Sesin idrakine dair bir ıtırlı teveccüh bahsi
Sesleri kulağında yumuşattı, yumuşatınca yavaşlattı, yavaşlatınca onları parçalara ayırdı, aha dedi, bir çay kaşığı sesi bu, aha dedi, bir koca el bir koca karpuza “şapşap”ladı, sesleri parçalara ayırınca, hem anladı onlar nedir, neredendir ve nedendir hem de anladı şiddeti nedir; damıttı o sesleri zihninde, idrak etti damıtınca, çözüp de bildi damıtıp idrak edince. Bildi sesleri. Hepsinin tek başına ne; birleşince ne dediğini. Nasıl birleşince ne demeye doğru seyredeceğini. Ağrısı dindi.
Bir eski zamandı. Bir çocuk vardı. Boyu ne uzun ne kısaydı. Eni ne ince ne kalındı. Saçı mı, kafasında vardı elbet; ama gür değildi de seyrek de denemezdi. Gözleri güzeldi ama “erkeğin çirkini olmaz” der atalar. Niye olmasınsa... Burnu, eh güzel sayılırdı o da. İricene değildi, şükür fındık kadar da sayılmazdı. Bakışları canlıydı bu çocuğun ama utanırdı da öyle pek bir şeye dik dik bakmazdı. Hem duruşundan belliydi edebi, yüzünden ukalalık akmazdı. Ama bir kusuru vardı bu çocuğun. Sesleri anlamıyordu. Çünkü çok başı ağrıyordu.
Daha doğrusu bu güzel çocuğa hayatında o ana dek tesadüf etmiş kim varsa çocuğun derdinin bu olduğunu zannediyordu. Oysa çocuğun derdi başkaydı. Başkaydı da, çocuk kendi de bilmiyordu derdini. Derdini bilmeyen dermanını nasıl bilsin. Çocuk şu dar-ı dünyaya nasıl geldiyse öyle gideceğini zannediyordu. Oysa şu toparlacık arzda, duyulacak en güzel sesleri dünya durdukça yankılanmaya bırakacak ve öyle gidecekti. Ama öncesinde şunlar olacaktı:
- Çocuk, Buhurizâde lakabına sahip olmadan önce sadece Mustafa’ydı. Bir eski zamanda boyu ne uzun ne kısa, eni ne ince ne kalın, saçı kafasında ne sık ne seyrek, ne cennet güzeli ne cehennem zebanisi Mustafa başının ağrısından iki eliyle kafasını mengene gibi sıkıştırmış, ağlıyordu.
Sahi siz hiç, bir şairi ağlarken gördünüz mü? Çocuğu ağlarken gördüler. Ona sordular; “Neden ağlıyorsun evlat?” Çocuk cevap verdi; “Başım ağrıyor.” Dediler; “Nasıl ağrıyor?” Çocuk dedi; “Başım ağrıyor, öyle ağrıyor ki, sanki başım ağrımıyor, ağrı bana baş olmuş.” Çocuğu hekime götürdüler. Hekim çocuğun gözlerine baktı. Kulaklarına baktı. Böğrüne baktı. Kalbinin atışlarını dinledi. Gönlünün süzülüşünü duymadı. Aklının yırtılışını sezmedi. Dedi; “Üstadlar da baksın.” Üstadlar da baktılar. Üstadlardan birinin bakarken gözü kamaştı. Dedi; “Bu, her göze göre değildir. Nasıl ki her ses her kulağa göre değildir.”
Üstad aldı çocuğu dışarı çıkardı. Bahçede dolaştırdı. Yorulana kadar yürüttü. Yorulunca çocuk uyudu. Dinlenince uyandı. Uyandığında yine bir bahçedeydi ama bu bahçe uyuduğu bahçe değildi. Engin bir deniz uzanıyordu az ötede ve yüksekçe bir yerdeydi denize göre. Ağaçlar vardı her yanında. Yer çimen ve topraktı. Çocuk kaşlarını çattı, kulaklarını kabarttı. Dinledi. Dinledi. Dinledi. Anladı. Anlayınca iyice dinledi. Dinledikçe yine yoruldu ve yine yorulunca yine uyudu.
Derviş usulca sokuldu ve sırrı faş eder gibi mırıldandı; “Ben senin gönlünün süzülüşünü duydum, aklının yırtılışını gördüm evladım. Sana demeyeyim de kime diyeyim.
Uyandığında ilk uyuduğu bahçedeydi. Yanında ihtiyar hekim mi derviş mi kim bilir kim, toprağa serilmiş bir kilime çökmüş kalın bir elyazması kitabı okumaktaydı. “Rüya mı gördün?” dedi hekim, çocuğa. Çocuk cevap vermek yerine; “Sen derviş misin?” diye sordu. Derviş, cevap vermek yerine; “Hakikati mi duydun?” diye sordu. Çocuk cevap vermek yerine; “Sen hep duyduğuna mı uydun?” diye sordu.
Derviş; “Duyduğumu hayra yordum.” dedi. Ama çocuk bilemedi, bu bir cevap mıydı, yoksa yeni bir sorunun henüz dile gelmemiş hâli mi? Bu yüzden hayra mı yoracak şerre mi, bilmeden duyduğunu söylemeye karar verdi. “Benim aklım ereli beri başım ağrır. Benim aklım ereli beri kulaklarım uğuldar. Aklım çatırdar. Neden bilmedim hiç. Az önce rüya mı, gerçek mi bilmem ama bir bahçede sonsuz denize bakarken bir ses duydum, bir uğultu. Kocaman bir yuvarlanış, yüce bir devridaim. Anladım benim kulağımı ve aklımı dolduran, beni ağrıtan bu. Bu nedir Derviş Baba, neyin sesidir bu?”
Derviş usulca sokuldu ve sırrı faş eder gibi mırıldandı; “Ben senin gönlünün süzülüşünü duydum, aklının yırtılışını gördüm evladım. Sana demeyeyim de kime diyeyim. Demiş olayım da, bildiğim bilinsin. Dünya tepesinden hafifçe basık, yuvarlacık bir küredir. Boşluk zannedilen bir mana âleminde asılı durur. Her yere yakınlığı ve uzaklığı ölçülüdür. O ölçüye uygun olarak hem kendi kendine, hem kendinin daha yücesinin çevresinde döner durur. Sen bu dönüşün sesini duyarsın. Bunu sağırlar duymaz. Dönmüyormuş gibi yaşar, zaman yokmuş gibi ömür sürer, ecel yokmuş gibi yol yürür sonra açılan bir çukura tıkılırlar. Ama görünen o ki sen duyarsın. Koca arz ağırdan döner durur, o yüce gürültüsü senin içinde kalır oturur. Ama belli ki sen duyanlardan da başka duyarsın. Öyle duyarsın ki, yerkürenin dönerken çıkardığı ses seni boğar. O hâlde sen o sesi yumuşat. Onu ayır. Onu parçala. Onu damıt. Onu idrak et. Onu çöz. Onu bil. Kulağındaki uğultu sussun, başım diye bildiğin aklındaki ağrı dinsin.”
Çocuk gözlerini kırpıştırdı. Sonra kulak kesildi. Sonra kalktı yürüdü. Çocuk şehre vardı. Çarşıya karıştı. Orta yerde durdu. Her yerden sesler geliyordu. Konuşanlar, bağrışanlar, koşturanlar, çağrışanlar, gülüşenler, ağlaşanlar, her yerden sesler geliyordu. Bu ses, dünyanın dönüşünün o kimsenin duymadığı sesinin üstüne biniyordu. Çocuk delirecek gibi oldu ama direndi, dervişin dediğine uymak için çaba sarf etti. Sesleri kulağında yumuşattı, yumuşatınca yavaşlattı, yavaşlatınca onları parçalara ayırdı, aha dedi, bir çay kaşığı sesi bu, aha dedi, bir koca el bir koca karpuza “şapşap”ladı, sesleri parçalara ayırınca, hem anladı onlar nedir, neredendir ve nedendir hem de anladı şiddeti nedir; damıttı o sesleri zihninde, idrak etti damıtınca, çözüp de bildi damıtıp idrak edince.
Bildi sesleri. Hepsinin tek başına ne; birleşince ne dediğini. Nasıl birleşince ne demeye doğru seyredeceğini. Ağrısı dindi. Buhurizâde lakabına sahip olup da Itri mahlasıyla bilinir hâle gelmeden önce sadece Mustafa adıyla anılan çocuk kaldırdı başını, yürüdü. Gerisini biliyorsunuz.