen ilahi varlık alanı da tasfiye edilmiş, en azından gereksiz bulunmuştur. Bugün ilahi doğalardan, güçlerden, onlara bağlı gayelerden vs. bahsetmenin bilimsel araştırmalar için anlamsızlaşması, esasen bu sürecin bir neticesidir.
- Orta Çağ Batı bilimi, bir tür cehalet tapınağı olarak adlandırılan ilahi suretler veya güçler fikrini İbn Sînâ’nın fizik ve metafizikle ilgili eserlerinin tercümesinden çıkarmıştır. Bu çıkarıma göre Tanrı maddeye, metafizik ilkelerden gelen kapalı bir özellikler paketi yerleştirir ve bu özellikler paketinin açılmasıyla birlikte sağduyu seviyesinde gözlemlediğimiz nitelikler ortaya çıkar. Sorunun düğümlendiği yer şurasıdır: Bu kapalı paketin kaynağında madde bulunmaz, dolayısıyla fiziksel katmanlara ilişkin ayrıntılı incelemeler bu paketle ilgili çok az bilgi verir. Bunun da ötesinde paketin açılımı gibi görünen sağduyusal özelliklerini zaten gözlemlediğimiz cisimlerin niçin böyle özelliklere sahip olduğu sorusunu pakete dönerek cevaplayamayız, çünkü bu özelliklerin ötesinde kalan tarafın bize kapalı olduğu söylenir.
Hâl böyleyse metafizik bir katman olarak ilahi güçler iki açıdan sorunlu görünür: Birincisi, herhangi bir şeyi daha iyi anlamak üzere onu oluşturan maddî organizasyona bakmamızın gereksiz olduğunu ima ederek daha ileri fiziksel araştırmaları engellemesi; ikincisi, madde yerine kendisini açıklayıcı ilke olarak vaz ettiği hâlde bu açıklayıcılık vasfını hiçbir zaman yerine getirememesi. Buraya kadar birinci sorunun, yani merak duygusunun ardında yatan gerçeklik anlayışının ne olduğu ile bu gerçeklik anlayışının neden dinî düşünceden kopma temayülü içerdiği sorusunun cevabını aradık. Yazıya önümüzdeki sayıda devam edecek ve ikinci sorunun cevabını arayacağız: İslam düşünce geleneği itibariyle, dinî düşüncenin hatta bizatihi İbn Sînâ felsefesinin bu türden bir merak duygusunu körelten bir varlık ve bilgi anlayışına sahip olduğu söylenebilir mi?