Şarkı şehir: Harmonis
Şehirleri birbirine bağlayan bu gizli şehir, seyyahların özel haritasındave belleklerinde birleşir birleşir; dünyanın en esrarlı en büyük, en gözalıcı şehrini oluştururlar. Ara Şehir, Şehirler Arası, Araf… Bugüne kadarkendisine pek çok isim verilse de en çok bilinen adını duyunca benidaha iyi anlayacaksın.
Harmonis’in üç şeyi meşhurdur.
İlki şüphesiz, kaya gibi dayanıklı, ipek gibi yumuşak, su gibi saydam Harmonis çeliğidir. Bu metalin yeraltından çıkarılmadığı, Harmonis mahzenlerinde gizli ilimlerin üstadları tarafından üretildiği söylenir. Harmonis çeliğinden yapılan bir kapının aşıldığı, bir kılıcın kırıldığı henüz görülmemiştir. Bu gizli metalin şehrin dışına çıkması yasaktır.
İkincisi, şehrin giriş çıkışlarının sağlandığı kapıyı sıkı sıkıya kontrol eden Bin Gözlü Bekçi Siya’dır. Günün hangi saatinde şehre gelirseniz gelin Bekçi Siya’yı koca kılıcıyla kapının önünde asırlık bir sfenks gibi azametle dikilirken bulursunuz. Dillere destan bilgeliği, cüssesinden, koruduğu kapıdan ve kılıcından bile çok konuşulan bekçinin, yabancılara ilk sorusu hiç değişmez:
“Harmonis dilini konuşabiliyor musun?”
Cevap alamazsa uzun uykusundan uyandırılmış kadim canavarlar gibi gittikçe devleşip korkunçlaşır.
“Bir şehre onun ruhuna aşina olmadan cahilce girmek, sokaklarını kaba adımlarla arşınlamak mı? Ne cüret? Ne kepazelik!”
Çünkü Siya’ya göre kişi -ya da her neyse- Harmonis’i duyup da ziyaret etmediyse, yolda, dili en azından konuşacak kadar öğrenmediyse ya aptaldır ya da kötü niyetli.
“Bir şehre onun ruhuna aşina olmadan cahilce girmek, sokaklarını kaba adımlarla arşınlamak mı? Ne cüret? Ne kepazelik!”
Böyle der. Muhatabının yeterince ezilip büzüldüğüne emin olunca şefkatli bir ses tonuyla ekler;
“Git dostum, git ve şarkılarımızı dinle, Harmonis’in şarkıları bütün cihana yayılmıştır. Esasen yeryüzünde söylenen her şarkıda Harmonis nağmeleri, nabız gibi nezaketle ve derinden çarpar. Ve sakın unutma, dillerin kalbi şarkılarda atar. Dinle, söyle, öğren öyle gel. O zaman şehre girip ‘şarkı’yı duymayı hak edersin.”
Üçüncüsü, “şarkı”dır. Harmonis’i anlatan bütün hikâyeler onun ilk ve tek şarkı şehir olduğundan bahseder. Şehri tam ortasından ikiye ayırarak büyük bir sekiz çizen, etrafı yasemin ve papatyalarla süslü Harmon Yolu, “şarkı”nın duyulduğu tek yerdir.
Şöyle söylenir: “Şarkı yolda söylenir, yolda dinlenir. Çünkü şehrin ve dilin bekçisi odur.”
Şöyle de: “Yolu baştan sona kat etmeyen, şarkıyı bütünüyle duymuş sayılmaz.”
Şöyle de: “Şarkının nağmeleri şehirle öyle bütünleşmiştir ki, Harmonisli yöneticiler şehirde tek bir taşın yerini değiştirmeye bile kıyamazlar.”
- Şöyle de: “Şehri koruyan çelik (Harmonis çeliği) ve ‘şarkı’ aynı maddeden (nağmelerden) yapılmıştır. Çünkü ancak müzik aynı anda hem bu kadar dayanıklı, hem yumuşak hem de saydam olabilir.”
Son olarak şöyle de: “Bin Gözlü Siya’nın ömrü kapıya ve şarkıya bağlıdır. Onlar oldukça Siya da olacaktır.”
Harmonis’i yola düştüğüm ilk günden beri şarkılarda, efsanelerde, kervansaraylarda, seyyahların kendinden sonrakiler için bıraktığı haritalara iliştirilmiş hikâyelerde duyar, okurdum. Ama gidebilmek yıllarımı aldı. Şarkıyı duymak, Harmonis’i görmek için hazır olmadığımı düşünüyordum. Belki öyledir, haklıyımdır belki de kuşları kaderle uçuran Allah, bu garip seyyaha şehri nasip etmek için yeterince hasret çekmesini buyurmuştur. İkisine de amenna!
İşte kapının önünde titriyordum. Siya’nın anlatılanlardan da iri ve neredeyse ürkütücü cüssesi yetmezmiş gibi kuşkulu bakışlarla beni süzmesi karşısında bir anlığına sendelesem de “şarkı” hariç Harmonis’le ilgili her şeyi bildiğim için içeri kolayca girdim. Oyalanmadan Harmon Yolu’na yöneldim. Kalp atışlarımı yavaşlatmaya çalıştım. Şairin söylediği gibi başım eğik dilim kapalı gözler kan çanağı yürüdüm. Şarkının ruhuma dolmasına izin verdim: Mütevazı evlerin uyumlu sesi, görkemli konakların şaşaası, işlek dükkânlardan yükselen ş harfine benzeyen uğultu, sokaklarda gezen seyyar satıcıları, bebek ağlamaları, çocuk cıvıltıları, hastaların inlemeleri, habis bir büyücünün tehlikeli ve gizli sözcükleri, âşıkların umut dolu bakışları, alışveriş yapan insanların pazarlık sesleri, bir kedinin muzır oyunu, ötekinin bir güvercine doğru attığı sinsi bir adım, iri beyaz bir köpeğin tehditkâr havlaması, muhabbet kuşlarının, papağanların takırdayan kelimeleri, demircilerin örs sesleri, terzilerin iğnesini renkli ipliklere geçirişindeki maharet, bir sarrafın elindeki altını dişleyişi, şehrin azılı kabadayısının narası, başka bir tanesinin cilveli bir dilberin ellerine namını bırakışı, at kişnemeleri, sütçü beygirlerinin ıhlaması, gökte ulu bir kartalın avına doğru süzülüşü, uzaklarda bir kurdun yelesini dalgalandıran rüzgârın sesi, yolunu kaybetmiş denizi arayan bir martı, sürüsünden ayrılmış yüksek bir binanın tepesine konuşlanmış bir leylek, geceleri puhlayan gamlı bir baykuş…
Şehir istisnasız bütün sesleriyle derin ve eşsiz şarkısını söylüyordu. Attığım her adımda bir piyanonun tuşları üzerinde geziyormuş gibiydim.
Kadim notalarla döşenmiş bir yoldaydım. Dünyanın bütün şarkılarını, bütün şehirlerini tek bir şehirde ve tek bir şarkıda… Düşünmeyi bırakıp sese, yola, müziğe bıraktım kendimi. Bütün yüklerimi sırtımdan atıp kendimi şehre doğru terk ettim.
Yürüyüşüm birkaç gün sürdü. Başladığım noktaya geri döndüğümde şarkı tamamlanmıştı.
Şehirle sırdaştık artık. Yolun sonunda Siya beni bekliyordu. Hafifçe gülümseyerek. Yol, şehir, Siya, ben ve şarkı. Sırdaştık ve aramızda ikinci yoktu. Müzik hangisiydi, şarkı kimdi, kapı kim, bekçi hangimiz? Sana Harmonis’ten ve şarkıdan daha fazla bahsederdim ama insan kendine dışarıdan ne kadar bakabilir ki? Ben yolum, Harmonis Siya, Siya çelik nağmeler… Biz tek bir şarkıyız.