Adam kıtlığı
Donanımlı olma hali, o kutsal amacımıza sıkı sıkıya bağlı kalmadığımızda kırılganlaşır.Amaç doğrudan vahiy ile rabıtalı olduğundan, merkez bilgisinden uzaklaşmak kopuşukolaylaştırır. Yakın zamanda, herkesin, ülkenin en donanımlı İslami insan kaynağını teşkilettiğini düşündüğü yapının, hızlı ve öfkeli ve beddualı bir liderin kopuşuna paralel birkopuşu nasıl yaşadığına şahit olduk.
Sahabeye dönerek, “Ben yolumdan saparsam beni nasıl düzeltirsiniz?” diye soran Hz. Ömer, vahyin bizzat muhatabı olan bu topluluktan şu cevabı aldı… “Kılıcımızla düzeltiriz Ey Ömer!”
Bu uyarı şurada dursun. Bu duruşu yitiren, azalan insanlardan bahsedeceğim biraz. Biraz sosyopolitik tespitler, biraz öz’e dönüşü pekiştirmeye yarayacak ilkeler. Ne derseniz deyin… Bir anlamda adam kıtlığından bahsedeceğim biraz. Hani şu eskilerin kaht’ür ricâl (adam kesatlığı) dediği fetret halleri. Daha afilli ifadeyle küresel İslami yapının insan kaynakları sı-kıntısı. İnsanlığa adam yetiştiren bir medeniyetten, elinde kalan adamları tüketen, harcayan bir zihniyete dönüşüme aranan reçete.
Günümüz politik yaşamının, baş başa kaldığımızda kendimize de itiraf ettiğimiz üzere, adam öğütme, tüketme, harcama mezrası olduğu bir gerçek.
Bu tüketmede dış mihrakların rolü elbette büyük, yadsınamaz. “Sistem”in en kolay öğütebildiği organizmalar olarak görüldüğümüz bir gerçek. En imanlı, en Kur ’anlı, en adam yetişenleri kendi habitatına adapte olacak şekilde budayan bir modernizmi kim hissetmiyor ki iliklerine kadar. Ancak bundan acı olanı, adam olmak, sonra da öyle kalabilmek için biz öte dünya sevdalısı homos islamicus’ların tüm koruma mekanizmalarının paralize edilmiş olması. Dinin ilk muhataplarının anladığı anlamıyla “takva” yoksunluğu, yani iç koruma mekanizmalarının olmamasını, gardsızlığı kastediyorum.
Şeytanın iblisliği işte, ya da İblisin şeytanlığı, mâlum hep doğru yol üzerinde oturmak. Büyük hesabı düşünerek, yine büyük hesaplarla atılan ilk dava adımlarının, küçük hesaplara kurban edilmesi. Ve bu yitirişin bir kaybediş olduğunu bile anlamaya engel olan gaflet hali. Silkinmek, esaslıca öze bakış yapacak fırsatı dahi bulamayacak kadar yoğunlukla “dâvanın” içinde olmak, bir o kadar da “dâvaya” yabancılaşmak. Belki de en büyük “Dava”nın, paçayı kurtarmak davası olduğunu bilememek.
Günümüz politik yaşamının, baş başa kaldığımızda kendimize de itiraf ettiğimiz üzere, adam öğütme, tüketme, harcama mezrası olduğu bir gerçek. Politik işleyişin ıslahının, yine bu politik sistem içinden çıkacak adamlarla olacağı da. Sorun bu kısır döngüyü kırabilecek sıçrayışları yapabilme cesareti ve enerjisine sahip olabilmekte. Daha açık ifadeyle gücün cazibesine teslim olmama...
- Çok şeyler başardık, evet. Belki de çoğu zaman dolmadan taştık. Ne var ki hala şu veya bu şekilde “sadakat” veya “ehliyet” arasında zor bir tercih yapma yükü omuzlarımızda. “Adam” kriterlerimiz arasında ehven-i şer olma üst sıralara yerleşti.
Bu post-dava dönemin en endişe verici tıkanması, adam olmak üzere yola çıkanların, tüketilme ve yitirilme sonrası geçirdikleri başkalaşıma kazandırdıkları meşruiyettir. Bir zamanlar düşmanı imgeleyen her şey zamanla ehlileştirilir, tıpkı nakledilen bir organın vücuda uyumu gibi. Ama burada dönüşüm bir ruh haline, bir zihin yapısına doğru olduğu için netice tam bir teslimiyettir. Bu yeni tarz-ı hayat artık üzerlerinde ilk zamanki kadar iğreti durmaz. Artık masum bir öykünmenin ötesine geçmiştir çünkü.
Baş suçlu: kötü eğitim... Aceleci bir cevap. Her ümmetin bir uzmanlığı var, biz ise sorun tespiti alanında yaptık doktoramızı. Daha vurucu olanı, kötü eğitimin yerini alacak alternatifl eri geliştirmedeki acizliktir. Her türlü adam yetiştirme girişiminin, şaşalı gündemler karşısında ikincilliğe boyun eğişidir ortada olan. Diğer bir değişle üzerinde konuşmaya değmeyecek gündemlere dalıp, gündem oluşturacak yetkinliği kaybetmek. Gündem oluşturamayan medeniyetler, o gündemin altını dolduracak insan gücünü de yetiştiremez. Ya da tam tersi. Ne var ki adamsızlık sorunu temelde bir bilgisizlik sorunu değildir. Aksine, bilgi yığılmasının yok ettiği zihin duruluğudur kaynaklarımızı kurutan. Bir anlamda kalite ve seçicilikten yoksunlaşma, sıradanlaşma ve tek tipleşmeyi beraberinde getirdi.
Donanımlı olma hali, o kutsal amacımıza sıkı sıkıya bağlı kalmadığımızda kırılganlaşır. Amaç doğrudan vahiy ile rabıtalı olduğundan, merkez bilgisinden uzaklaşmak kopuşu kolaylaştırır. Yakın zamanda, herkesin, ülkenin en donanımlı İslami insan kaynağını teşkil ettiğini düşündüğü yapının, hızlı ve öfkeli ve beddualı bir liderin kopuşuna paralel bir kopuşu nasıl yaşadığına şahit olduk. Bu bize “yetişmiş” olmanın, kişinin kendi ruh ve zihin örüntüsüyle, kendi emeğiyle inşa ettiği bir kişilik yapısını gerektirdiğini gösterdi. Sergilenen bir ayakta duramayıştı, çünkü tüm kazanımlar sistemi, en temel “adamlık” unsuru olan özgürlükten yoksundu. Bunu birçoğu fark edemedi, tıpkı zincirini son adımda fark eden bir mahkûm gibi. Zira ortada bir militanlaşma eğilimi varsa, doğruya göre kendini yontma kabiliyeti sönükleşir.
Dava veya lider doğru olduğu sürece bağlılığı hak eder, zaten o bağlılık doğruya olan bağlılıktır.
Adamları yetiştirmek… Bir başka ifadeyle büyük düşüncelere ve aksiyonlara sahip olmadan önce, büyük sorulara sahip insanları yâni... Şimdikiler buna vizyon sahibi insanlar diyorlar. Bugünkü sosyo-politik düzen boşluk kaldırmıyor. Adamınız yoksa adamların dolduracağı boşluklar bir şekilde doluyor. İşler yürüyor, şöyle ya da böyle. Ancak günün sonunda, ya da yılın, ya da asrın, bir medeniyet olarak elinizde zihni ve ruhu emekliye ayrılmış bir yığın kalıyor.
Madem toparlandık, bir dönüşteyiz, hani o dediğimiz öze, kaynağa dönüşte, o zaman İslam’ın insan kaynakları sorunu gündemin üst sıralarına taşınmalı. O özün en doğal dışavurumudur insan üretmek. Gerçek insanı, gerçek mümini… Gerçekleşmek; en büyük adamlık tanımı da bu değil midir zaten?