Neşâtî ve Musaî
Mevla’nın işlerine akıl sır ermez. İkibacı bin tane naz bin tane cefa ile iki sazcıyı öyle bir hizaya getirdi ki bırak birbirleriyle çekişmeyi ekmeği ağızlarına götürecek takatleri kalmadı da bir zaman ekmeği kulaklarına götürdüler.
İkisi de saz çalar, ikisinin de besteleri var. Beste dediysek öyle notalı motalı işler zannetme. Sen de ağzınla dangır dungur etsen çalarsın yani o kadar ibtidâi şeyler.
Birinin adı Servet ama sazcılıktaki adı “Neşatî”. Ötekinin adı da mahlası da aynı “Musaî”. Kendisi merkeze bağlı Musa Köyü nüfusuna kayıtlı olduğu için bu adı almış. Hoş o köydeki erkeklerin yarısının adı Musa öteki yarısının adı Mahmut ya! Neymiş efendim bu köyü kuran iki kardeşin adıymış. Canım köyü kurudularsa sevap hanelerine yazılsın da başka isim mi yok? Neyse meselemiz o değil. Bunlar iki aşık, iki ozan artık ne dersen de! Sazları koynunda gezen iki garip. Düğün kovalarlar ki geçimleri olsun. Ayrıca asker uğurlamasında, bağda bahçede piknik eğlencesinde saz çalarlar milletin gönlüne hizmetçi dururlar.
Sanatçı arasında rekabet olur ama bunlar birbirlerinin izine kurşun atıyorlardı. Ne şerefleri ne soyları sopları kalıyordu laf söylenmedik.
İlçe küçük ama ikisine de yetecek kadar düğün, tören olur. Ama bu ikisi aralarında pay edip, çalıp çığırıp dalgalarına bakmak yerine birbirleriyle kavga ederler. Hani bülbülün üç türküsü varmış üçü de gül üstüne imiş ya bu iki sazcının da ağızlarındaki lafın onda dokuzu birbirleri aleyhine idi. Birbirlerinin arkasından attıkları taş olsa idi ve karşıki dağlara o taşları sallasalardı dağ dayanmaz idi. Sanatçı arasında rekabet olur ama bunlar birbirlerinin izine kurşun atıyorlardı. Ne şerefleri ne soyları sopları kalıyordu laf söylenmedik.
Bu kadar laf söz kurban olduğum Mevla’nın zoruna gitmiş olmalı ki Neşatî ve Musaî’ye Allah öyle bir bela verdi ki birinin adı Ayşe ötekinin Emine. Duyanlar oh dediler haydi bakalım ne yaparsanız yapın it enikleri birbirinizi yiyordunuz şimdi bu kızlar sizi çıtır çıtır yemez de ne yapar? Kızlar nasıl güzeller anlatamam. Ama şu kadarını söyleyeyim, Ayşe saçını tararken yayılan rayihadan gebe kadınlar bilinmez meyvelere aşerermiş. Emine ise un kurabiyesi yer gibi tatlı konuştuğundan yılan yavrusunu emzirmeyi unuturmuş onu dinlerken.
- İşte böyle tılsımlı kızlara âşık oldular.
- Peki bu kızları neden aynı anda anlatıyoruz?
- Neden birbirlerinden ayırmıyoruz?
- Çünkü bu kızlar kardeştir efendim.
Hem de ana baba bir, öz kardeşler. Evet kulaklarınız yanlış işitmedi. Neşatî denen huysuz ile Musaî denen huzursuz iki bacıya âşık oldular.
Mevla’nın işlerine akıl sır ermez. İki bacı bin tane naz bin tane cefa ile iki sazcıyı öyle bir hizaya getirdi ki bırak birbirleriyle çekişmeyi ekmeği ağızlarına götürecek takatleri kalmadı da bir zaman ekmeği kulaklarına götürdüler.
Ayşe o kadar nazlıydı ki gecenin üçünde uyanıp da vanilyalı dondurma yemezsem ben ölürüm bu gece diyordu. Vanilya ile mi büyüdün elekçi? Ve hemen Musaî yola düşer ilçede dondurma satan tek dükkân sahibine yalvarıp tatlı uykusundan uyandırır ve ilaç yetiştirir gibi Ayşe’ye dondurma getirir. Emine ise ilçenin pazarından her salı günü kendisine bir fistan bir entari alınmazsa küser. Ama öyle bir küser ki sanki yılda bir kere sabahleyin açılan çiçekler gibi olur. Bakış görüş etmez, konuşmaz gülmez. Gülmeyen Emine’ye kim katlanabilir? Neşatî denilen uyduruğun her Salı pazarından esvap almaktan anası ağladı. Emine pazardan gelecek esvabı beğenmemeye başlayınca Neşatî anladı ki bu yolda ölecek kesin!
Kızlar eziyet ettikçe vatandaş oh çekti iki aşık da terbiye edilmişti.
Zaman hızlı geçti.
Kızların babası homurdanmaya başladı. Bu işin adını koyalım gece yarısı dondurma çekmeyle Salı pazarından çala çaput toplamayla bu iş olmaz dedi. Ama ortada bir engel vardı. Aşıklar askerlik yapmamışlardı.
Kızlar, hemencecik askerlik yapılsın diye ferman buyurdular.
İki aşık da askerlik şubesinde işlemlere başladılar. Fazla uzatmadan gidip geleceklerdi. Her esnaf bunların cebine harçlık koydu. Asker uğurlaması yapıp, çalıp söylediler. İkisi de müstakbel kayınpederlerinin elini öpüp nişanlılarına veda ederek aynı otobüse bindiler biri Ankara Mamak’ta diğeri İzmir Narlıdere’de yapacaklardı askerliklerini.
Asker mektupları gelmeye başladı. Önce her hafta gelen mektupların yavaş yavaş vadesi uzadı. Her ay bir tane sonra ise iki ayda belki bir tane oldu. Kızlar telaş atına bindiler. Ne oldu bunlara diye merak ettiler. Mektuplarda sitemler ettiler, niçin aranmaz olduk diye nazlandılar ama nafile iki aşık da mektuplara cevap vermez oldular.
- Ve askerlik süreleri doldu. Herkes bekleyedursun gelmedi iki aşık da. Ankara’da Ulus pavyonlarında saz çalıyorlar diyen oldu. İzmir Fuarı’nda gazinodalar diyen oldu. Antalya’da otellerde söylüyorlar diyen bile çıktı. Ama izleri silik kendileri kayıp idi.
Kızlar yıkıldı. Kızların babası gölgesini zor gezdirir oldu. Tüm ilçe meraktaydı acep ne oldu bunlara diye. O kadar kişinin merakını muavin Cemil giderdi. Meğer askere giderken bindikleri otobüste bu iki aşık en arkaya geçip fısır fısır konuşmuşlar ama muavin Cemil hepsini duymuş. “Biz bu kızların elinde haşat oluruz. Geleceğimiz olmaz. Birer tane de çocuk verirlerse kucağımıza o zaman tüm ilçe seyreder güler halimize.
Gel kardaşım askere gitmiş olalım askerliğimiz aradan çıksın ama geri dönmek bize haram olsun. Bu kızlar da kendilerine göre birini bulsun.” demişler. Cemil diyor ki ozanların ikisi de bu konuşmadan sonra sustular camdan dışarıyı seyrettiler ama ikisi de durup durup gözyaşlarını sildiler, ağladılar yol boyu…
İlçedeki herkes aynı şeyi söyledi; sanatları zayıf idi ama kızları gerçekten sevmişler bu uyduruk aşıklar…