'O seni yetim bulup barındırmadı mı?'
Geldiğinde öz yurdunun da yabancısı olacaktı. Çölde büyümüş çocuk emsalleri tarafından hep yadırganacak ve bedevi denilerek dışlanacaktı. Kureyşli diye itham edilmekten kurtulurken yeni bir yabancı yaftası yemiş ve yepyeni bir gurbete daha yelken açmıştı. İlahi meşietin iradesine hayat olup akmaya başlayarak vicdanı keçeleşmiş insanlığın afakında bir çığlık misali inleyeceği vakte kadar devam edecekti hicran yarası. “Allah’tan başka ilah yok.” diyeceği günden itibaren parmağını göğe kaldırıp en yüce dostu işaret ettiği “kurbet” anına dek geçen her zaman onun için gurbetti. Öyle ya, kurbetin gurbetten geçtiğini her fırsatta yaşayarak öğrenmişti. Salât u selam olsun…
İnsan hayatı gurbetle başlar. Sağlam ve güvenilir karargâhtan1 ayrılış hem sancılı hem de feryat doludur. Yumuk yumuk gözler ve cismi cüssesiyle ters orantılı kopardığı yaygara büyük bir ayrılışın göstergesidir. Fakat geldiği yerden kaynayan bir çift pınar “emin yuvayı” anımsattığı için bir an gurbeti vuslata tebdil eder. Anne sütü “güvenli diyar” dan sızan cennet şarabıdır. Çocuğun kendini en güvende hissettiği yer, yine o emin beldeye başını yaslayıp kulağını dayadığı, huzurlu günleri yâd ettiği anne koynudur.
Ya yetim çocuk?
Gelin görün ki yetim çocuk daha vuslatın esintilerini ciğerlerine çekip anne göğsünden bir yudum tatmadan yeni bir gurbete yelken açmıştır. Gurbet bahara doymadan kapıya dayanan kış gibi dayanmıştır yine. Annesinden koparılan garip çocuk Beni Sa’d yurduna doğru yola çıkar. Burası onun gurbet hayatına attığı ilk adımdır. Evden eve, elden ele hicran soluklamak, bir hafta önce yeryüzüne gelmiş bu yetim çocuğun kaderi olacaktır. Anne karnından karanlığı yırtarak söken bir şafak gibi doğan bu garip çocuk, hayatının hiçbir döneminde yerkürenin hiçbir yerini diyar edinmeyecektir. Bu âleme hep yabancı kalacak, “Dünya benim neyime?”2 diyerek gözü hep görünenin ötesine müteveccih olacaktır. Çevresine de dünyada bir garip yolcu olmayı tavsiye edecektir.3
Arap yarımadası ve diğer coğrafyalarda sütannelik
İslam öncesi Mekke tarihini anlatan bütün kaynaklar sütanne geleneğine geniş yer verir. O dönemde bir kadının çok doğum yapması asaletini tasdik eden bir şeydi. Bugünün aksine o dönemlerde zengin aileler daha fazla çocuk sahibi olmaya çalışıyorlardı. Bir kadının süt emzirmesi yumurtlamayı baskıladığına inanıldığı için varsıl aileler doğar doğmaz çocukları para karşılığı sütanneye verirdi. Bu sütannelik uygulaması fakir aileler içinse bu önemli bir geçim kaynağı idi. Geçim darlığı yaşayan bir aile çocuk sahibi olmak istemiyordu. Hatta bazı bebeklerin diri diri toprağa gömülmesinin önemli sebeplerinden biri budur.
Siyer kitapları Mekke’deki yeni doğan çocukların sütanneye verilme geleneği ile badiyeye gönderilmesini aynı gerekçeye bağlı olarak zikreder. Bunun sebebi Efendimizin doğumundan hemen sonra Beni Sa’d’a gönderilmesidir.
“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızın canına kıymayın! Biz onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.” Ayrıca zengin ve asil bir kadının sürekli çocuk doğurarak aileye varis kazandırması gerekiyordu, çünkü o gün bir kabile, gücünü eli silah tutan erkek sayısından alıyordu.
Bir kadın kabileye ne kadar çok erkek çocuk verirse, aile içinde o kadar muteber biri sayılırdı. Kuran’ın evladı mal ile birlikte dünyevi bir meta olarak zikretmesinin ve bunlarla övünmekten men etmesinin sebebi budur. Elbette sütannelik geleneği Araplara mahsus değildir. Burada zikredilenlerin dışında coğrafya ve yaşam şartlarına bağlı olarak pek çok sebepten dolayı hemen her insan toplumunda rastlanıla gelen bir uygulamadır. Platon, Devlet kitabında kendi yaşadığı dönemdeki kadın meslekleri arasında sütanneliği de zikreder. Söz konusu geleneğin tarihi Avrupa’dan Uzak Doğu’ya, İslam’dan Yahudiliğe kadar geniş bir havzada yaklaşık 5000 yıl öncesine kadar gider. Sütanne kavramının en eski karşılıkları Sümerce ve Akadçadır. Hammurabi ve Eşnunna Kanunlarında ayrıca bu uygulama yer almaktadır. (M.Ö. 1600-1700’ler.)
Sütanneliğin çocuğun gelişimiyle ilgisi
Tarihin ilk çocuk hekimi olarak bilinen Efesli Soranus (M.S. 90-138) çocuğun natıkasının emziren kişiye bağlı olduğunu söyler. Çocuk konuşması düzgün olmayan biri tarafından emzirilirse bunun ileride çocuğun belagat ve talâkatına olumsuz yansıyacağını ifade eder. Aynı şekilde Quintianus (M.Ö. 35-100) dahi olacak çocuğun bebeklik döneminden itibaren hatalı telaffuz duymaması gerektiğini söyler. Kendisi de bir hatip olan Vipstanus Mesalla, iyi bir hatibin çocukluk döneminde dili kusursuz konuşabilen kişilerden öğrenmesi gerektiğini söyler. İbni Sina dünyanın dört bir yanında 600 yıl ders kitabı olarak okutulan el-Kanun fi’ttıb- kitabında, seçilecek sütannenin vücut yapısından ahlâki özelliklerine kadar dikkat edilmesi gereken bütün vasıfları sıralar.
Yaygın bir kanaatin tashihi
Siyer kitapları Mekke’deki yeni doğan çocukların sütanneye verilme geleneği ile badiyeye gönderilmesini aynı gerekçeye bağlı olarak zikreder. Bunun sebebi Efendimizin doğumundan hemen sonra Beni Sa’d’a gönderilmesidir. Hâlbuki sütanne geleneği ile yeni doğan çocukların bedevi diyarlara gönderilmesi birbirlerinden ayrı gerekçelere bağlı uygulamalardır. Sütanne geleneğinin aksine şehrin dışına gönderilmenin örneği yok denecek kadar azdır. Ne İslam öncesinde ne de sahabeden herhangi birinin doğumundan sonra şehirden gönderildiğini gösteren bir hatıra ya da hikâyeye rastlamıyoruz. Aynı şekilde Efendimizin çocuklarının hiçbirinin Mekke dışına gönderildiğine dair bir delil mevcut değil.
Evden eve, elden ele hicran soluklamak, bir hafta önce yeryüzüne gelmiş bu yetim çocuğun kaderi olacaktır. Anne karnından karanlığı yırtarak söken bir şafak gibi doğan bu garip çocuk, hayatının hiçbir döneminde yerkürenin hiçbir yerini diyar edinmeyecektir. Bu âleme hep yabancı kalacak, “Dünya benim neyime?” diyerek gözü hep görünenin ötesine müteveccih olacaktır. Çevresine de dünyada bir garip yolcu olmayı tavsiye edecektir.
İbni Hişam, Efendimizin Mekke dışına gönderilmesini o yıl Mekke’de ortaya çıkan salgın hastalığa bağlar ve hatta Ebrehe’nin ordusunun helâkına kuşlardan bulaşan salgın hastalığın sebep olduğunu düşünür. Efendimiz o yıl doğduğu için söz konusu bulaşıcı hastalıktan koruma maksadı ile Mekke dışına gönderilmiştir. Yani sütanneye verilişi ile şehir dışına gönderilişi birbirlerinden farklı gerekçelere bağlıdır. Mekke dışına gönderilmek zorunda kalındığı için sütanne Mekke dışından seçilmiştir. Nitekim doğumundan sonra bir süre amcası Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe kendisine sütannelik yapmış ve bu vesile ile Efendimiz Hz. Hamza ve Hz. Abbas’la sütkardeş olmuştur. Bir çocuğun süt emme süresi azami iki yıl olmasına rağmen Peygamberimizin dört ya da beş yıl çölde kalmış olması da bu görüşü destekler.
Efendimizde çöl hayatının etkileri
Buraya kadar bir sütanneye verilmenin Efendimize mahsus bir şey değil, aksine bütün insan toplumlarında var olageldiğini anladık. Buna rağmen Efendimizin bedevi bir kabileye gönderilmesi o gün için sıradan bir uygulama değil, kaderin bir cilvesidir. Onun hayatının hemen her döneminde rastladığımız ilahi sevkiyat burada da kendini göstermiştir. Bedevilerin içinde yaşamış olması fiziki bünyesini daha dayanıklı kılmış, çölün çetin şartları onu emsali görülemeyecek kadar mütehammil biri hâline getirmişti. Görüş açısı geniş insanların bakış açıları da geniş olur. Deniz kenarında yaşayan insanların özgürlüklerine düşkün olmaları biraz bundandır. Çöl de deniz gibi bağrında beslediği kişileri özgür kılar. Özgürlüğün en önemli özelliği insanı samimi kılmasıdır. Evet, çöl insanı kaba, yoz fakat şehir insanına göre daha merttir.
- Riyakârlığın mergup bir meta sayıldığı hileyi hüner gören bütün içtimai rabıtalar, kişisel menfaat etrafında kurulan ve her türlü erdemin menfaate bağlı olduğu şehir hayatında rastlanmayacak vasıflar, çöl insanında bulunur.
Cesaret, hamiyet, misafirperverlik gibi değerlerin en fazla rastlandığı yer çöldür. Efendimiz, karakterinin şekillendiği dönemlerde bu vasıfları kaynağından kazanma fırsatını bulmuştur. Modern pedagoji, insan karakterinin yüzde sekseninin dört ile yedi yaş arasında tamamlandığını söyler. Altı yaşına kadar çölde yaşayan yetim çocuk, el bebek gül bebek, ana kuzusu olarak değil, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmek zorunda olacağı bir dönem geçirmiştir. Buradaki hayatının bundan sonra yaşadığı zorlukların üstesinden gelmede ne denli etkili olduğunu görmemek mümkün değil. Tarih boyu kitlelere yön vermiş karakterlerin hemen tamamının ortak yönlerinden biri, toplumsal piramitte kendilerinin de bir parçası oldukları katmanın eğitim, kültür ve gelir açısından daha altında olan insanlarla iletişim kurma becerisidir. Kendinden daha düşük seviyedeki insanlarla iletişim kurmayı başarmış kişiler, o kitleleri organize edip tek bir güç hâline dönüştürebilir ve o güçle devrin otoritelerine baş kaldırabilirler.
Çöl diğer taraftan Efendimizin dil becerisinin fasih ve beliğ olmasını sağlamıştır. Şehir hayatının kozmopolit yapısı, çeşitli kültür ve dillerin müdahalesine açık bir zemin oluşturuyordu. Bu yüzden dili ve dile bağlı olarak zekânın gelişimi için de badiye büyük bir fırsattı onun için. Nitekim Efendimiz “Ben Arapların en fasihiyim” demiştir. Onun eşsiz özeliklerinden biri şüphesiz az sözle çok şey ifade edebilmesi manasında cevamiu’l-kelim olmasıydı. Bu özelliğini çölde edinmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bedevilerin zaman zaman Efendimizin bulunduğu mecliste etrafındaki sahabelerin bile tahammüllerini zorlayan söz ve davranışlarına, son derece hoşgörüyle yaklaşıp onlarla çok rahat iletişim kurabilmesinde bu dönemde onların içinde büyümüş olmasının etkisi büyüktür. Bu noktada Efendimiz Medine’de devlet gücüne kavuştuktan sonra Kureyş başta olmak üzere büyük kabilelerden hiçbirinin anlaşamadığı küçük bedevi kabileleri bir araya getirip onlarla askeri, siyasi paktlar oluşturmuş ve onları sorunsuz bir şekilde yönetmeyi başarmıştır. Böylelikle kimsenin önemsemediği atıl bir imkânı aktif güç hâline getirerek bölge devletler üzerindeki nüfuzunu pekiştirmiştir.
Gurbetten kurbete yolculuk, hep yolculuk...
Efendimiz altı yaşına geldiğinde çöl eğitimi bitmiş ve yeni gurbet ufukta belirmişti. Çöl onun hayatına kattığı bütün olumlu taraflar yanında içindeki garipliği daha da derinleştirmişti. İlk defa gözlerini dünyaya açtığı bir yerde yabancıydı. Ne anne babası ne de kardeşleri kendi öz yakınlarıydı. Onu Kureyşli diye çağırdıklarında kim bilir ne düşünüyordu? Tam oralı olacakken baba yurdu Mekke’ye yeni yolculuk başladı. Geldiğinde öz yurdunun da yabancısı olacaktı. Çölde büyümüş çocuk emsalleri tarafından hep yadırganacak ve bedevi denilerek dışlanacaktı. Kureyşli diye itham edilmekten kurtulurken yeni bir yabancı yaftası yemiş ve yepyeni bir gurbete daha yelken açmıştı. İlahi meşietin iradesine hayat olup akmaya başlayarak vicdanı keçeleşmiş insanlığın afakında bir çığlık misali inleyeceği vakte kadar devam edecekti hicran yarası. “Allah’tan başka ilah yok.” diyeceği günden itibaren parmağını göğe kaldırıp en yüce dostu işaret ettiği “kurbet” anına dek geçen her zaman onun için gurbetti. Öyle ya, kurbetin gurbetten geçtiğini her fırsatta yaşayarak öğrenmişti. Salât u selam olsun…
- 1. Mürselat, 77/21.
- 2. Buhari/Zühd, 108.
- 3. Müsned-i Ahmed, Tirmizi, İbn-i Mace.