Cihanı sat, dünyaya yatır!

Cihanı sat, dünyaya yatır! ​
Cihanı sat, dünyaya yatır! ​

Dünya sisteminin oyuncağı haline gelen her bir Müslüman, İslam’a bir ihanet vesikasıdır. Türkiye’de batılılaşma dediğimiz modernlik hamlesi boyunca pek çok grup, parti, birey, ulema, aydın dünya sisteminin çarklarını yağladı, tamir etti, dişlilerinden biri oldu; pek çoğu da o dişlilerin arasında öğütüldü gitti.

Kim ki Türkiye’de yaşıyorsa, Müslümansa, ehlisünnet taifesinden sağlam bir mücadele ruhunu yaşatıyorsa ayrıcalıklı bir yere sahiptir, dünyada gözler onun üzerindedir, tehlikelidir, üzerine yatırım yapmaya gelmez riskler ihtiva ediyordur.

Dünya sisteminin oyuncağı haline gelen her bir Müslüman, İslam’a bir ihanet vesikasıdır. Türkiye’de batılılaşma dediğimiz modernlik hamlesi boyunca pek çok grup, parti, birey, ulema, aydın dünya sisteminin çarklarını yağladı, tamir etti, dişlilerinden biri oldu; pek çoğu da o dişlilerin arasında öğütüldü gitti.

Sistemin şalterini indirelim!

Türkiye var oldukça, bir Türk gerçeği hükmünü sürdürüyorsa kapitalist dünya sisteminin ipini çekebilecek “ihtimali” gün gün, ay ay, yıl yıl, asır asır büyütüyor demektir.

Türkiye’de Müslümanlar yıllarca batı karşıtlığını yükseltti, küfrü küfür olarak görme sadeliğine, inceliğine sahip oldu, İslami olanı talep etmede gözünü budaktan ayırmadı; haliyle düşmanı çok, dostu da az oldu.

Sanılmasın ki küfrün düzeni ilelebet devam eder; dünya sisteminin de bir “ana şalteri” mutlaka var, o şalteri, bu topraklardan çıkanlar, Müslümanlar, ehlisünnet hususen kâfire karşı gözünü budaktan sakınmayan Türk varlığı indirecek.

Yeter ki şalter inme merakımız olsun!

Var mı? Ben kısa vadede umutsuzum; hâlâ İslami mücadelenin “şalterleri kaldırmakla” mümkün olduğunu savunan Müslümanların ağırlığı altında yaşıyoruz. Hala gâvurun elektriğiyle, enerjisiyle verilen mücadelenin bereket sağlayacağını, okuduğumuz Kur’an’ın, kılacağımız namazın, çekeceğimiz zikrin topyekûn kurtuluşumuza vesile olacağını iddia ediyoruz. Kur’an’ı asrın idrakine söyleteceğimizi savunuyoruz. Olmuyor işte! Olmuyor çünkü hayatı Müslümanca düşünüp, sekülerce yaşayıp, laikçe savunarak idame ettireceğimizi itikadi mesele olarak görüyoruz. Gündelik hayatımızı İslami kılmanın yollarını kendi sorumluluğumuzdan alıp bir cemaate, tarikata, gruba attığımız müddetçe İslami mücadele vermiş sayılmayacağız.

Piyasanın kurallarına göre iş yapıp Müslümanca yaşamanın erdemine, şerefine, namusuna talip ve dahi layık da olamayacağız. “Piyasa şartları” içinde ticaret yaparken, ezan okununca arka tarafa geçip namaz kılınca, hayatı İslamileştiremeyeceğiz. Siyasette gözü pek, aşırı dindar, tarikat ve cemaat fanatiği kimliğiyle beraber, riya, menfaat, bencillik, kariyerizm ve yalan ile anılan Müslümanların sayısı gün geçtikçe artıyor.

Dükkânına daha fazla müşteri, postuna daha çok talib, kariyerine çok daha fazla ün ekledikçe tarikat ve cemaat üyeliği değerli hale gelen kişilerin sayısı her geçen gün artıyor.

Türkiye’de Müslümanlar yıllarca batı karşıtlığını yükseltti, küfrü küfür olarak görme sadeliğine, inceliğine sahip oldu, İslami olanı talep etmede gözünü budaktan ayırmadı; haliyle düşmanı çok, dostu da az oldu.

Zaten Müslümanın Müslümandan başka dostunun olmayacağı gerçeğiyle yaşayan bizler İslam’a en büyük kötülüğü Müslümanların yaptığını tekrar edenlerden olduk. Türkiye, gayri İslami hayatın karşısında durabilecek güç olma potansiyelini hala barındırıyor fakat bu enerji, ihtimal gün geçtikçe zafer taklarının altından geçmenin verdiği hazla hovardaca heba ediliyor. Hayatı İslami kılacak, gündelik hayatı İslami umdelerle anlamlandıracak ihtimaller büyük oranda tarikat ve cemaatler eliyle berhava ediliyor. Ne mükemmel bir çelişki; ne kusursuz bir intihar; ne şanlı bir çöküş...

Esasında tasavvuf çok farklı boydan, ırktan, obadan Müslümanı Anadolu’da millet kılmayı başarabilen en önemli amildir.
Esasında tasavvuf çok farklı boydan, ırktan, obadan Müslümanı Anadolu’da millet kılmayı başarabilen en önemli amildir.

Toprağı vatan, bireyi millet kılan tasavvuf

Anadolu’nun İslamlaşması, Balkanların İslamlaşması büyük oranda kolonizatör Türk dervişlerinin marifetiyle gerçekleşti. Anadolu fetih, imar ve inşa edilirken tasavvuf, tarikatlar hayati bir rol oynadı. Tasavvufun bilindiğinin aksine gayri Müslimlerin Müslüman edilmesiyle ilgisi son derece kısıtlıdır. Esasında tasavvuf çok farklı boydan, ırktan, obadan Müslümanı Anadolu’da millet kılmayı başarabilen en önemli amildir.

Tasavvuf Anadolu gibi mümbit topraklara hücum eden kitlelerin kendi kişisel hırslarını, şahsi ikbal ve hesaplarını, mensubu oldukları boyu yüceltme gayretlerini kırarak millet hayatına dâhil etmeyi başardı.

Önce biz, önce milletimiz, önce dinimiz demeyi tasavvufun önce gönülleri fethetme ilkesiyle sağladık.

Yunus Emre’nin şiirleri Anadolu’nun İslamlaşması sürecini en iyi anlatan, millet olmayı, müşterek hislerle hareket edebilmeyi, kişisel, nefsani her türlü isteği millet iradesinde eritebilmeyi mükemmelen anlatır. Yunus şiirlerinde gönül yapmaktan da bahseder, gönül yıkınca kıldığın namazın namaz olmadığından da, namaz kılmadan Müslüman olmanın imkânsızlığından da komplekse düşmeden, çekinmeden, hakkı örtmeden açıkça yazar. Tasavvuf, nefsani, maddi her türlü değer karşısında geri durabilme iradesi bize bir vatan, bir millet; Türkiye ve Türk milleti hediye etti.

  • Kuru idik yaş olduk
  • Kanatlandık kuş olduk
  • Birbirimize eş olduk
  • Uçtuk elhamdülillah
  • ***
  • İndik Rum’u kışladık
  • Çok hayır, şer işledik
  • ***
  • Dirildik pınar olduk
  • İrkildik ırmak olduk
  • Artık denize dolduk
  • Taştık elhamdülillah

Kişisel iddiaların şeytani, millet olma azminin Rahmani olduğunu öğütleyen bir tasavvuf geleneğimiz var.

Bize tasavvuf diye, tarikat diye yalnızca uyuşukluk, tembellik, beleşçilik, miskinlik olduğunu söyleyen modernistler bu kelimelerin hepsinin içlerini boşaltarak bizi biz yapan değerleri elimizden aldı. Modern dönemde yepyeni tasavvuf ve tarikat yorumları çıktı, çıkıyor, çıkacak. Fakat modern tarikat ekollerinden bugün çok daha etkili olanları seküler metodları “çağın şartları”, “zamanın getirisi” diyerek Müslümanların içine yerleştirdi.

Oysa tasavvuf bizi millet, bizi büyük, bizi iddia sahibi yaptı; haddini bilmeyi öğütleyerek, maddenin arkasında pineklemeyi günah sayarak, en pejmürde, en amiyane duyguların insan olmamızı engellediğini bildirerek yaptı...

Tarikatların fonksiyonları

Klasik dönemde tasavvufun, tarikatların sadece Anadolu’nun İslamlaşmasının, bu toprakların vatan yapılmasının, millet bağımızın sımsıkı örülmesinin ötesinde fonksiyonları oldu. Toplumsal ilişkilerin idamesinde, en küçük cemaat yapılarının tekke etrafında şekillenip bireyi “yalnız” bırakmayarak, cemiyet hayatının sağlıklı, İslam ahlakının rafine tarzda işleyişinde tarikatların mühim tesirleri oldu.

Tasavvuf nedir, hakikate ulaşmak nasıl mümkün olabilir, perdeleri kaldırıp Yaradan’a nasıl vasıl olunur?

“Tadan bilir.”

Öyle der mutasavvıflar, arifler, erenler, gönül sultanları. Bu yüzden tasavvufta o çevrelere yakın olanların dışındakilerin yargılamada bulunulması hoş karşılanmaz; “bizden olmayan bizi okumasın” der, İbn Arabi. Aynı dili konuşmayan, varlığa, eşyaya aynı gözlükle bakmayan, âlemi, zerreleri görmeyen, baktığı halde tefekkür etmeyip sadece izleyen, bakan ama temaşa edemediği için beyin kıvrımlarından kalp odacıklarına geçemeyenlerin, geçmesini istemeyenlerin tasavvufu okuması zulümdür; her iki taraf için de.

Öncelikle tefekkür der mutasavvıflar. O dünyada “hamdım, piştim, yandım” silsilesi uyarınca bir anda “perdeleri açıvermek” olmaz, hakikate giden yol, seyr-i süluk, menziller aşmakla, merhaleler kat etmekle mümkündür. Her bir aşamayı sindirmek, hakkını vermek, sonraki merhaleye geçebilme iradesine ve yetkinliğine kavuşmak böylelikle gerçekleşebilir. Haliyle bugünün insanının pek de kabullenemeyeceği bir aheste durum vardır, uzun bir zaman, süreç, sabır, sabır, sabır sonrasında nasibinde varsa vuslat ihtimali belirir. Menzile varmak için yola çıkanlar, yoldan çıkabilir; çünkü maksat “varmak değil olmak, ulaşmak değil yol almak”tır.

Çile çekmek gerekir. Yunus Emre gibi kırk yıl boyunca tekkeye odun taşımak... Odunu tekkeye götürmek değil amaç eğri olan gönlü, kalbi, varlığı tamir etmek, düzeltmektir.

  • Çile çekmeyen, varlık âleminin kahrını, Aşk’ın özlemiyle, gayretiyle bir araya getirip emek sarf etmeyen hakikati değil, hakikat perdesini bile göremez. Perdeyi aralamak, çile sahiplerine, yoldakilere, merhaleleri kovalayanlara, nefsini yok edenlere nasip olur.

Kapitalizm işte böyle bir dünyada yaşam alanı bulamaz; en az dört yüz yıl bulamadı zaten. Türk gerçeği, Osmanlı devleti, Anadolu irfanıyla yoğrulan millet bağımız, kapitalist ilişki ağını örecek, doğuracak maddi dünyayı reddetti.

Vahdet-i Vücud demek Selçuklu, Osmanlı yani antikapitalist bir dünya sistemi inşa etmek demektir. Tevbeyle, sabırla, ibadetle terbiye edilen ruhlar, medeniyetin, kapitalizmin, maddi dünyanın ayartıcı tahriklerine tav olmadı.

Çile çekmek gerekir. Yunus Emre gibi kırk yıl boyunca tekkeye odun taşımak...
Çile çekmek gerekir. Yunus Emre gibi kırk yıl boyunca tekkeye odun taşımak...

Allah korkusu, tevekkül, teslimiyet sayesinde zahidane bir hayat yaşadı; yok hayır, modernistlerin bize dikte ettiği gibi zühd bir kenarda oturup tembel tembel yaşamak değildir, bizi Allah’tan uzaklaştıran her şeye mesafe koymaktır zühd.

Tekkede çorba kaynar, gelen geçen içer, kim olduğu sorulmaz; bugün tasavvufun mirasyedi kurumlarına gittiğinizde üye değilseniz kapıdan içeri giremezsiniz!

“Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” hikmeti yeni tarikat ve cemaat çevrelerinde kapitalist büyüme davasını anlatır.

Tasavvuf hal’dir, yaşanır, süreklidir, pratiktir. Akıl ve nakilin ötesinde hakikati keşf yoluyla elde edebilmenin, kimsenin masum olmadığının, kinden, hasetten, nefretten uzaklaşıp iyilik ve güzellik peşine düşmenin, ahlakçılık oynamadan huyları mutlaklaştırmadan yaşamanın, ızdırabı ruhta görüp, ruhi doyuma ulaşmanın yani bugünün terapistlerinin deyimiyle kendiyle barışık yaşamanın, dünya ihtimalini aradan çıkardığı için özgürleşmenin adıdır.

Paraya, kariyere odaklı cemaatler

Tasavvuf, eşyaya araç olarak bakar; bugün tarikatlar ve cemaatler eşyayı, maddiyatı, dünyayı amaç haline getiren kapitalist dünya sisteminden çok daha sert bir dünyeviliğin peşine düştü. Benlikleri yok etmek değil, kariyerini parlatmak, dünyevi ihtiraslarını yükseltmek isteyenlerin uğrağı oldu.

Tarikatının ya da cemaatinin binalarını, hizmetlerini, hesaplarını büyüten yetenekli talibliler, devlet katında genişleyen kadro, tuttuğunu koparan siyasetçi ve bürokratlar, anonim ortaklıkları yeni yeni şirketlere ekleyen ufku geniş, ibadeti leziz, adanmışlığı coşkun, gözüpek, dünyayı dünyayla, kapitalizmi kapitalizmin unsurlarıyla aşmayı amaçlayan tarikat ve cemaat anlayışı hâkim.

Dünyayı reddet diyeni ezen, medeniyeti parlatmanın peşinde, benlikleri yok edenleri toprağa gömen, insan-ı kâmili devlet içine yerleşmede, maddi büyümede gayretli olanlar için kullanan, kendini tanı lafzını kariyer ve para imkânlarını artırmaya münhasır kılan, Kur’an’ın özü bizde diyen tasavvuf geleneğini tekrar ederken, seküler siyaset ve iktisat için Kur’an’dan ayetler bulmayı anlayan bir cemaat ve tarikat çevresi 27 Mayıs’tan sonra tasavvufu çiğnedi geçti.

“Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” hikmeti yeni tarikat ve cemaat çevrelerinde kapitalist büyüme davasını anlatır.

“Cihanı satmaktır adı aşk” geleneğinden, her şeyi almayı, medeniyete sahip olmayı öne çeken bir İslami çevre içindeyiz artık. Bu yolda, bu ihvanla dünya sisteminin şalterini indirmek ne mümkün; bari o şalteri indirmesinler diye etrafına kalın kalın duvarlar örmeseler.