Toparlanın... Öz'e dönüyoruz

“Siz, kendinize bakın. Doğru yolda olduğunuz sürece yoldan ayrılanlar size zarar veremez”
“Siz, kendinize bakın. Doğru yolda olduğunuz sürece yoldan ayrılanlar size zarar veremez”

“Öze dönüş” heyecanlandırıcı bir ideal. Ama bunun için öncelikle “öz”ün neolduğuna ilişkin fedakarlıklarla yapılacak bir tanım, ve ortak akıl ve vicdanıntasarlayacağı bir metodoloji vazgeçilmez. Çünkü yaşam kaynağımızın kodlarıhalen dupduru, önünden veya arkasından batıl yaklaşmamış. Bir anlamda muhtaçolduğumuz kudret, raflarımızdaki asil kitapta mevcut.

Jaco Van Dormael’in 2009 yapımı “Mr. Nobody” isimli filmi zihinlerde iz bırakıcı bir yapıttır. “Bay Hiç Kimse”, mâzisindeki seçimleri ve yaşadığı veya yaşama olasılığı olan hayatlarının ölüm döşeğindeki muhasebesi ile karşımızda durur.

İhtiyarın temelde yaşadığı iki bunalım/buhran vardır: ilki yaşadığı hayatın, geçmişte başka tercihler yapmış olması durumunda yaşamış olacağı hayat(lar) karşısındaki sorgulanışı, diğeri de kendi benliğine odaklanma zorluğu…

Kimileri zor bir çıkarsama diyebilir, ancak İslam ümmetinin mâzisi ve hâlihazırdaki ruh hali, bize benzer bir bunalımın ipuçlarını veriyor. Genetik kodlarında saf güzelliğin bilgisinden başka bir yapıtaşı bulunmayan bu dinin -ya da biraz İslamcı tabirle, “ed-dîn”in - mensuplarının bir dönemde, bir yerde “mutasyona” uğradıkları, evrimin kendisinden daha da aşikâr bir gerçek.

Müslüman bilinci kolektif ve bireysel bir “konsantrasyon” illeti ile dertli. Zihinlerimiz ve ruhlarımız, en azından masaüstlerimiz kadar dağınık...

Mamafih, elma aromalı nargile dumanının arkasında, boynuna dolama atkısıyla bu mutasyona kafa yoran mücahitlerimiz var ya da elde edilmiş haklarıyla birlikte, mücadele ruhunu, eğitim, kariyer, hatırı sayılır bir evlilik tutkusuna dönüştüren mücahideler, şükürler olsun… Ne yazık ki bu kafa yorma, ümmetin geçmiş tercihleri veya kaderi, maruz kaldığı dayatmalar, sömürgeler, külli unutkanlıklar, ne dersek diyelim, mevcutta insanlık nezdinde var olduğu duruma yönelik “odaklanamayan” bir tefekkür. Müslüman bilinci kolektif ve bireysel bir “konsantrasyon” illeti ile dertli. Zihinlerimiz ve ruhlarımız, en azından masaüstlerimiz kadar dağınık... Dağınıklığın olduğu yerde, üretkenliğimiz dindar bir neslin sayı olarak çoğalmasının, sanatımız ise suyun üzerinden ebru desenini bir çırpıda çekmenin – ki latif bir sanattır- ötesine geçmekte zorlanmakta. Dünyamızda ayrıntı bile olamayacak kişiler ve olaylara dağılmaktan, dünyamızı inşa etmesi gereken mefhumlara odaklanıp onlarda derinleşemiyoruz. Kendimize yabancılaşıyoruz.

Odak kaybı, ki “eksen kaymasından” önce ve öncelikli bir dejenerasyondur, başta dinde derinleşme olmak üzere maneviyatın temas ettiği tüm alanlarda yumuşak karınlarımızı oluşturdu. Sahi bizim coğrafyamızda dinde derinleşme, yüzeyselliğin aksine, ruhaniliğin dışavurumu olarak sanatta da derinleşmeyi getirmişti hep, ya da getirmeliydi, ya da neden getiremedi? İşte tüm bu karmaşa an itibariyle ümmetin yaşanamamış olası hayatları, ya da paralel evrenlerini teşkil ediyor.

  • Mümin ruhlarımız şuuraltında hiperaktiviteye doğru evrilirken, sahip olduğumuz tüm miras, en kıymetlisi vahiy olmak üzere, gündelik koşuşturmacalarda hızlıca tüketilmeye başladı.

Teheccüt anlarında yoğunluğun doruklarına çıkabilen bir nesilden, sabah abdestinden önce Twitter’a bakmazsa ölebilecek hale çoktan geldik.

Müslümanlar bir ümmet olarak bir gün bu odaklanmayı (belki de yeniden) başardıklarında, düşünüş ve varoluş biçimlerindeki seküler düalizmi de yıkacaklar. “Ya din, ya sanat” ikileminden bahsediyorum. Çünkü vahiy insanoğlunun tüm tekâmülleşmeleri için var ise ki tamamen öyledir, Müslüman, sanatın ve estetiğin (dini – dindışı) olarak ayrıştırılmasına ciddi bir meydan okumada bulunmalıdır…

Odak kaybı, ki “eksen kaymasından” önce ve öncelikli bir dejenerasyondur, başta dinde derinleşme olmak üzere maneviyatın temas ettiği tüm alanlarda yumuşak karınlarımızı oluşturdu.
Odak kaybı, ki “eksen kaymasından” önce ve öncelikli bir dejenerasyondur, başta dinde derinleşme olmak üzere maneviyatın temas ettiği tüm alanlarda yumuşak karınlarımızı oluşturdu.

Fakat biz güçlü Müslümanlar, bugün bunu yapamayacak kadar aciziz. Çok zengin, ama kanserli bir aristokratız. Seçilmiş ümmetiz, ama nereye seçilmişiz onu bilemiyoruz. Seçilmiş ümmetiz, gelin görün ki seçilmişliğin gereği olan risk-fırsat analizini adamakıllı yapamıyoruz. Ümmetin hücreleri bir zaman mutasyona uğra(tıl)mış bir şekilde kendini çoğaltmaya, ısrarla yayılmaya devam ediyor…

Siyasal İslam’ın güçlenmesi, belki bu derinleşme ve odaklanma için verimli zemin oluşturmak adına en güçlü fırsattı, ancak bünyesinde salt siyaset bulunan her duygu, ruhları, kabalaştırıcı, güce tapıcı hale doğru ifsat etme potansiyelini barındırır. Zira güç estetiğe evrilmez ise, insanoğlunun tüm estetik kazanımları güç için tüketilir. Çökmüş sosyalist sistemlerde gücün ayakta tutulması için sanatın nasıl araçsallaştırıldığına bakılabilir. Bizde ise bu, İslami söylemin ilk dönem iktidarları tarafından manipüle edilme biçiminde tezahürünü bulmuştu.

Ümidini kaybetmenin haramlığının getirdiği baskı karşısında, “öze dönüş” heyecanlandırıcı bir ideal.

Ama bunun için öncelikle “öz”ün ne olduğuna ilişkin fedakarlıklarla yapılacak bir tanım, ve ortak akıl ve vicdanın tasarlayacağı bir metodoloji vazgeçilmez. Çünkü yaşam kaynağımızın kodları halen dupduru, önünden veya arkasından batıl yaklaşmamış. Bir anlamda muhtaç olduğumuz kudret, raflarımızdaki asil kitapta mevcut.

Velhasıl, putları kırmakta mahir olan zihinler, bir gün putlaştırılma korkusunu hep içinde barındırmalı. Her fırsatın son fırsat olabileceğine birileri inandırmalı bizi, ya da biz inandırmalıyız kendimizi. Siyasetin ruhsuz yüzü, ruhunu yeniden diriltmeye çalışanlara karşı en azından sempatik, hatta empatik olacak. Zaman içinde asırlar birike birike en karmaşık, çetrefilli ve girift formunda dönüştü. Bu yüzden bu seferki kazanma mücadelesi, “ya hep ya hiç” düzeyinde olacak. Biz mücadele ederken, birisi kulağımıza hep şu ayeti fısıldayacak : “Siz, kendinize bakın. Doğru yolda olduğunuz sürece yoldan ayrılanlar size zarar veremez” (5:105)