Sümbülteber
Sümbül’den kaçan olmazmış hiç. Ölüm hatırda tutulsa da ölmekten korkmazmış kimse. Yalnızca bir sendeleyiş ölümün varlığını ima edermiş o kadar. Sonbaharın göğsüne insanı bir anlığına itip geri çekermiş o kadar. Böylece edindiği mülkü mülk edinmezmiş kimse. Başkalarının mülkünü mülk edinmek, edinilen mülkü başkasına bırakmak hayatın yazılmamış kanunuymuş bunu herkes bilirmiş.
Bir kız çocuğu varmış. Çok güzelmiş. Çocuk olduğu için.
Sümbül; kolayca sevmek ve kolayca nefret etmek üzerine kurarmış köprülerini. Müebbetten sayarmış çoğumuzun yaşadığı hayatı. Bir yanıyla sever bir yanıyla budarmış. Bir yanı ah ile çığlık arasında, diğer yanı bağ ile orman arasındaymış. Bir yanıyla iter diğer yanıyla çekermiş. Kendisine bakan insanların yüzünü değiştirmez ama ölçülerini, önem sıralarını, dengelerini değiştirirmiş. En büyük değişimi o durgun süreçte yaşatırmış insana ama sonra eski bir dost gibi çıkıp gelir ve “Hiç değişmemişsin.” dermiş.
Sümbül’de herkes göğsünde içli bir mısra, içli bir dua gezdirirmiş. Acıktım dememeyi, susadım dememeyi, ağrım var dememeyi öğrenirmiş. Bir küçük bakışa sığdırırmış her isteğini, bir bakışta taşırmış.
Sümbül’de ayağı aksayan bir şifanın önünde bulurmuş kendisini. Seyahate çıkan kendi evine varırmış. Kaybolduğunda yitip gitmeyeceğini bilirmiş insanlar. Onun bir yanı ceviz ağacı gibi gerilirmiş uçurumlara, bir yanı dua ile sırt sıvazlarmış. Şimdi git ama sonra gitme, dermiş. Önce gömül ama sonra doğ. Hakikat güneşinin altında kavrul, çünkü yalanın gölgesi kendisini serinletir, ancak bunu unutma. Böyle dermiş. Bu yüzden Sümbül’de herkes göğsünde içli bir mısra, içli bir dua gezdirirmiş. Acıktım dememeyi, susadım dememeyi, ağrım var dememeyi öğrenirmiş. Bir küçük bakışa sığdırırmış her isteğini, bir bakışta taşırmış. Anlayan biri gözlerine bakana kadar, kırpmazmış gözlerini…
Misafirler için ayrılmış terliklerin, yatakların, yastıkların olduğu evlerde kendisi de ev sahibi gibi yaşamayan, bu yüzden hep yorgun olan insanlar varmış Sümbül’de. Gidenlerin mirasını usulca, kalanların emanetini yavaşça sırtlarmış onlar. Bir kelimenin hatırına beklerlermiş uçurumlarda. Yokuşlarda o kelimenin hatırına dolaşırlarmış. Dokundukları o kelime, kokladıkları o kelime, düşerken tutundukları o kelime olurmuş. O kelimeyi unutmazlarmış. Uzaktakiler uzak oldukları için, yakındakiler yakın oldukları için unuturlarmış; o kelimeyi unutmayanların ölçüsü sadece Sümbül’de saklıymış.
Sümbül’den kaçan olmazmış hiç. Ölüm hatırda tutulsa da ölmekten korkmazmış kimse. Yalnızca bir sendeleyiş ölümün varlığını ima edermiş o kadar. Sonbaharın göğsüne insanı bir anlığına itip geri çekermiş o kadar. Böylece edindiği mülkü mülk edinmezmiş kimse. Başkalarının mülkünü mülk edinmek, edinilen mülkü başkasına bırakmak hayatın yazılmamış kanunuymuş bunu herkes bilirmiş. Sadece mülkü nasıl terk ettiğinin cevabı ile ayrılırmış insanlar birbirinden. Kimi emekleyerek gidermiş kimi dikenli çalıdan sökülür gibi, kimi delikleri yamayarak gidermiş, kimi kırılmışı onararak… Kimi bir ağacın kuytusuna yontup kazırmış yüzünü, kimi bir ağacın dalına tutunup hidayete erermiş. “Kırılmamışı kırıp, yırtılmamışı yırtarak, fidanları kırıp tohumları sökerek gidenler bizden değil- AYŞEGÜL GENÇ dir.” derlermiş Sümbül’de.
- Sonra bir gün kız çocuğunu. Başkası değil annesi. Kimsesiz kılmış. Benden bıktın ondan bıkmazsın demiş yabancı adama. Kahkahayla gülmüşler. Sümbül elleriyle başını tutmuş, yerin dibine girmiş o an…
Teber çıkmış gizlendiği yerden. Teber, Sümbül’den daha büyük ama daha kurak bir yermiş. Her duranın kafesi başka her uçanın kafesi başkaymış orada. İnsanların elleri bin bıçakmış. Perdeye saplanan her bıçak bazen ağır bir nefes, bazen şehvetli bir çığlık olur yırtarmış arzı boydan boya. Tek tek evleri yoklarmış, ağzı kanamış, göğsü ağarmış kadınların saçlarını keser üst üste yığarmış. Cılız elleriyle bedenini korumaya çalışan çocukları kurumuş yaprak yığınları gibi bir kenara toplarmış. Teber’de insan, insanı kendi kadar parçaya ayırırmış, tek parça kalsın diye arzular.
Kalbinde bir mıknatısla yaşar, baktıkça görür, bastıkça gömülürmüş insan Teber’de… Kapılar gıcırdayarak açılır yokluğa ritim tutarmış, pencere önüne boş bir saksı ölümü hoş tutmak için konulurmuş, iliği kemiği acıtan kelimeler duvarda bir gedik açsın diye aranırmış… Böylece kirli evler sıfatsız kalmazmış. Maskeler, makyajlar, süsler, ponponlar, sadece gevşemiş suratların etrafına dizilirmiş Teber’de. Maskesi olan yüzleşmeye yanaşmazmış elbette, sadece yüzünden kalbi okunanlar kirli tetikleri afallatırmış. Yine de tabut tabuta, kefen kefene, soysuzluk soysuzluğa eklenirmiş. Zifiri karanlıkta bile seçilirmiş küflü yüzler.
Kıymetli olana dadananlar tüm emekleri boşa çıkarırmış. Teber’den kaçmak isteyenler de olurmuş elbet. Bir çığlık sürüsü gibi gezinirlermiş gökyüzünde.
Teber’den kaçmak isteyenler, kayalardan gelen sesi tanırmış, tohumun sesi midir taşın sesi midir bilirmiş. Tohum mudur ikiye bölünen, taş mıdır bilirmiş. Suyun hareketi taşı aciz bırakır. Yaşayan su mudur taş mıdır bilirmiş. “İnsanın yakıtı taşlardır.” der kitabımız. Günah mı yakar, insanı taş mı bilirmiş. Günahın sıcaklığı taşı aciz bırakınca; taş, taştan aşağıya düşermiş bilirmiş. Her an taşın bir kalpte varlığıyla tanışırmış insanlar burada. Bir taşın taştan beter oluşunu bilen herkes kaçmak istedikçe kendisine hapsolurmuş. Çünkü bilen, bildiği ile ne yapacağını bilemezmiş Teber’de.
Kız çocuğu sümbüle yürümüş sonra. Başını yerin dibine gömen sümbülü toprak yeryüzüne itmiş. İnsan hem güle hem baltaya benzeyen bu çiçeğe sümbülteber demiş. Çünkü dünya ikiyüzlü değildir, insanın kendisidir dünyanın iki yüzü.