Reddedebildiğin kadar özgürsün!
Kişinin gücü maddi zenginlikte değil, yüksek hedefler geliştirip uğruna savaşmasındadır. Bazen elde etmekte, savaşı kazanmakta, sonuç almakta değildir hürriyet; reddetmektedir. Asıl savaş reddetmeyi başarmaktadır. Kişi reddedebildiği ölçüde güçlü, iktidar ve özgür olur!
Güçlü ile zayıf, fakir ile zengin, köle ile efendi, özgür ile tutsak arasındaki karşıtlıklar kadar yakınlıklar o derece güçlü ve büyüktür ki birbirlerine geçişkenliklerini takip edebilmek için her iki varlığın, kavramın tarihini bilmek gerekir.
Zenginin aynı zamanda özgür-efendi-güçlü, fakirin ise zayıf-köle-tutsak olduğuna dair ön yargılar hâkim. Kimine göre efendinin zengin kalmak için paraya tutsaklık etmesi gerekirken, köle hiçliğin özgürlüğüne “sahip”tir! Güçlünün yalıtılmış hayatı onu korunaksız kıldığı, tehlikelere açık hâle getirdiği için aslında o hayli zayıf ve korkularının kölesidir. Pek çok fakir “arkasızlık”tan ve “kaybedecek bir şeyi” bulunmadığından dolayı cevval, gözü karadır ve bu mecburiyet onları güçlü kılar.
Hâlbuki en çok talebi, boyun bükmeyi, ezilmeyi gücü elinde tutanlar gerçekleştirir! Güce ulaşmak için olmadık şeyleri yapanlardan daha köleleri, zirvede tutunmak için her şeyi yapanlar, kendilerini inkâr edenlerdir!
Bu kavramların hepsine çok boyutlu bakmak gerekir. Zamana, duruma, mekâna, iktidarın yönüne bağlı biçimde zayıflık, güçlülük, zenginlik, özgürlük değişir. Kendisinden talep edilen ve ricacı olunan bir merci olmak, gücün ve özgürlüğün göstergelerinden sayılıyor. Sanki zenginler yahut erk sahipleri talep etmezmiş gibi… Hâlbuki en çok talebi, boyun bükmeyi, ezilmeyi gücü elinde tutanlar gerçekleştirir! Güce ulaşmak için olmadık şeyleri yapanlardan daha köleleri, zirvede tutunmak için her şeyi yapanlar, kendilerini inkâr edenlerdir! Zayıfların yanında özgür, güçlü, zengin duranlar, daha üst seviyedekilerin yanında tartışmasız sünepe ve zavallı görünebilir!
Özgürlük mutmain olduğundadır!
İnsanların kendilerinden talepte bulunmalarını “özgürlük” ve “güç” dilemmasıyla açıklayanların, eninde sonunda güç kibrinin altında köleleşeceklerini anlamak gerek. Bu açıdan kişiye özgür ve güçlü olduğunu öteki hissettirir; zayıfların ve kişiliksizlerin güç tapınması tam bir tuzağa da dönüşebilir. Nietzsche’nin “güçlüleri zayıflardan koruma” duyarlılığı aslında soylu ve yüce ruhların korunmasına yönelik bir talep; değişimi, dönüşümü, yenilenmeyi yapacak öncü karakterleri sığlarla karşılaştırınca dejenerasyon büyüyor. Belki de özgürlük de güç de işte bu dejenerasyonda, yabancılaşmada, kendilik kaçkınlığında gizli… Özgürlüğün kamusallığı ile insanın kendi kendine tutsaklığını kabul ettirmesi belki de özgürlük arayışının temelini oluşturur. Rousseau insanın özgürlüğünden vazgeçmesinin onurundan, insanlık haklarından, ödevlerinden vazgeçmesi manasına geldiğini belirtirken çok formel bir hürriyet anlayışı geliştirir.
- Belki zorlamalardan arınmanın, mecburiyetleri ortadan kaldırmanın, kendini yükümlü hissetme baskısını izale etmenin özgürlüğe açılan bir tarafı var. Bu manada hürriyete kavuşmak aynı zamanda “mutmain olduğuna” yönelme demek.
Kişinin sevdiği, huzur duyduğu, mutmain olduğu bir iş, ortam, evlilik ve bir devlet onu özgür hissettirmeye yeterli. Varoluşsal güvenlik alanını ihata etmek hürriyete açılan birincil kapılardan. Huzurun, güvenin, kaygı düşürücü ortamın özgürlükteki yeri çok daha etkili ve büyük. Mutmain bir kalp her türlü ıstırabı küçümseyebilir, aşağılayabilir…
Kalbi mutmain bireyin özgürlük ve güç dengesi sağlam olur. İster zengin ister fakir, ister sıradan ister aristokrat ve güçlü olsun, özgürlük mutmain bir kalp, duru bir dimağ, saf bir beyinle mümkündür. Varoluşsal emniyeti sağlayan bireyin tutsaklık kaygısı en aza iner. O da ister istemez gündelik hayat organizasyonundaki kişisel yetkeyle ilgili… Yani günlük iaşesini temin, kimseye muhtaç olmama, desteksiz varoluş… Emniyet bu manada özgürlüğün başlangıcıdır.
Özgürlük - iktidar dengesi
Özgürlük hususunda insanlar genellikle “büyük anlatılar” peşinde koşar… Metafizik boyutlarıyla özgürlük alanına girdiğinde kişi ister istemez güç devşirmeye, metafizik bağlantıları işletmeye geçiyor. Hâliyle özgürlüğü ararken kişi kendini bir anda “güç istenci”, hıncı ve azmiyle baş başa kalabiliyor. Dünya hayatında güç arayışı büyük bağlılıklar, bağlantılar, bağlanmalar gerektiriyor, bu yüzden iktidarla hürriyetin iç içe giren ilişki ağları var. Özgürlüğü illa siyasi iktidar, devlet, polis, asker gibi güvenlik bürokrasisi ya da patronluk müessesesiyle eşitleme ihtiyacı hissediyor insanlar… Ne kadar büyük, ulaşılmaz üst anlatılar ve güçler var ki özgür olamıyoruz, diyebilmek için belki de. Foucault’nun “İktidar her yerde.” genellemesiyle, minimalize, tikel iktidar alanlarında kaçırılmaya çalışılan hayatlar elbette var. Hâlbuki bazen maddi olana sahiplik bazen maddenin tahakkümünden azâdelik özgürlüğü getirebilir.
Dövüş Kulubü filminin müthiş repliklerinden biridir, “Sahip oldukların sonunda sana sahip oluyor”… Ağa katılım yani ister simgesel düzen ister bir tüketim toplumu, popüler kültür, sıradan devlet mekanizması ya da internet ağıyla yapılabilen her tür simülasyonlar, sosyal medyalar, kendini ifade biçimleri eninde sonunda verili özgürlüğü mutlak tutsaklığa çeviriyor! Meselenin bir başka yönü, insanın iyi kötü bir arabasının olması aynı zamanda toplu taşımaya “mahkûmiyeti” ortadan kaldırabilmesinde yatıyor. İnsan zahiren özgür olsa bile hakikatte mecburdur. “Ağ”, simgesel düzen bu mecburiyeti doğurur. Kapitalist iktisadi düzende kredi kartı bir yönüyle özgürlüğü öteki tarafıyla tutsaklığı getirir; insanın parası bittiğinde kredi kartına başvurup birisinden para isteme mecburiyetinden kurtulması özgürlüğü; ama sürekli kartla alışveriş, bağımlılığı yani esareti getirir. Buna beş on yıllık kredileri de ekleyebiliriz; böylece siyasal durumun devam etmesi, kriz gelmemesi için duacı oluruz. Ağ-lar, her türlü ilişki biçimleri, dünya-lar, tikel iktidarlar, sistemin rıza imaline dayalı hegemonya tarzı şiddetsiz teslimiyeti, gönüllü köleliği doğurur.
İster zengin ister fakir, ister sıradan ister aristokrat ve güçlü olsun, özgürlük mutmain bir kalp, duru bir dimağ, saf bir beyinle mümkündür.
Arzulamak özgürlük mü?
Özgürlük yasa ile verilmez, yasanın varlığı zaten bir “bağ”ı açıklar. Yasanın sağladığı özgürlük alanı hakları ifade eder, kişi haklarını bilerek, onları kullanarak, “yasanın uygulanmasını isteyerek” özgürlüğünü kullanır. Bu tabii verili özgürlüğü anlatır, tercih yapma hürriyetini. Fichte’nin vurgusu mesela yasayı aşkın bir özgürlük değil belki bu düzeneğin içinde “kendini her zaman istemede gösterebilme” benliğidir. Çünkü özbilinç, şuur ve irade insana özgüdür, kendi bilincinde olan, şuuruna vakıf, benliğini bir hâlden başka bir hâle geçirebilen, değiştirebilen, tevbe edebilen, eskiyi gömebilen, yeni başlangıçlar yapabilen yalnızca insandır. Bu açıdan özgürlüğe açılmak da tutsaklığa kaçmak da insanın elinde. Özgürlük insanın özbilincini kullanabilmesini anlatır. Bu yargıya ekleme yapmak isteyenler, Hegel mesela, özgürlüğü tinsel değerlerin farkındalığı biçiminde genişletir. Kişinin tinselliği, mistik boyutu, onu geniş manzarada içe bakış yapmaya, dünyada olup bitenleri izlemeye yönlendirir.
Özgürlük insanın özbilincini kullanabilmesini anlatır. Bu yargıya ekleme yapmak isteyenler, Hegel mesela, özgürlüğü tinsel değerlerin farkındalığı biçiminde genişletir.
Sonuçta bilincinin farkında olmak kişinin “yaratıcı”sının, kendisinin, dünyasının farkında olması sonucunu doğurur. Elbette bu, zihni kölelerden müteşekkil bir devlet ve toplum için reddedilmesi gereken bir gerçek. Hegel kadar Rousseau da insanların özgür olmaya zorlanması gerektiğini belirtir. Yani tinsel değerlerini keşfetmelerini, içe bakış atmalarını, kendilik sınırlarına vakıf olmayı… Özbilinci kullanmayanın Alman idealizmi bakımından bir insani değeri olamaz. Özbilincini kullanan eyleme geçer. Post-modernlerin ya da iktidara eklemlendiği sürece her bireyin “arzulamaktan korkmaması” telkini, irade, eylem, bilinç farkındalığının bir başka yansıması. Arzudan korkmamak arzuyu bastırmaktan evladır! Arzuları ve tutkuları bastırılanların özgürlüğünü tamamen elden çıkarması modern dünyada sık karşılaşılan bir durum; böylece tutkularını tatmin edemeyenlerin iradelerini, bilinçlerini yani akletmeye dayalı eylemliliklerini bir başka güç devralır.
Kapitalizm bu anlamda gayet mahir! Kant’ın “Yapabilirsin çünkü yapmalısın” formülü, özgürlüğe kapı açmaya matuftur. Modernite Kilise karşısında özgürleşen yani özbilincini kullanan, tinsel değerlerine müracaat edip kendi aklına güvenen bireyler istediği için özgür olmaya zorlanması kişinin aynı zamanda kapitalist düzeneğe yaklaşmasını getirir. Bir özgürlük alanından bir başka özgürlük sahasına, bir tutsaklıktan bir başka esarete geçiş! Burada hemen devreye yapma, yapabilme giriyor. Kişioğlu eyleme iradesini engelleyen bağlara bakmalı, özgürlük tam da orada! Çoluk çocuk, işsiz kalma korkusu yahut “ölüm kalım savaşı”…
- Savaşın bizatihi kendisi özgürlüğü yok eder; var olmak ya da yok olmak kaygısı, mücadelesini verme hep bir başkasıyla varolmayı gerektirir. Savaş tek başına yürütülmez; bir otorite, dayanışma, aynı siperde yer almayı gerektirir.
Savaşmanın kendisi özgürlüğü belirler ama aynı zamanda kişiyi kendi özbilincinden alıkoyar. Hem savaşmaya yönlendirmek için özbilinci, özgürlüğü kullanmaya icbar etme hem savaşmanın kişiyi anlık hürriyetten alıkoyması kendi içinde çelişkiyi çoğaltır. Daha büyük özgürlükler, milletlerin geleceği için kendi özgürlüğünden feragat etme de esasında hür bireyin varlığına dalalet eder.
Bu yüzden bankadaki paradan, evinden, arabandan sadır olmayan özgürlük hissi yüksek bir amaç için savaşmakla kazanılabilir. Kişinin gücü maddi zenginlikte değil, yüksek hedefler geliştirip uğruna savaşmasındadır. Bazen elde etmekte, savaşı kazanmakta, sonuç almakta değildir hürriyet; reddetmektedir. Asıl savaş reddetmeyi başarmaktadır. Kişi reddedebildiği ölçüde güçlü, iktidar ve özgür olur!