'Kutsal insan'dan 'Örnek insan'a
İslam’ı diğer medeniyetlerden ayıran en temel unsur insan tasavvurudur. İslam’ın Peygamberi bile diğer insanlarla beşer olma noktasında eşittir. Kuran defaatle “De ki; ben de sizin gibi bir beşerim.” der. Peygamberimizin, huzurunda korkudan titreyen kişiye söylediği “Kuru et yiyen ananın oğluyum.” sözü aslında “Ben de bir ana kuzusuyum senin gibi.” demektir.
Doğum efsaneleri
İnsan
“İnsan nedir?” sorusunun cevabı bir medeniyetin karakterini belli eden ve onu diğerlerinden ayıran en önemli alametifarikadır; çünkü bir medeniyetin varlık anlayışını, insan tasavvuru belirler.
Varlık pazılının ilk parçası insandır. Her şey insanla anlam kazanır. İnsanı anlamadan, onun kâinattaki konumunu belirlemeden, Tanrı’yla ilişkisini tesis etmeden bir varlık tasavvuru ortaya konulamaz. “İnsan nedir?”in İslam medeniyetindeki cevabı nettir; insan, “ahsen-i takvim”dir. Yani en güzel kıvama sahip, varlığın tam ortasında, iyiliğe de kötülüğe de müsait bir iradeye sahip demektir. Kelamcılar varlığı üç kategoride ele alırlar; varlığı zorunlu olan, varlığı mümkün olan ve varlığı imkânsız olan… İnsan bu sınıflandırmanın ortasında yer alır. Varlığı da yokluğu da mümkündür.
Mekke fethinden sonra Efendimiz Kâbe’deki bütün putları kendi elleriyle yıkmış ve Kâbe duvarlarına kazılan suretlerin de silinmesini emretmiştir. Tam o esnada bir freske gözü ilişir. Hz. İsa’nın, annesi Meryem’in kucağında tasvir edildiği fresktir o ve işaret ederek onu silmemelerini söyler.
“İnsanı en güzel şekilde yaratıp ona kötülük duygusunu da iyilik duygusunu da (takva ve fucur) ilham edene ant olsun ki nefsini kötülüklerden arındıran felaha kavuşur.” 1
Tevhid
İslam’ın çekirdeği sayılan tevhit ilkesi, bütün insanların Allah karşısındaki eşitliğinin adıdır. İslam’ın bütün hükümleri tevhit ekseninde şekillenir. Bunun anlamı şudur; İslam’ın en temel varlık gayesi insanı insana kulluktan korumak ve her insanı Allah katında eşit kılmak. İslam’ın ilk muhatabı olan toplumlar başta olmak üzere, doğudan batıya yeryüzündeki hemen bütün medeniyetlerde insan ya tanrılaştırılmış ya da (başka bir insan ya da varlık için) kullaştırılmıştır. İnsanın tanrılaştırılmasının öteki ayrılmaz yüzü onu kullaştırmaktır. İşin en acı yanı ise İslam’ın varlık gayesi olan Tanrı-insan arasındaki dengeyi koruma durumu diğer medeniyetlerde bizzat dinler eliyle bozulmuştur.
Tanrı - insan
Caynizm’in kurucusu Mahavira (M. Ö. 599) Tirthankara olarak cennette yaşarken insanlığı kurtarmak için bilfiil ya da ışık şeklinde annesinin karnına girer. Annesinin gördüğü rüyalar kâhinler tarafından, her türlü teçhizatla donatılmış büyük bir orduya sahip, Jinayani üç dünyanın efendisine hamile olduğu şeklinde tabir edilir.
Aynı şekilde Budalar silsilesinin dördüncüsü Vedalar ülkesindeki 33 Tushita (M. Ö. 563) cennette yaşamakta iken insanlığı kurtarmak amacıyla dünyaya gelmeye karar verir ve kendisine Kral Suddhodan’ı baba olarak seçer. Tanrı Ahura Mazda bir ışık şeklinde Zerdüşt’ün (M.Ö. 660 veya 570) anne rahmine girmiş ve Zerdüşt olarak dünyaya gelmiştir. Krişna, Hinduizm’de Tanrı Vişnu’nun on avatarından biridir. Avatar Hinduizm’de tanrının insan şekline girerek yeryüzüne inmesi anlamına gelir.
Eski İran güneş tanrısı Mitra da tanrı olarak yeryüzünü imar için bir bedene girdiği inanılan kişilerdendi. Güneşin battığı topraklarda durum bundan farklı değildir. Thor savaş tanrısı Donner, iyilik ve güzelliğin tanrısı Beyaz Tanrı Balder, dilek tanrısı Wünsch veya Wish…
Örnekleri çoğaltmak mümkün. İskandinav mitolojisindeki tanrıların birçoğu çetin tabiat şartlarına karşı halkını korumuş, büyük toplulukların hayatını kurtaracak kritik kararlar almış, deha sahibi insanlar oldukları antropologlar tarafından ifade edilir. Özellikle İskandinav tanrı panteonunun başı sayılan Odin’in hayatın sırlarını çözmüş, geçmişin bilgisi ile geleceğin kehanetini haber vermiş bir insan olduğu eski İskandinav dini ile ilgili bilgilerin temel kaynağı sayılan Eddalar’da kaydedilmiştir. Hatta Norveçliler sekiz asır öncesine kadar Odin’e tapmaya devam ettiler. İngilizcedeki çarşamba (wednesday) Odin günüdür.
Ayrıca bu örnekler “Neden bütün peygamberler Ortadoğu’ya gönderildi?” şeklinde özellikle son yıllarda sorulan soruların cevabını da gizler bağrında. Belki de tanrılaştırılan bu insanların en azından bir kısmı peygamber olarak vazife görmüş kişilerdi. Fakat daha sonraları coğrafya şartlarına dayalı şekillenen kültür insanı tanrılaştırmaya müsait olduğundan dolayı zamanla bu insanlar tanrılara dönüştü. Bütün bunlar daha sonraları Pavlus aracılığıyla Hristiyanlığa mal edilecek ve Allah’ın Peygamberi Hz. İsa yukarıdaki isimlerin yerini alacaktır. Batı’nın hamurunda muharref Hıristiyanlığın etkisi inkâr edilemez; fakat Hıristiyanlığın tahrif edilişinin arkasında da insanı tanrılaştırma geleneğinin var olduğunu kabul etmek gerekir.
Efendimizin veladetine dair
Benzer efsaneler Efendimizin doğumuyla alakalı da anlatılagelmiştir. Hâlbuki yukarıda ifade ettiğimiz gibi; İslam’ı diğer medeniyetlerden ayıran en temel unsur insan tasavvurudur. İslam’ın Peygamberi bile diğer insanlarla beşer olma noktasında eşittir. Kur’an defaatle “De ki; ben de sizin gibi bir beşerim.”2 der. Peygamberimizin, huzurunda korkudan titreyen kişiye söylediği “Kuru et yiyen ananın oğluyum.”3 sözü aslında “Ben de bir ana kuzusuyum senin gibi.” demektir. Bu söz tanrılaştırılmak istenen kişinin anneden doğmuş olmasını bir problem olarak gören beşer idrakine tam da kafasındaki soruyu teyit eder tarzda cevap verir.
- Sanki şöyle demiştir: “Bir anneden doğan kişi Tanrı olamaz. Ben de kuru et yiyen bir annenin çocuğuyum ve ben Tanrı değilim. Ancak tir tir titreyerek bir Tanrı’nın huzurunda durulur.”
Kuran’ın Hz. İsa’nın isminin geçtiği hemen her yerde onu annesine nispet ederek zikretmesi de aynı maksada matuftur. İsa, Meryem’in oğludur, Tanrı’nın değil. Mekke fethinden sonra Efendimiz Kâbe’deki bütün putları kendi elleriyle yıkmış ve Kâbe duvarlarına kazılan suretlerin de silinmesini emretmiştir. Tam o esnada bir freske gözü ilişir. Hz. İsa’nın, annesi Meryem’in kucağında tasvir edildiği fresktir o ve işaret ederek onu silmemelerini söyler. Peki, Efendimiz bu kadar hassas bir konuda neden böyle bir tavır sergilemiş olabilir? Cevap yine insanı tanrılaştıran beşer idrakinin ürettiği sorunun ta kendisidir. Çünkü bir anneden doğmuş kişi Tanrı olamaz. O resim Hz. İsa’nın bir Tanrı olmadığının resmi bile olabilir hatta. Yoksa Kâbe’nin içinde bir resmin bırakılmasının anlamı başka ne olabilir? Söz konusu resim Emevi Dönemi’ne kadar Kâbe içinde kalmıştır.
İnsanı tanrılaştırmanın değişmez diğer tarafı, ihtişamlı doğumun tarih başlangıcı (kozmosun doğumu) olarak kabul edilmesidir. Kadim dinlerde günün yeniden uzamaya başladığı 25 Aralık yılbaşı olarak kabul edilirdi. Tanrılar tanrısı güneşin yeniden dünyaya dönüşü hem kutlanır hem de yeni bir başlangıç olarak kabul edilirdi. Kralın tahta çıkış seremonisi ve topluma yeni katılan ergenin klana katılış riti gibi inisinasyon törenleri de bu döneme denk getirilirdi. Yani yeni bir zaman çevriminin ortaya çıktığı bir döneme. Böylelikle yeni yıl ayini ile kozmogoni yenilenir, yaratılış yeniden başlatılır. İnsanlara dünyanın nasıl yaratıldığı bu törenlerle gösterilir. Aynı zamanda dünyanın mecazen tekrar yaratılarak kötülüklerden arınması da sağlanır.
Nietzsche’nin modern düşünceyi anlatan sembol söylemiyle, Tanrı’yı öldüren ve onun yerine insanı koyan Batı uygarlığının kök dokusunda, eski dünyanın insanı tanrılaştırma geleneğinin olduğu görmek mümkün.
Hıristiyanlarda mevlit seremonisi
Biz Noel diye biliyoruz Hıristiyan mevlidini; Protestan ve Katolikler 25 Aralık, Ortodokslar ise 6 Ocak’ta kutluyor. İnsanlığın en eski bayramlarından bir tanesi olarak bilinir. Yaklaşık iki gün boyunca devam eder. Hıristiyanlık öncesi Pagan toplumlarının 24 Aralık’ta “yeniden doğuş” olarak kutladıkları bir bayram vardı. Fakat Hıristiyanlığın nüfuz kazanması ve kilisenin güç toplaması ile beraber bu tarih İsa’nın doğum yıldönümü olarak kutlanmaya başlandı. Bu yeniden doğuş kutlamalarını Paleolitik Dönem’e kadar geri götürmek mümkündür.
Noel'den Mevlit'e
Ne Hz. Peygamber’in hayatında ne de ondan sonraki Emevi ve Abbasi hilafeti dönemlerine kadar Efendimiz’in doğumu Müslüman toplum içinde bir nümayişle karşılanmamıştır. Daha sonraları Mısır’da kurulan Şii-Fatimi Devleti’nde ilk olarak Mevlid adı altında kutlamalar yapılmaya başlamıştır. Şunu hemen belirtelim: Bu kutlamalar dini bir hassasiyetten ziyade siyasi bir nüfuz sağlama amacı taşıyordu. “Mevsim” olarak da adlandırılan ve dönem dönem değişmekle birlikte yaklaşık on gün süren bu kutlamalar zamanla İslam toplumunun tamamında uygulanır oldu. Osmanlı toplumunda Mevlit kutlamaları resmi olarak III. Murat Dönemi’nde (1588 yılında) başlatılmıştır. Fakat Süleyman Çelebi’nin meşhur eseri Mevlid-i Şerif’i 1409’da yazdığını düşünürsek resmi kutlamalardan öncede Mevlit gecelerinin düzenlendiğini anlıyoruz. Üç yüz yılı aşkın bir süre resmi bayram olarak devam eden Mevlit kutlamaları Cumhuriyet’le birlikte kaldırılmıştır.
Hülasa- i meram
Batı uygarlığının hamurunda sadece eski İskandinav inanışlarının etkisi yok. Antik Yunan felsefesinin çarpık insan anlayışının da bugünkü hümanist Batı düşüncesinin teşekkülünde etkili olduğu söylenebilir. Aristo insanı medeni hayvan olarak, hocası Platon ise iki ayağı üzerine durabilen tüysüz hayvan şeklinde tarif etmiştir. Diyojen’in bir hindiyi canlı canlı yolduktan sonra işte Platon’un insanı diye Atina sokaklarında dolaştırdığı söylenir. İlk çağ filozofları insanı böyle tanımlamakla kalmamış, Tanrı ile insan arasında geçişliliğin felsefesini yapmışlardır.
- Böylelikle hem insandan Tanrı’ya yönelik bir sıçramanın mümkün olacağını hem de Tanrı’nın bir insan suretine bürünebileceğini iddia etmişlerdir. Bu anlayış Fârâbî ve İbn Sînâ tarafından Tanrı’ya benzeme (teşebbühbilvacip) terimiyle İslam düşüncesine taşınmıştır. Teşebbühbilvacibi insanın en temel varlık gayesi (gayetü’l-gayât) olarak görmüşlerdir.
Tanrı- insan arasındaki bu geçişin hem Tanrı’nın insan suretinde olması (antropomorfizm) hem de insanın tanrılaşması (teomorfizm) meselesinin İslam’ın tevhit ilkesiyle bağdaşması mümkün değildir. Asıl konumuza dönecek olursak; Nietzsche’nin modern düşünceyi anlatan sembol söylemiyle, Tanrı’yı öldüren ve onun yerine insanı koyan Batı uygarlığının kök dokusunda eski dünyanın insanı tanrılaştırma geleneğinin olduğu görmek mümkün. Batı uygarlığının yıkıcı, tahrip edici karakterinin tarihsel genetiğini burada bulabilirsiniz.
İslam’a giriş cümlesinde Allah’ın varlığına şahadetten sonra Peygamber’in kulluğuna şehadet gelir. Yani Peygamber’in kul olduğuna şehadet etmek, onun peygamber olduğuna inanmaktan daha önce gelir ve bu Müslüman olmanın olmazsa olmaz bir şartıdır.
Biraz önce ifade ettiğimiz gibi, insanı tanrılaştırmanın değişmez diğer yüzü insanı kullaştırmaktır. Batı emperyalizmi yine bu kök dokuya dayanır. Bu gerçeği belli dönemlerde Batılı düşünürler de açıkça ifade etmekten çekinmemiştir. Alman filozof Novalis “Evrendeki tek mabet insan bedenidir. Hiçbir şey insandan daha kutsal değildir. Bir insan bedenine dokunduğunuzda Tanrı’ya dokunmuş olursunuz.” der.
Thomas Carley, Odin’in tanrılaştırılmasını anlattıktan sonra bunu büyük bir gururla itiraf eder “…Ve babalarımızın kanı hâlâ damarlarımızda akıyor ve hiç şüphesiz ki birçok yönden onlara benziyoruz.”İslam tam da kâinata bu ilkeyi yerleştirmek için gelmiştir: Tevhit ilkesi.İslam’ın tevhit anlayışı sadece insanları değil; dağ, taş, doğa, hayvan bütün varlığı Allah katında eşit kılar. İslam’a giriş cümlesinde Allah’ın varlığına şahadetten sonra Peygamber’in kulluğuna şehadet gelir. Yani Peygamber’in kul olduğuna şehadet etmek, onun peygamber olduğuna inanmaktan daha önce gelir ve bu Müslüman olmanın olmazsa olmaz bir şartıdır. Kur’an onun İslam öncesi hayatını “Sen iman nedir, kitap nedir bilmezdin.”4 diyerek tavsif eder. İslam gelmeden önce o bir insan olarak doğmuş ve insan olarak yaşamıştır.
O da vahyin diriltici iksirine muhtaçtır ve vahiy onu da “Arayışta bulmuş ve hidayete erdirmiştir.”5 Efendimizin doğumundan sadece bir ay kadar önce Mekke’de kuşların fillere galip gelmesi gibi büyük bir mucize gerçekleşmesine ve Kuran’ın bu mucizeyi bir sure ile destanlaştırmasına rağmen hiçbir şekilde bu olayı Efendimizin doğumuyla ilişkilendirilmemiştir.
Hâlbuki Mekke, Fil Vakası’nı zaten takvim başlangıcı olarak kullanıyordu. Hz. Ömer Hicret’i takvim başlangıcı olarak kabul edene kadar Müslümanlar da Fil Vakası’nı takvim olarak kullanıyorlardı. Buna rağmen Efendimizin doğum yılına da uygun olan bu tarih, “milat” olarak kabul edilmedi. Kim bilir, belki de sırf bundan dolayı edilmemiştir.