Ne kaa ekmek o kaa köfte
Fark etmediğini dert edemez insan; dert etmediğinin de devasını aramaz. İnsan olamadığını fark etmek buradan bakınca bir nimettir. Fark edip meseleyi halledenler mutludur, fark etmeyip meseleyi dert etmeyenler de mutludur. Fark edip meseleyi halledemeyenlere gelince, onlar hapı yutmuştur. Mavi mi kırmızı mı, ne fark eder?
Süslü lakırdılar, hazmedilmemiş hikmetler, hikmetsiz şiirler, bedeli ödenmemiş hakikatler, sureti ne kadar cilalıysa içi o kadar boş cümleler, olamadığını ‘oldum’ edasıyla itiraf eden adamlar, ayakkabısının ve çantasının renk uyumundan ibaret kadınlar,
kendileriyle gerçekten tanışmam için yalandan bir kez tökezlemem kâfi gelecek dost yüzler, giderken benimle gelmeyecek bütün oyun ve eğlencesi dünyanın, beyhude telaşlar yani, lüzumsuz koşuşturmacalar, bilcümle gölge saadetler, hepinize elveda!
Dünyanın ahvaline dair çarpıcı analizler dinlemeye tahammülüm yok hiç kimseden. Dün yaptığı yorum bugün boşa çıkanların, ancak ahmaklara mahsus bir kendinden emin oluşla yarınları yorumlaması ilgilendirmiyor beni.
İnsan olmak için gönderilip hayvan olmamak için didindiğimiz mekana dünya; söz konusu gaye için didinip çabalayışımıza da kısaca hayat diyoruz. Tarif budur, yeni ve küçük meselem buncağızdan ibaret.
Ülkede olup biten ve olması muhtemel olayları izah sadedinde yapılan hep önemli, hep üst perdeden, hep ‘son dakika’ açıklamalardan sıkıldım. Mesuliyet duygusundan, fikir temelinden ve nazenin üsluptan ne kadar yoksunsa, bunların tam tersi bütün hususiyetlerle sonuna kadar inadına donanmış bağırışlar kalbimi yoruyor artık.
Düzeltmeye gücüm yetmeyecek yanlışlardan, bilmediğim vakit hiçbir şey kaybetmeyeceğim zırvalardan, kafa ve kalp konforumu üst-alt eden mavallardan haberdar olmaya isyanım var bundan gayrı. Farklı suretlerle ama hep aynı anlamsızlıkla birbirini tekrar eden güya pek büyük meselelere gönlümü hamal eylemeye niyetim yok.
Kırka merdiven dayadığım şu demde, küçük bir meselem var benim, mesele diyemeyeceğim kadar küçük, var diyemeyeceğim kadar yok bir meselem var. -O meseleyi izah için küçük bir tarif yapmaya kalksam süslü lakırdılara henüz elveda diyemediğim hesabına kaydetmezsiniz umarım cüretimi. Hem elveda diyebilmenin yalnızca elveda demekten ibaret olmadığını bilirsiniz siz. Kapıyı çarpmak, çekip gitmek, giderken arkana dönüp bir kez bile bakmamak, yanına içerden hiçbir şey almamak yani, içerde kendinden hiçbir şey bırakmamak, veda sözcüğünün dudaklarındaki hüzünden değil ayaklarındaki kararlılıktan süzülmesidir elveda ve hayatında bir kez bile gerçekten veda etmek zorunda kalan herkes pekala bilir bunu. Ama belki de hayır! Yüzüne kapılar çarpılanlar bilir en çok elvedayı. O kararlı ayak seslerinin giderek duyulmaz oluşunu bir yandan hıçkırıklarına katık eylerken öte yandan kahrolası tak tak senfonisinin tekrar daha duyulur hale geleceği umudu içinde kulaklarını dört açıp, gözlerini kapıya dikerek öylece geride kalanlar bilir. Giden her şeyi bırakıp gitmiştir çünkü, ama kalan her şeyle baş başa kalmıştır, gidenden başka...
Ne diyorduk? Küçük bir meselem var benim; ha bir de mesele anlaşılsın için bir tarif yapmaya söz vermişliğim.
İnsan olmak için gönderilip hayvan olmamak için didindiğimiz mekana dünya; söz konusu gaye için didinip çabalayışımıza da kısaca hayat diyoruz. Tarif budur, yeni ve küçük meselem buncağızdan ibaret.
- İnsan olmak arzusuyla hayvan olmamak çabası arasında sıkışıp kalmışlığın ne manaya geldiğini kendinden bilenleri böyle alalım şimdi, diyeceklerim var zira.
“Ama hocaaam, biz zaten insanız, hayvan insandan başka bir şeydir, hayvanları çok seven insanlar da iyi insanlardır.” kıvamındaki sevgili okurları –böyle birilerinin olmadığı umudunu muhafaza ile- yazının bundan sonrasını okumayıp bir sonraki sayfaya sessizce geçmeye davet ediyorum. “Ama şimdi ben bu ara boşlukta ne yapacağım?” diyecek olurlarsa, içinden ‘Bazı insan hayvan olur/ hayvan âdem olmaz imiş’ sözleri geçen türküyü dinlemelerini, ‘hocam’ sözünü geri almaları şartıyla tavsiye edebilirim.
İnsan olarak doğduk. En güzel surette yaratıldık. Aşağıların aşağısına atıldık sonra... O en güzel surete tekrar bürünesiye değin kulluk eylersek insan öleceğiz. Üstelik insan olursak ölmeyeceğiz. Dert etmeye değmez mi sizce de?
Hayat, bu meseleyi çözelim diye verildi bize. Biz bunu fark edelim diye var ölüm ve hayat. Fakat fark etmediğini dert edemez insan; dert etmediğinin de devasını aramaz. İnsan olamadığını fark etmek buradan bakınca bir nimettir.
Samimi değiliz. O yol ayrımına kadar gelip de orta yerde öylece sabit durmayı, yahut gidilmesi gereken yönün aksi istikametine doğru yola revan olmayı samimiyetsizlikten başka bir şeyle izah edemiyorum.
Çünkü ‘olma’ya götürür. Bu fark edişe rağmen gitgide biraz daha hayvan olmak insana külfettir. Çünkü yorar. Fark edip meseleyi halledenler mutludur, fark etmeyip meseleyi dert etmeyenler de mutludur. Fark edip meseleyi halledemeyenlere gelince, onlar hapı yutmuştur. Mavi mi kırmızı mı, ne fark eder? Knock knock Neo... Ara ki beyaz tavşanı bulasın.
Kabul, Trump’ın nereyi nasıl karıştıracağını kendisi bile bilmeden atacağı herhangi bir tweet, yahut dünyanın öbür ucundaki bir manken ablanın yeni sevgilisiyle çektirdiği ilk fotoğraf, veya ülke gündemine bir bomba gibi ama yüzüncü kez düşen aynı açıklama kadar büyük ve önemli değil, fakat kardeşinizin de böyle küçük bir derdi var yâhû, idare ediverin, olmaz mı?
Düşünsenize insan olamadığımızı fark etmek gibi bir lütfa muhatap olmuşuz. Olmamız gerektiğini dert etmek gibi bir ihsan gelip yapışmış kalbimizin yakasından. Ama biz buna rağmen hayvan olma yolunda uygun adım ilerliyoruz. Türküyü dinlemek yerine yazıyı okumaya devam edenleri, kullandığımız çoğul ilerleyiş ifadesinden tenzih ederek soralım sorumuzu: Neden böyleyiz?
Cevap çok basit, hakkını vermek pek zor: Samimi değiliz. O yol ayrımına kadar gelip de orta yerde öylece sabit durmayı, yahut gidilmesi gereken yönün aksi istikametine doğru yola revan olmayı samimiyetsizlikten başka bir şeyle izah edemiyorum. Günah işledikçe artan bir kemâlat, kulluktan uzaklaşmakla ele geçen bir kurbiyyet, fiyakalı cümleleri hikmet sosuna bulamakla elde edilen bir velayet olsa silsileye altın harflerle yazdıracağız adımızı , ama olmuyor işte. Keşke ‘ne kaa ekmek o kaa köfte’ olmasaydı.
- Hem on kuruş vereydik, hem şoför yanı olaydı, hem de muhtarın kızını göreydik, ah keşke. Ama olmuyor dostlar ve korkarım olmayacak! Çünkü tercih yapabilecek kadar samimi, bedel ödemeyi göze alabilecek kadar cesur değiliz.
Yüzümüzü bir yana döndüğümüz anda diğer yana sırtımızı döneceğimizi bilmek bizi yolumuzdan alıkoyuyor. Hiçbir şeyden vazgeçmeden her şeyimiz olsun istiyoruz; her şeyimiz varken hiç olmak istiyoruz. Ne gönlümüzün hayvan olmaya rızası var ne nefsimizin insan olmaya tahammülü! Elveda demeyi beceremiyoruz bir türlü, tam kapıyı çarpıp çıkacağız bir de bakıyoruz ki kendimizi içeride unutmuşuz. Olmuyor...
Olmazsa olmaz esas meselemizi küçük harflerle içimize susarken, olmasa da olur bütün anlamsızlıkları kendimize büyük mesele eyleyip sağda solda bağırıp çağırışımız, işte bu olamayışımızdandır. Bir garip yol olmuş bizimki: Yola çıkmaya güç yetiremediği için yoldan çıkanlar yolu. Yolculuğun bütün rüknü tek cümlede özetlenebiliyor üstelik:
Zevk-i dünya, terk-i ukbâ, keyf-i keyf!