Salonda ideolojilere yer yoktur!

Gece uyumadan önce tüm makyajlar silinir. Görüntü, olması gerektiği şekliyle değil, olduğu şekliyle kalıcıdır. Ve öyle güzeldir aslında.
Gece uyumadan önce tüm makyajlar silinir. Görüntü, olması gerektiği şekliyle değil, olduğu şekliyle kalıcıdır. Ve öyle güzeldir aslında.

O sürüp giderken, insan yalnızca ‘insan’dır. Siyasal yönelimler, sınıfsal bilinçler ve ideolojik tutumlar onun içinde değildir. Yanında olabilir, etrafında bulunabilir ama içinde değildir. Yorgun ya da dinç, zengin ya da fakir akşam evine dönen baba, başka tanımların ihtiyaç duyduğu bir izah değil, sadece ve sadece ‘evine dönen baba’dır.

“Evinizde Türkçe hiçbir şey kalmamıştı. Bana anlayış gösterecek yerde büfeyi gösterdin.”

Oğuz Atay

Çoktandır yazıya giriş için bir kulp arıyordum. Oğuz Atay işe yarar bir şey verdi sonunda. Bu yazıyı okura uzatma konusunda bir basamak bulmak istiyordum. Buldum. Üstelik Oğuz Atay’ın yerinden değil, seslendiği yerden konuşarak. Bağlamı farklı olsa da bu yazının muhatabına ‘anlayış’ değil, ‘büfe’yi göstermek niyetindeyim. Çünkü aradığımız şey de o ‘büfe’de, kaybettiğimiz halde bulamayacağımız şey de… Çünkü hiç nazar etmediğimiz ve üzerine hiç düşünmediğimiz şeydir o ‘büfe.’ O önemsiz detay, bize bir sürü şey söyleyecektir nihayetinde. Mesele Fransızca değil; Türkçe. Dilbilimi değil; düşünce. Çünkü o ‘büfe’, gündelik hayatın içinde gerçeğin kendisini, şeffaf camının arkasından bize bütün çıplaklığıyla gösterecektir. Nazar yeter.

Bağlamı farklı olsa da bu yazının muhatabına ‘anlayış’ değil, ‘büfe’yi göstermek niyetindeyim. Çünkü aradığımız şey de o ‘büfe’de, kaybettiğimiz halde bulamayacağımız şey de…


Gündelik hayat; insan aklının ve nefsinin ortak makulüdür. O sürüp giderken, insan yalnızca ‘insan’dır. Siyasal yönelimler, sınıfsal bilinçler ve ideolojik tutumlar onun içinde değildir. Yanında olabilir, etrafında bulunabilir ama içinde değildir. Yorgun ya da dinç, zengin ya da fakir akşam evine dönen baba, başka tanımların ihtiyaç duyduğu bir izah değil, sadece ve sadece ‘evine dönen baba’dır. Çocuğunun okuldan dönmesini bekleyen anne, sadece o ‘anne’dir, başka bir şey değil. Her ikisi de sanayi toplumunun öğesi, kapitalizmin konusu ve endüstriyel reklamın öznesi olabilir. Dini ya da ideolojik fanatizmin vaizi de olabilirler. Ama ‘her an’ değil. Ve elbette evde değil. Bunu beklemek, reklam modellerinin, reklamlarında oynadıkları markalara sadakat göstermelerini beklemek gibidir. Olmayacaktır. Ve yersizdir.

Gündelik hayat; insan aklının ve nefsinin ortak makulüdür. İnsan büyük oranda sadece orada kalıplardan, sıfatlardan ve yargılardan azade yaşayıp gidebilir. Net ve sert bir gerçeklik zemininden söz ediyoruz burada. Aklı ile nefsinin ortak bir sürdürülebilirlik noktasında buluştuğu yer ‘gerçek hayat’tır. Küçük sapmalar dışında orada ideolojilere yer vermiyor aslında. Taktığı rozetler, giydiği elbiseler, olmak istediği gibi olmaya çalıştığı fotoğraflar, ‘her an’ için değil sadece ‘o an’ içindir ve insan bunu bilir. Üzgünse üzgündür ve sadece deklanşöre basılırken gülecektir. Kendilerinden beklenen ya da kendilerine yüklenen ideolojik cemaat taleplerini, sadece ‘o an’ için kullanıma sokarlar. ‘Her an’ için değil. Çünkü bu sürdürülemez. Ve gerçek, gerçekte bu kadar sıkıcı değildir.

Gündelik hayat pratikleri, gerçekte olanın en net göstergesidir. Özellikle ‘başka’sıyla karşılaşmadığı sürece makyajsızdır; arı, duru bir kendiliğindenlik içerir. Ambalajsızdır; sunuma ihtiyaç duyulmadığı için parlatılmaya da ihtiyaç duymayacak bir sahicilik içindedir. Üstelik bu sahicilik, ‘sahici olmak’ çabasında bir zorunluluk içermez. Bu yüzden kendiliğindendir. Olması gerektiği ‘için’ ve ‘kadar’ olmaktadır. Hepsi bu. Gece uyumadan önce tüm makyajlar silinir. Görüntü, olması gerektiği şekliyle değil, olduğu şekliyle kalıcıdır. Ve öyle güzeldir aslında.

Herkes akşam evine dönünce, görülürken giydiği tüm kıyafetleri ve rozetleri çıkarıp ‘pijama’sını giyiyor.
Herkes akşam evine dönünce, görülürken giydiği tüm kıyafetleri ve rozetleri çıkarıp ‘pijama’sını giyiyor.

Türkiye’de kamplaşmanın, kutuplaşmanın, ideolojik tartışmaların, dini ya da siyasi ayrışmaların gölgesinde bir hayat sürdüğümüze dair yaygın bir kabul var. En az iki ana kampın arasında, gerilimi yüksek uzlaşılmaz bir sorunlar yumağı olduğu söyleniyor. Dediklerine göre yönelimlerimiz oldukça farklı ve dünyayı yorumladığımız yerler birbirlerinden oldukça uzak.

  • Kamplardan biri estetik duyuş ve kültürel seviye olarak diğerinden oldukça yüksek bir yerde duruyor. Öbürünün zevkleri bayağı ve estetik lezzetten yoksun. Tartışma Mozart dinlemekle Hüseyin Kâğıt dinlemek arasında bir yerde dönüyor. Söylediklerine göre hatlar bu kadar keskin ve uçurum birleştirilemeyecek kadar derin. Kabuller bunlar.

Ama göstergelerini kimse tayin etmiyor. Etmeye de yanaşmıyor. Sağlamasının nerede olduğu kimsenin durup da sormayı akıl ettiği bir şey değil. Çünkü tüm bunlar sadece ve sadece ‘deklanşöre basılırken’ oluyor.

Demokratikleşmenin son istasyonu kitle iletişim araçları, ‘aslında ne olduğu’ndan başka ‘aslında ne olması gerektiği’nin vaazını tekrar eden fanatik vaizlere dönüştürdü bugünün insanını. Bağırarak konuşan ama bunu ‘her an’ değil, sadece ‘o an’larda yapan sahtekâr birer vaize… İnsan, fanatik bir vaize dönüştüğü ‘o an’larda iletişim araçlarında yahut kamusal sahalarda yahut ‘deklanşör’ün olduğu yerlerde, nasıl görülmesi gerektiğine ve giderek başkasının nasıl görünmesi gerektiğine karar verecek yere çıkarıyor kendisini. Twitter’da veya İnstagram’da ya da Facebook’ta üzerine istediği kıyafeti giyebiliyor olması, sadece demokrasinin kitleselleşmesi açısından kutsal değildir, vaizi olduğu din açısından da kutsaldır. Fakat son tahlilde ışıkların ve kameraların olmadığı yerde herkes akşam evine dönünce, görülürken giydiği tüm kıyafetleri ve rozetleri çıkarıp ‘pijama’sını giyiyor. Seküler diye tanımlananlar da yobaz diye işaretlenenler de… Çünkü kimse, pijamasını giyerken ideolojiye ihtiyaç duymaz.

Gündelik hayatın tamamen kişisel tercihler eliyle organize edilen safhasına ev sahipliği yapan ‘ev’ fikri, hem gündelik hayatın hem de gündelik hayat pratiklerinin “ne için, nasıl ve neyden” hareketle inşa edildiğinin göstergesidir. Bakanlar için bir hesap cetveli. Gündelik hayatın en gösterişsiz ve kendiliğinden sürdürülebildiği yegâne mekân olarak ev, hem zihinsel yönelimlerimiz konusunda -gerçekte- olan biten her şeyi bütün açıklığıyla ele verecek bir anlayış alanıdır; hem de iyi okunursa elde edilecek verilerin muhasebeleştirilmesinde insana yardımcı olacak bir özeleştiri coğrafyasıdır.

Gündelik hayatın en gösterişsiz ve kendiliğinden sürdürülebildiği yegâne mekân olarak ev, zihinsel yönelimlerimiz konusunda olan biten her şeyi bütün açıklığıyla ele verecek bir anlayış alanıdır.


‘Gösteri’nin matematiği ile ‘insan ihtiyarı’nın kendiliğinden çalıştığı matematik arasında bir yerde duruyoruz. Ayırdına varmamız gereken yer tam da burası. Duvardan duvara perde fikri ile sadece camı kapatan perde fikri arasında durup, boş duvarı perdeyle örtmenin estetik tartışmasını yapmadan iki tercihten herhangi birinde bulunanların hangi ezberleri hangi haklılıkla yaptığını konuşmayalım peki. Ama gündelik hayat pratiklerinin, insanlar arasında ‘dünya tasavvuru’ açısından bir farklılık gerçekten varsa bunun asıl göstergesi olduğunun altını çizelim.

O, klişe yer sofrası ile masada yemek arasındaki farktan söz etmiyoruz. Sağcı, solcu, seküler, dindar, laikçi, yobaz ya da bir diğeri tarafından her nasıl tanımlanıyorsa… Burada ve bunlar arasında gerçekten ‘gerçek’ bir farklılık olup olmadığının en net göstergesini gündelik hayat pratikleri bize verecektir. Türkiye’de sağcıların salonları ile solcuların salonları arasında bir fark var mı diye soruyoruz aslında. O koltukla o televizyonun muhteşem uyumundaki ‘ince zevki’ görmekten söz ediyorum. Başkasının parmağını ödünç alıp, diğerine parmak sallamaya gerek yok yani. Birbirimizin aynısıyız gerçekte.

‘Ev’ fikri, hem gündelik hayatın hem de gündelik hayat pratiklerinin “ne için, nasıl ve neyden” hareketle inşa edildiğinin göstergesidir.
‘Ev’ fikri, hem gündelik hayatın hem de gündelik hayat pratiklerinin “ne için, nasıl ve neyden” hareketle inşa edildiğinin göstergesidir.

Salonda ideolojilere yer yoktur, diyoruz. Çünkü insan, başkasınca görülmek endişesi duymadığı ve başkasına bir şey göstermek hevesinde olmadığı yegâne yaşam alanı olarak ‘ev’ine, o fanatik vaiz cübbesini çıkararak girer. Diğer türlüsü sürdürülemez. O vaiz cübbesinin çıkarıldığı yerde, birbirine tıpatıp benzeyen bir vasattan söz etmek zorunda kalırız. Sağlamasını, inşa ettiğimiz yaşam alanlarında görmek mümkün. Çünkü mimari, tüm somutluğuyla en açık okuma yapabileceğimiz sahadır. Bu da elimize şu sonucu veriyor haliyle; Türkiye, olması ve sürdürülmesi planlanmış, oldukça fazla sayıda gönüllü vaizi olan sahte bir kamplaşma ve ideolojik tartışma yaşıyor. Muş gibi yapılıyor.

Gerçek talepleri ya da endişeleri açısından aslında birbirlerinden hiç de farkı olmayan insanların, sadece taktıkları rozetler dolayısıyla aldıkları rollere coşkuyla katıldıklarını görüyoruz. Rolüne kesin bir iman gösterenler, maskesini taktıkları ideolojinin fanatiği oluyorlar sadece. Fark bu.

Gerçek bir ayrım ya da gerçek bir farklılıktan söz edeceksek eğer, hakiki anlamda ‘farklı’ eşya/dünya tasavvurlarından söz etmemiz gerekir. Bundan söz edemiyoruz. ‘Gösteri’nin yalnızca ve yalnızca ‘gösteri’ için var edildiğinden, gösterinin bir anlığına durdurulduğu bir röntgende her şeyin ve herkesin birbirine benzediğinden yani…

  • Debord’a kulak verelim: “Gösteri, bizzat kendisi için gelişen iktisattan başka bir şey değildir” diyor.

Doğru. Çünkü gösteri bütün ‘diğer’ var olanlar adına konuşan uzmanlaşmış bir etkinliktir. Guy Debord’a yanıldığını söyleyebileceğimiz yegâne yer var: bir fikir olarak ‘ev.’ Ama Debord, farkında olmadan doğruyu söylüyor. Çünkü bağlamı farklı olsa da Debord’u haklı çıkaran yegâne yer de ‘yine’ bir fikir olarak ‘ev’dir. Hikâye giriş’te başlıyor, salonda sona eriyor yani. Ama bu salon kimin, bakmak lazım.