Kısa Maltepe mahallesi
Oturup anlatıyorum olan biteni. Çoğu zaman yaşadıklarımı, kısmen başkalarının hayatlarını.Ne yapsam nasıl abartsam satır boşluklarında bir şeyler daima gizleniveriyor. O boşluğualıp çıkarıveriyor dinleyen herkes. Ne anlattım diye soruyorum. Bambaşka hikâyelerdenbahsediyorlar. Kabullendim artık. Sayfalarca yazdıklarımdan, başka bir hikâye anlattığım.
Bizim çocukluğumuzda şehirler yoktu. Sınırları mahalleler belirlerdi. Bizim mahallemiz de bir yanı dere diğer yanı otoyol ile kaplı, köşelerini fabrikaların sahiplendiği, şehrin az dışında ortalama bir beşer yurduydu. Küçüktük ve güzeldi. Uzun bir sokaktan ibaretti her şey.
Sayılı hanesi ile kayıtlarda Maltepe olarak geçen mahallemizi Kısa Maltepe olarak değiştirmiştik. Her şeyin bir anlamı vardı.
Her bir mahalleli ayrı bir dünyanın temsiliydi. Rukiye abla üniversitede öğrenci olmanın tasviriydi, anlaşılan çok zordu o dönemde işler. Gayri safi milli hâsıla hiçbir anlam ifade etmiyordu bize. Kimin cebinde ne kadar para var bilmezdik. Yalnız deftere borç yazdırmak bizi bakkal Şeyhmus’a karşı mahcup, yüzü yere düşük bırakıverirdi. Allah rahmet eylesin iyi adamdı. Defteri kabarık göçtü. “İslam nedir?” deyince İmam Hafız efendiyi, “Gerçek İslam nedir?” diye sorunca mesela genç müezzin Murat abiyi gösterirdik. Akşam eve geç gelenlere acırdık. Evden çıkmayanlara daha çok. Vakti nakit olarak değil de güneş ve yıldız üstünden hesap ederdik. Çok yıldızımız vardı.
Bir mahallenin tasvirini yapmak niyetim. Bu yüzden kendi yaşadığım mahalleyi anlatıyorum. Kurgu bile olabilir çocukluğum, yaşadıklarım gerçek veya uydurma olabilir. Ama hatırladıklarım kesinlikle böyle gelişiyordu.
Evlerimizin kapıları her daim açıktı. Herkes herkesin misafiriydi burada. Eskiye alışkın olduğumuz kadar yeniye de açıktık. Yalnız belirtmek gerekir, mahalleye yeni bir şey gelecekse bu yedi kat elden gelmez, bizzat mahalleli birinin elinde gelirdi. Gerekli ölçümler, deney ve ahlaki tespitlerin ardından uygun görürsek yürürlüğe sokardık. Seylan çayıyla da böyle tanıştım. Komşumuz Rauf abinin memleketteki kardeşi Vehbi göndermiş. Demini çok katarsanız çarpar diye de eklemiş. Harmanlamak lazımmış. Eskiden beri kullandığımız çaya, şu kara kuru yapraklardan biraz ekleyince nasıl da güzelleşiyordu çayın tadı. Dedim ya, böyle açılıyorduk dünyaya.
Bir mahallenin tasvirini yapmak niyetim. Bu yüzden kendi yaşadığım mahalleyi anlatıyorum. Kurgu bile olabilir çocukluğum, yaşadıklarım gerçek veya uydurma olabilir. Ama hatırladıklarım kesinlikle böyle gelişiyordu.
Kâğıda yazılması bir yana dursun sözlere dahi dökülmemiş bir yığın kuralımız vardı. Kimse yabancı değildi. Herkes buralıydı ve yeterdi. Birbirimize yan gözle bakmazdık. Selam verirdik mesela, önemli olduğunu bilirdik. Mahallemizi severdik. Kaldırım taşlarını ezbere bilir, insanları tanırdık. Kimin ayağı takılsa, işi aksasa çözümü içimizde sessiz sedasız hallederdik. Uzun yıllar sınırları annelerimizin çizdiği bu mahalleden dışarı hiç çıkmadım. Bu yüzden birçok şeyi çok geç öğrendim. Öğrencilik ergenliğime denk gelince ilk ayrılık gerçekleşti. Ev sahibimizin Haymana Kürdü, komşumuzun Laz, eniştemin ise Çerkez olduğunu öğrenip geri döndüm. Matematik gibi pek işime yaramadı bu da.
Her mahallenin bir de abisi olurdu. Çoğunlukla ekberiyet kısmen erşed usulünce atanırlardı. Öyle vazife karşılığı verilen bir rütbe falan değildi. İstediğimizi abi seçerdik ve bu konuda hiç yanılmadık. Çok şehir görmüş, çok tütün sarmış, çok yara almış bu abiler ne yer, neyle geçinir kimse bilmezdi. Akıllarına gelse bile sormaya çekinirlerdi. Karşı mahalle için tehlikeli adamlardı. Annelerimiz tarafından istenmeyen tüy olarak adlandırılsalar da, takımın kaptanı, kalenin muhafızı, mahallenin nöbetçisi olurlardı. Halden anlar, en çok yarayı bilirlerdi. Merhemleri ya bir beyit ya bir kıssa ya da bir dal tütün olurdu, yani çözüm hep onlardaydı.
- Din ve devlet işlerinin birbirine karıştığı yer mahalle meydanıydı. Kahvehane merkezde, arka sokağında karakol, yanında sağlık ocağı, karşısında cami, oldukları yerde küçük bir Ankara hikâyesi gibi duruyorlardı.
Kahvehane deyince kâğıt oynanan mekân olduğunu da üniversite yıllarımda öğrendim. Çünkü bizim çay ocağından bozma bu büyük konseyimizde kumar ve alkol yasaktı. İki yüz metre ötede yatan evliyadan arlanırdık. Orada her masa ayrı bir kaynaktı. Kim hangi sudan ne kadar içebildiyse artık.
Bizim de masamız her yerde olduğu gibi yuvarlaktı. Tek farkı taburelerimiz yahut sandalyelerimiz aynı yöne bakardı. Ya duvar dibine yaslanırdık ya manzarayı karşımıza alırdık. Ola ki sessizlik oldu -ki nadirendir- söz bitti, ahvalimiz tefekküre kolaylıkla geçiverirdi. Abiler masanın çıkmazında oturur, en son kalkarlardı.
Bir rivayete göre vakti zamanında Fethi Gemuhluoğlu da bu masayı kullanmış. Gurur duyardık.
Varacak yerimiz, koşacak işimiz kalmayınca bir araya gelirdik. Çoğunlukla dünya halini konuşurduk. O uzun oturmalarda bulduğumuz her cevap hayret vericiydi. Yağmur yağınca evlere kaçışır, vakit çıkınca buluşurduk.
Kendimi o mahallede bir başına kalmış hissediyorum bazen. Yükünü alan sırtlanıp gitmiş diyorum. Kahvede bir başıma oturup sokaktan gelip geçen yeni yüzleri seyrediyorum. Arada telefonlaşıyoruz eskilerle, herkesin hayatta olduğunu bilmek iyi geliyor. Çok şey yaşadık, çok sular akıp gitti. Aslında değişen bir şey de olmadı hani. Mahalle yerli yerinde sapasağlam duruyor. Şimdi ne mahalleli işten vakit bulur oldu ne biz evden çıkar olduk. Belki de abartıyorum. Belki de yağmurdandır hepsi.
Eski bir alışkanlık oldu ben de Kısa Maltepe. Yakıp yakıp söndürüyorum bu anıyı.