Üçüncü günden notlar

Ömür dediğin incir ağacı gibi.
Ömür dediğin incir ağacı gibi.

Sabah koşup incirin yanına vardım. Yerinde yoktu ve anlamı buydu: Adem. Onu bulana kadar, cevabı sorana kadar geçmeyecek bir kütle yerleşti şuraya. Sanki o kaybolmamış da ben kaybetmişim bir şeyi, sanki çalmış Adem benden. Bir yerlere sinmiş ya da başka bir ağaca tünemiş, beni izliyor gibiydi. Bulsam, yerine koy desem, cevap istesem, “geçecek” diyordum.

Adı Adem olmalıydı. O büyük tecrübesizlik, titreyen ve gittikçe daralan omuzlarının arasından bize bakıyordu. Anne rahmindeki masumiyeti taşıyordu sanki sırtında. Ağır bir yüktü. Bizse çoktan inmiştik o ağaçtan, çoktan doldurmuştuk midemizi. Adem, dünyayla tanışır tanışmaz ona küsmüş gibiydi.

“Ne bekliyorsun Adem? Yemiş için değilse ya niye tırmandın buraya kadar?” Büyük bir kırgınlığa karıştı sorum. Keşke cevap verseydi Adem.“Tokum!” deseydi.


Ne incir topladı ne de hayal kurdu. “Ne bekliyorsun Adem? Yemiş için değilse ya niye tırmandın buraya kadar?” Büyük bir kırgınlığa karıştı sorum. Keşke cevap verseydi Adem.“Tokum!” deseydi. “Midem bulanıyor.” ya da yükseklik korkusu... kabulümdü hepsi. Akşam çökünce evlere, gün doğunca bahçelere dağılırdık. Çocuk olmak devinim demekti. Yerimizde duramazdık. O ise çocukluğa rağmen incirin tepesinde, tırmandığı dalları unutmuş gibi kalakaldı.

Ayağı toprağa değecek diye mi korkuyor, yoksa bir inat mı bu, bilmiyorum. Bütün gece onu merak ettim ben. Soruma cevap aramaktan başka bir şey düşünmez oldum. Neyi bekliyordu Adem? Adem’i tutan neydi? Başka bir meyve mi çekti canı? Ya meyveden değilse, ya çocukluk değilse Adem’in derdi? Sabah koşup incirin yanına vardım. Yerinde yoktu ve anlamı buydu: Adem. Onu bulana kadar, cevabı sorana kadar geçmeyecek bir kütle yerleşti şuraya. Sanki o kaybolmamış da ben kaybetmişim bir şeyi, sanki çalmış Adem benden. Bir yerlere sinmiş ya da başka bir ağaca tünemiş, beni izliyor gibiydi.

Bulsam, yerine koy desem, cevap istesem, “geçecek” diyordum. O incirin yanına günlerce beyhude gittim. Adem’in kaybolduğu dalda oturup bekledim. Dalgın bir çocuk ne kadar korkutursa ana-babayı, o kadar korkuyordum hâlimden. İnsan içine kapanınca kayboluyor. Bir âdem arıyor kendine oradan çıkabilmek için. Buradan çıkmış mıydı daha önce biri? Adem değilse kimdi? İnsanları ikiye ayırmaktan başka bir seçeneğimiz olmadı ki hiç. Adem kuyudan çıkan Yusuf gibi. O çıkarken, ben kuyunun içine düşmüş Yakup gibi. İnsanların bazıları yaşar, bazıları da diğerlerini izleyerek öğrenirler. Ben, insan denen o kırık kapıyı görünce büyüdüm. Adem ise evinin kapısını kırınca… Hikâyeleri dinlemeyi dedemden öğrenmiştim. “Bak, ne güzel konuşuyor.” dediği kim varsa dinledim.

Bir yaprak kopardım ve sapından sızan sütün tadına baktım. Ne de acıydı, nasıl da tatlıydı incir.
Bir yaprak kopardım ve sapından sızan sütün tadına baktım. Ne de acıydı, nasıl da tatlıydı incir.

Herkes gibi Adem’in de bir hikayesi olmalıydı. Aradım ama anlatacak kimseyi bulamadım. Yarım kalmış bir anlatı gibi duruyorduk o incirin tepesinde. Bir yaprak kopardım ve sapından sızan sütün tadına baktım. Ne de acıydı, nasıl da tatlıydı incir. Havada asılı kalan bir soru sorumuştum işte.

  • Bir yıldız gibi bozuyordu karanlığımı. Sorunun varlığından çok cevapsız kalışıdır hikâyeye şekil veren. İnsanı olgunlaştıran budur. Her soru cevabı heybesinde taşır. Arayış sürdükçe bir lokma koparır, verir. Ölüm müydü Adem’in beklediği?

Bir çocuk ölümü bekler mi hiç? Kötü bir düş mü görmüştü o sabah? Tüm soruları sırayla soruyordum. Ben sordukça Adem ağaçtan bir dal daha aşağı iniyordu. Evine gidiyor, akşam yemeğini yiyor, annesine sarılıyor, sonra uyuyordu. Olabilecek en normal çocukluğu yaşıyordu Adem. Hızla büyüyor ve uslu bir delikanlı oluyordu. Görenler böyle diyordu onun için. Benim olmayan bir sıkıntının derdiyle dertleniyordum ben, oysa.

Ömür dediğin incir ağacı gibi. Meyvesini vermesi için biraz acı süt, kol geziyor damarlarında.
Ömür dediğin incir ağacı gibi. Meyvesini vermesi için biraz acı süt, kol geziyor damarlarında.

O mu gerçekti, ben mi sahte yaşıyordum bilmiyorum; ama ondan daha çabuk yaşlandığımı söyleyenler oldu. Burada bir yerlerde öğrendim sonunda işin aslını. Gökyüzüne çocukça bir soru sormuş o gün Adem. Cevabı alıncaya kadar da ağaçtan inmemeye ant içmiş. Gün, karanlıkta kaybolana kadar beklemiş. Sonra caymış inadından. Cevabı yeryüzünde aramaya karar vermiş. Belki başka bir insan duymuştur sesini deyip, belki şu tepenin ardındadır sanıp aramış durmuş. Hatta bir ağaca bile gizlenmiş olabilir. Dönüp dolaşıp incirin yanına gelmiş. Ağaçta beni görmüş işte. Öyle dalgın, öyle benzer… Yanıma tırmanıp anlattı olan biteni. “Sen biliyor musun?” diye de ekledi.

Ömür dediğin incir ağacı gibi. Meyvesini vermesi için biraz acı süt, kol geziyor damarlarında. Nasıl da zarif yaratmış yaradan. Cennet meyvesi olması belki de bundan. O ağaç, onun ve benim çocukluğumu sonlandıran bir kapıymış meğer. Dünya merakı, dünyayı aşan bir göğüs kafesine dönüşünce anlıyor bunu insan. Merak, nedense hüzün getirmişti bize. Nedense bulma arzusu, yanına bir nesne koymamıza izin vermedi hiç. Eşyaların adını öğrendiğimiz ilk gün gibi, anlamını kavradığımız ikinci gün gibi, üçüncü bir sabaha uyanmıştık sırayla.