Tanrıya meydan okurken köye geri dönmek
6 gün çalışmayı, 1 günü ailemize ayırmayı harikulade bir hayat düsturu ilan edip amansız bir dünya telaşı ile akmaya, akmaya ve son sürat yaşamaya devam ettik. Devam ettik ve ediyorduk ki, o çoktandır ibresi 250 kilometrelere vuran hayat otomobilimiz, hiç beklemediğimiz bir anda kocaman duvara tosladı.
Sevgili Günlük, Neye dayanarak, hangi mantıkla ya da hangi istatistiki bilgiyle olduğunu bilmiyorum ama son birkaç yıldır dost meclislerinde söylediğim bir söz vardı: "Çoğa kalmaz belki 5 ya da 10 yıla kadar insanlar bu kalabalık şehirleri terk edip köylerine geri dönecekler."
Yine üç beş ay öncesi kendi alanında gayet başarılı bir makine mühendisi abimizin söyledikleri de yine dün gibi hatırımda: "Abi bu nedir yahu? Haftanın 7 günü var en kötü ihtimalle 6 gün çalışıyoruz. Öyle gün oluyor ki 24 saat yetmiyor bize. Nereye gidiyoruz abi? Nedir bu telaş? Yaşayacağımız hepi topu 65-70 yıl değil mi? Haftanın 4 günü tatil 3 günü çalışma olsun. Abi bittik tükendik artık yeter yahu!" Sanırım her ikimiz de belli bir gözlemin ve hissiyatın sonucuna binaen böyle uç yorumlar yapmıştık. O günlerde bunlar çok da anlamlı durmuyordu ama bugünler de fazlasıyla anlamlı. Bugün 25 Nisan 2020. Ramazan'ın 2. günü… Son yıllarda iyice yakındığımız Ramazanları da aratacak kadar mahzun.
Ailece bir birliktelik açısından iyi olsa da davetler, iftarlar, meclisler yok. Neden böyle oldu, herkesin kendi içinde bir cevabı var elbette. Kimimize göre bu bir hastalık süreci sadece. Kimisine göre insanlığın günahlarından ötürü hak ettiği bir musibet, kimisine göre ise geçici imtihan... İşi kendi hatalarına bağlayan bir grup da var; basit bir salgın olarak nitelendiren de. Herkesin hemfikir olduğu konu ise bundan tüm dünyanın etkilendiği gerçeği... Sağlık otoritelerinin ifade ettiği diğer bir hakikat ise dünyanın artık eskisi gibi olamayacağıdır. Peki, nasıl oldu da mesele bu noktaya geldi. Bunu durup düşünmek ve cevabını bulmak da bize düşüyor. Aslında insanlığın milenyum çağı hiç olmadığı kadar büyük umutlarla başlamıştı. Çok değil 20 yıl öncesi dünyanın yerinde duramayan enerjisi, müthiş bir geleceği fısıldıyordu kulaklarımıza. Bilimin ve teknolojinin zirve yapacağı, insanlığın "bilime iman etmiş bünyesi"nin dünyayı kasıp kavuracağı günler bekliyordu bizi.
Bu hızlı akışa ayak uydurmamız bekleniyordu bizden. Biz de hiç tereddüt etmeksizin işimize geldiğini düşünerek bu "moderin dünya" düzenin gönüllü üyesi olduk.
Bilim otoriteleri, "tanrıya meydan okuma" evresinin heyecanı ile "hızlı" ve "otomatik" bir dünyanın fitilini ateşleyeli, Frankenstein tiplemelerini gündemimize sokalı epey olmuştu ama milenyumla birlikte artık "hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" aforizması henüz yeterince kemale ermemişti. Beklendiği gibi de buluşlar, icatlar, robotlar, çılgın tasarımlar art arda hayatımıza girmeye başladı. Rahatı, lüksü ve konforu bize sonuna kadar sunan bu eşsiz nesnelere sahip olmak içinse bizden çok da bir şey istenmiyordu aslında. Yapmamız gereken tek şey bedenimizi ve zihnimizi daha çok "para" kazanmak için feda etmekti. Öyle huzur, değer, etik, çevre, yeşil ya da mavi arzumuz bize bu harika kolaylıkları, "lüküs ve müreffeh hayatları" kazandıramazdı. Bu yüzden bu hızlı akışa ayak uydurmamız bekleniyordu bizden. Biz de hiç tereddüt etmeksizin işimize geldiğini düşünerek bu "moderin dünya" düzenin gönüllü üyesi olduk.
Öyle ki hiç de bir yere yetişme telaşımız olmamasına rağmen 70 km hızın dahi yeteceği yolda 200 kilometreyi zorlandığımızın farkına bile varmadık. Her yıl yenisi çıkan akıllı telefonları, TV, bilgisayar, araba vb. yapay zeka katkılı teknolojiyi nerdeyse ayda bir ilerleten her yeni ürünü kapmak için AVM kapılarında nöbet tutmaya, tek bir yeşil alan dahi bırakmadan devasa akıllı binalar dikmek için birbirimizle yarışmaya, lükse ve konfora ulaşmak için de kredi çekmeye, krediyi ödemek için de ailece çalışmaya, bunun neticesinde de milyarlarca fazla ödeme yaparak aldığımız evlerimizi otele çevirmeye, hep hayal ettiğimiz mutlu hayatı da birkaç maaşımızı feda ederek aldığımız "süper akıllı telefonlarımız"daki sosyal medya hesaplarımızdan paylaştığımız gülen yüzlü fotoğraflarla yaşamaya başladık. Ne köylerde tarım yapan gençler kaldı ne ayağı toprağa değen çocuklar. Üretmek yerine tüketmeyi tercih eden "şehirli kitleler" için hayat, AVM ve iş arasında mekik dokunan bir tiyatroya dönüştü.
Ne köylerde tarım yapan gençler kaldı ne ayağı toprağa değen çocuklar.
Hayatlarımız kendi eşimiz ve çocuklarımızı dahi içine alamayacak ya da azıcık alacak kadar bizim olmaktan çıkıverdi. Artık ne 7 güne ne 24 saate sığar olduk. 6 gün çalışmayı, 1 günü ailemize ayırmayı harikulade bir hayat düsturu ilan edip amansız bir dünya telaşı ile akmaya, akmaya ve son sürat yaşamaya devam ettik. Devam ettik ve ediyorduk ki, o çoktandır ibresi 250 kilometrelere vuran hayat otomobilimiz, hiç beklemediğimiz bir anda kocaman duvara tosladı. Şimdi bu çarpmanın sarhoşluğu ile ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamaya çalıştığımız günleri yaşıyoruz. Tüm alışkanlıklarımız, yemelerimiz, içmelerimiz ve dahi vazgeçilmez gezmelerimiz, beş ya da on yıllık bütün planlarımız yerle bir oldu. Bize hep "daha neler göreceksiniz" denilerek pazarlanan modern dünya nimetlerinin hiçbirinin de bir değeri yok artık. En zenginlerin yaşadığı villalarda da en fakirlerin ömür tükettiği de gecekondularda da aynı mahpusluk yaşanıyor.
- Dünya belki de hiç olmadığı kadar eşitlenmiş durumda. İçine sığamadığımız koca dünyada şimdi kendi evlerimize sığamamanın hayal kırıklığını yaşıyoruz.
Fena hâlde yanıldığımızı, bu iş daha çok uzarsa, maaş alamazsak para kazanamazsak ne yiyeceğimizi, nasıl geçineceğimizi hesap etmenin dışında "neden böyle oldu ki" sorusunun cevabını aramakla da meşgulüz. Enteresan olan bir şey daha var ki bu perte çıkma olasılığı dahi olan hayat otomobilimizi yeniden yürür hâle getirmek yani eski günlerine geri döndürmek için de gaz pedalından ayağını hiç çekmemiş olanlardan medet umuyoruz. Şimdi asıl ve zor soru burada geliyor. Buradan geriye dönmek mümkün mü? Yani eski günler geri gelecek ve biz aynı hızla yol almaya, hiçbir şey olmamış gibi koşturmaya devam edebilecek miyiz?
Bunun cevabını Bilim Kurulu Üyelerimizden biri olan Prof. Dr. Faruk Özlü veriyor:
"Eskisi iyi bir dünya, doğru bir dünya değildi. Çok kırılgan, çok güvensiz bir dünyada yaşıyormuşuz bunu gördük. Düşünün. 3 ay önce Çin'in Wuhan kentinde bir hayvan pazarında bir virüs ortaya çıktı, bugün 8 milyar insan evlerinden çıkamıyor. Hayat durdu, ekonomi durdu. Onun için eskiye dönülecek diye beklemeyelim. Hiçbir şey Kovid'den önceki gibi olmayacak. Bundan sonra kendimizi bu virüsle yaşamaya hazırlamamız gerekiyor. Bu virüs olmasa bile başka virüsler, enfeksiyon yapan ajanlar hayatımızda olmaya devam edecek. Çok kırılgan bir dünya kurmuşuz. 15-20 milyonluk metropoller kurmuşuz. Toplu taşıma araçları, konserler, mitingler, kalabalık caddeler, AVM'leri düşündüğünüz zaman bu dünya sürdürülebilir değil, güvenilir değil. Doğaya baktığımızda da bunun sürdürülebilir olmadığnı görüyoruz. Bugün Trabzon'da penceremi açtığımda gökyüzü masmavi, her yer yemyeşil, ağaçlar çiçek açmıştı. Ben hiçbir zaman bu kadar güzel göremiyordum baharı. Bu kez görebildim. Çünkü biz o güzellikleri maskeliyorduk eksoz dumanı, sanayi atıkları ile havayı doğayı kirletiyor o pırıl pırıl doğayı yaşayamıyorduk. Artık doğaya saygılı, daha güvenilir, daha sürdürebilir bir dünyayı nasıl kurarız bunu düşünmemiz gerekiyor."
Milenyum çağının çılgın bilim yarışındaki netice, galiba en başta söylediğimize çıkıyor. Birileri kabul etmese de ilahi hakikat bir kez daha kendini gösteriyor ve insan aslına rücu ediyor.
"Haydi gel, köyümüze geri dönelim."
Niçin mi?
Yeniden başlamak için azizim!