Kuşlar bile kederle uçar
Söylerlerse de tebessümle söylerlermiş; teessürle değil. Başlarına bir dert gelmeyince mahzun olurlarmış ‘Ne hata eyledik ki Rabbimiz bize değer vermiyor?’ diyerek. Kadir-i mutlak kendilerine bir ihsanda bulunsa gözyaşı dökerlermiş: Yoksa iyiliklerimizin karşılığı bu dünyada mı veriliyor?’ diye. Nâzenin olmak bu. Kudemâ bir başka. Einstein bilmez bu işleri
Bir hastane odasındayım. Gün boyu verilen serumlar nihayet etkisini göstermiş, belli ki bu gece uyuyacağım. Uyuyabileceğim demek daha doğru. Uyuyacağım ifadesinde uyumak sanki senin elindeymiş gibi bir iddia taşıyor çünkü.
Ben ne dersem o olur der gibi bir küstahlık var. Gece benim diyorsun, göz benim, uyku da benim ve ben uyuyacağım. Bildiğin Firavunluk bu. ‘Uyuyabileceğim’ ona kıyasla çok daha mütevekkil. Sen becerebildiğin için değil de uykunun sahibi lütfettiği için, müsaade ettiği için uyuyabilmek... Uyuyabileceğim dediğin vakit ‘gözlerimin, gecenin, uykumun ve ağrılarımın sahibi izin verirse’ diyorsun sanki. Göz benim değil, gecenin Rabbi var, uyku ve ağrı birer mahlûktur diyorsun. Bir sepet içinde suya bırakılıvermiş bir bebeğin aczi ve teslimiyeti süzülüyor dudaklarından böyle dediğinde...
Osmanlı, hastanelere yakın camilerde sabah ezanını biraz erken okuturmuş, hastalara moral olsun diye. Einstein da izafiyet teorisi diye bir şey bulmuş. Bir yanım ecdadın inceliğine hayran oluyor, bir yanım zor tutuyor kendini Einstein’a sövmemek için.
Bir hastane odasındayım, vakit gecenin bir yarısı ve sanırım uyuyabileceğim. Günlerdir hasretim uykuya. Hasretten uyuyamadığım günlerin diyetini ödüyorum sanki. Uyumak için bir saat kıvranıyorum, nihayet sızıyorum, fakat bir müddet sonra belime inen bir balyoz darbesiyle uyanıyorum. Yaptığım ilk iş alelacele saate bakmak. Sabah oldu zannediyorum, sabah olsun istiyorum, bütün niyazlarım sabahın Rabbine. Dinecek gibi geliyor bütün acılar sabah olunca. Oysa uyuyalı ya beş dakika olmuş ya on... Gecenin sahibine yakarıyorum bu kez: ne olur ört bütün acılarımı...
Osmanlı, hastanelere yakın camilerde sabah ezanını biraz erken okuturmuş, hastalara moral olsun diye. Einstein da izafiyet teorisi diye bir şey bulmuş. Bir yanım ecdadın inceliğine hayran oluyor, bir yanım zor tutuyor kendini Einstein’a sövmemek için. Sanki o teori olmasa bütün vakitler aynı geçecekmiş gibi geliyor bana. Sevgilinin yanında geçen saatler bir saniyeymiş gibi olmayacak mesela o teori olmasa; acıyla kıvrandığın dakikalar gün gibi gelmeyecek. Ecdat ne kadar zarifmiş yahu diyorum, izafiyetçi abi dil çıkarıyor ağrılarıma uzaktan, sabahlar bir türlü olmak bilmiyor.
Size ağrılarımdan şikâyet ediyormuşum gibi gelmesin böyle dedikçe; hikayet ediyorum sadece. Bakar mısınız tahkikini bilemesem de özenip taklit ile kullandığım tabirin letafetine: şikâyet değil hikayet. Bahis mevzuu bir hastalık yahut dert olunca böyle dermiş kudemâ, Fethi abiden öğrendim. Bir de hastalıklarını dile dökmezlermiş mecbur kalmadıkça. Söylerlerse de tebessümle söylerlermiş; teessürle değil. Başlarına bir dert gelmeyince mahzun olurlarmış ‘Ne hata eyledik ki Rabbimiz bize değer vermiyor?’ diyerek. Kadir-i mutlak kendilerine bir ihsanda bulunsa gözyaşı dökerlermiş: Yoksa iyiliklerimizin karşılığı bu dünyada mı veriliyor?’ diye. Nâzenin olmak bu. Kudemâ bir başka. Einstein bilmez bu işleri.
Fethi Abi diyor ki: “Hastalığa misafir muamelesi yapınız, onu güzelce ağırlayınız.” Misafir misafirdir. Sevsen de sevmesen de, canını yaksa da, gitmek bilmese de sende kaldığı müddetçe sana emanettir. Tanımıyor bile olabilirsin misafirini. Geride kalan kırk yılda böyle bir ağrı görmemiş olabilirsin yani. Olsun. Haydi, geleni ilk kez görüyorsun, gönderenin de mi hatırı yok, güzelce ağırla. Kadrini bil emanetin ki kadri bilinenlerden olasın.
- Bu gece uyuyabileceğim, öyle hissediyorum, bir bırakabilsem kendimi uykunun kollarına deliksiz bir sabah olacak. Ama korkuyorum. Yine bir ağrıyla uyanacağım gibi geliyor. Uyumazsam o ağrı gelmeyecekmiş gibi geliyor, korkuyorum.
Dilime Gâlib Dede’nin mısraları dolanıyor: “Tedbirini terk eyle takdir Hüdâ’nındır / Sen yoksun o benlikte hep vehmi gümânındır...”
Fethi Abi kalbime fısıldıyor, öyle zarif: “Kuşlar bile kaderlerine göre uçar.” Başımı babamın dizlerine bırakıyorum usulca, Galib Dede Fethi Abiyle çay içip dertleşiyor, elleri dolanıyor saçlarımda babamın, ben uyuyorum...
Birden ürpererek açıyorum gözlerimi. Bu kez ağrıdan değil. Göğüs hizamda bir ılıklık var. Saate bakıyorum hemen: 04.30. Uyuyabildiğime sevineceğim ama göğsümün bir ucundan diğerine uzanan bu ıslaklık da neyin nesi? Elim çarşafa değiyor o sıra. Çarşaf da ıslak... Lambayı uyandırıyorum endişe içinde. Bir de bakıyorum ki göğsüm kan içinde, çarşaf kana belenmiş, ellerim kan... Dilimden dökülen ilk söz şu oluyor: Ben nefsimi katlettim; hem şehidim hem gazi!
Kalbim hızla atmaya başlıyor. Bayılacağım. Sevinçten mi korkudan mı, bilmiyorum. Galib Dede’yi arıyor gözlerim. O bilir bu işleri. Ama yok. Fethi Abi’ye sesleniyorum. O da gitmiş. Büyük cihaddan demek böyle çıkılıyormuş diyorum kendi kendime. Yalnız, tek başına. “İnsanoğlu yalnızca kaderinin arkadaşıdır” diyor içimden Arapgirli bir ses. Dilimde şükür... Göğsümdeki kan şehidin mi, çarşaftaki kan gazinin mi bilmiyorum. İkisi de benim nasılsa, şehit de benim gazi de, ne fark eder? Seviniyorum. Misafir ikramıyla gelmiş meğer. Ağrılardan özür diliyorum gözyaşlarıyla. Yıllar boyunca ‘nefsini ıslah edemeyen başkasına salâh götüremez’ deyişlerim geliyor aklıma. Bu defa oldu bu iş diyorum. Üzerimde bir cübbe olsa içinde Cüneyd olmayacak, hani o kadar. Nasıl sevinmeyeyim?
Eyyub Peygamber geliyor aklıma. O’nun işi pek zor olmuştu. Mal mülk, çoluk çocuk her şeyini çekip almıştı Mevla. Vücuduna kurtlar üşüşmüştü en son. Ama o sabrı elden bırakmamıştı. Aradaki bütün perdeler o muazzam sabrın ateşinde eriyip, yok olmuştu. Sabırdan bir perde kalmıştı arada yalnızca. İşte o sıra Eyyub aleyhisselam niyaz edip demişti ki: “Yâ Rabbi bana bir musibet geldi.” Nâdan şikâyet zanneder bu sözü. Hâlbuki ârifler, son perdeyi, o sabır perdesini de aralamak için böyle dedi buyurmuşlar. Seviyorum ârifleri. Bu geceye kadar uzaktan sevdim hep. Ama bundan böyle hem şehidim hem gazi. Dizlerinin dibindeyim işte.
Eyyub’un derdi dert miydi, ben ondan beş beter çektim diye bir türkü var, onu mırıldanıyorum keyifle. Türküyü yakana kızmıyorum bu defa. Belki de adam başka bir şeyi kast etmiştir, kim bilir?
Belki de Eyyub Peygamber bir ummandı diyor, ben ise bir katreyim; onun derdi büyüktü ama ben ondan küçüğüm diyor.
Bu terazi bu sıkleti çekmez diyor adamcağız belki de. Hazreti Şems geliyor gözümün önüne o sıra. İki denizin ilk buluşması geliyor. Sorulan o ilk soru, verilen cevap... İnsan hem şehid hem gazi olunca aklına gelenler bile bir başkalaşıyor yahu. Hazreti Mevlana’yı uğurlarken, Bistam’dan bir yiğit çıkıp geliyor. Zaman dediğin bir anmış diyorum, mekân dediğin aslında yokmuş! Kalbime güzelden gayrı giremez artık, aklıma gelemez güzellerden gayrı diyorum.
Yanımdaki arkadaşı uyandırmak için sağıma dönüyorum. Öyle ya bir veliye refakat ettiğini bilmek onun da hakkı. Sağıma dönüyorum, bir de ne göreyim. Kolumdaki damar yolunun ucunu tıkayan tüp çıkmış, meğer kan oradan sızıyormuş. Canım sıkılıyor, halime gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum, arkadaşı uyandırıyorum yine de. Gâlib Dede göz kırpıyor, Fethi Abi tebessüm ediyor, babam “bu işler öyle kolay değil yavru ceylan” diyor, izafiyet amca olan bitene şaşkın, gözleri kocaman olmuş. Arkadaşa dönüyorum öyle mahzun: Vuslat başka bahara kaldı hacım diyorum, vuslat başka bahara...