Müzik nerededir?

Tabiatın, evrenin, bedenimizin, ruhumuzun, kalbimizin ritmi daima ahenk içindedir.
Tabiatın, evrenin, bedenimizin, ruhumuzun, kalbimizin ritmi daima ahenk içindedir.

Biz dinlemeyiz, dekonstrükte ederiz. Ortaya koyduğumuz post-modern müzikoloji, enstrümanda kapalı bulunan anlamı açığa çıkarmak için harcanan bir çabanın ürünü değildir. Derrida’nın yapıbozum düşüncesinin müzikte dışa vurumudur bu. Önceden yapılmış şarkılar parçalara ayrılır, soundlar eklenir, trekler bir araya getirilir, yeniden yapılandırılır, hatta hız alınamaz üzerine bir de remiks edilir.

Elimizde çeşit çeşit malzeme vardı. Kum, kil, toprak, su… Hiçbirinin aslında, özünde ne olduğunu anlamadan, anlamaya çalışmadan, onlara temas etmeden elimizde ne varsa karıştırdık. Onca çeşit malzemeden elde ettiğimiz tek şey “çamur” oldu. Yeni bir yapıt ortaya çıkar umuduyla kata kata, karıştıra karıştıra sadece çamuru arttırmış olduk ve şimdi kocaman bir bataklığın ortasındayız. Post-modern bir dünya burası. Bilgiye ulaşabilme imkânlarımıza göre değerlendirirsek, geçmişin bütün hazineleri, bizdedir, hazine odamızdadır, diyebiliriz. Ama o hazine kapalı kutular içinde. Bize kendini açmıyor. Bizim de onun, kendini bize açmasını bekleyecek sabrımız, tahammülümüz yok zaten. Biz, onlardan alabileceğimiz hazzı biran önce alma kaygısındayız. Tüketip tüketip ata ata kendi bataklığımızı kendimiz yaptık. Temelde ontolojik olan bu problemimizin dışavurumunu bilimimize, edebiyatımızda, mimarimizde, görsel ve işitsel sanatlarımızda görebiliriz.

Post-modern bir dünya burası. Biz, onlardan alabileceğimiz hazzı biran önce alma kaygısındayız. Tüketip tüketip ata ata kendi bataklığımızı kendimiz yaptık.


Dünya telakkimizin, hayata bakışımızın bir dışa vurumu olan müziğimiz ise üzerinde en az düşündüğümüz yapı taşlarımızdan biri. Müziğe ne oldu? Bir müziğimiz yok, ama birbirine çok benzeyen, hatta hep aynı olan, hızlı tempolu, kısa süreli, herhangi bir anlam içermeyen şarkılar var... Girişleri kısa, duygusal ajitenin en yoğunlaştırıldığı kısım olan nakaratları öne alınmış, sık tekrarlı, ezberlenilmesi kolay, tüketilmesi mümkün, kolay sözlü, anlamsız ses bataklığımız var. Şarkı başlıyor, nakarata giriyor, tempo tempo, tekrar nakarat ve bitiş. Paketinden çıkarılıp hızlıca yenilip atılan bir gofret… Sadece burada değil, tüm dünyada üretilen müzik bir metadan ibaret artık. Evet, burası post-modern dünya. Daha doğrusu bizim ona bakışımızın post-modern olduğu, aslında ne ise o olan bir dünya burası. Biz bu dünyanın saf müziğini duyabilir miyiz? Zihnimizde her şey her şeyle yan yana, bulamaç hâlinde. Hiçbir şeye bakışımız “arı” değil.

  • Kulak verişimiz “arı” olamadığı için de ne kendimizi duyabiliyoruz ne de kâinatı… Ne nefsimizde ne de eşyada meknuz olan hakikat bize inkişaf ediyor. Hâlbuki dinlesek, mütemadi olarak fevkalade ulvi bir musiki şölen içinde nefes alıp verdiğimize şahitlik edeceğiz.

Evet, her an zamana ve mekâna nakşedilmiş bir konser içinde nefes alıp veriyoruz. Biz, o müziğe nefesimizi veriyoruz ve o müzikten nefes alıyoruz. Kendimizi ondan nasıl ayrı tutabiliriz? Ama biz dinlemeyiz, dekonstrükte ederiz. Ortaya koyduğumuz post-modern müzikoloji, enstrümanda kapalı bulunan anlamı açığa çıkarmak için harcanan bir çabanın ürünü değildir. Derrida’nın yapıbozum düşüncesinin müzikte dışavurumudur bu. Önceden yapılmış şarkılar parçalara ayrılır, soundlar eklenir, trekler bir araya getirilir, yeniden yapılandırılır, hatta hız alınamaz üzerine bir de remiks edilir. 19.yy’da Ruslar tarafından Plevne’mize yapılan taarruza karşı savunmamızı anlatan, tüylerimizi diken diken eden Plevne Marşı’mızın trap müzik tarzında olan alternatif miksleri müzik platformlarında sıklıkla karşımıza çıkar.

“müzik”, “ne”dir? Itrî’nin müziği, Mevla’sına “El-amân ey gonce-dehen el amân” mısralarıyla yakarışının sesi değil midir?
“müzik”, “ne”dir? Itrî’nin müziği, Mevla’sına “El-amân ey gonce-dehen el amân” mısralarıyla yakarışının sesi değil midir?

Çok ilginçtir ki, clublar için üretilen şarkılardan daha çok club şarkısı olmuştur. Çağımızda bilinen neredeyse tüm şarkıların club miksleri bir hayli yaygın dinlenir. Bu derinlikli bir türkü, bir savaş marşı hatta bir ağıt bile olabilir. Hiç fark etmez. Orijinal ritim ne olursa olsun “dıptıs” lara boğdurularak houselaştırılır. Ne de olsa “Ne olsa gider”! Yeter ki hoşa gitsin. “Anything goes” mottosu hayatın her alanını olduğu gibi müziği de şekillendirir. Ney ile saksafon, bağlama ile bateri bir aradadır. Modernliğin seçkinciliğine karşı duran post-modernlik kolayca izleyiciye/dinleyiciye/okuyucuya ulaşıp ses getirmek ister. Bu ses çok kısa sürer. Zaten onun tüketilip atılmasıyla hemen ardından bir başka tüketilip atılacak “şey” gelecektir. Post-yapısalcı felsefe zeminimiz, yerel olan müziklere, etnik müziklere erişme derdinde olan müzisyenlerin dahi etnik müzikleri yapı bozumuna uğratıp yeniden yorumladıkları bir zemindir.

“Yeni” diye karşımıza çıkarılan her parça, daha doğrusu her karışım, her bulamaç bir parça daha çamur ve bataklığın büyümesi demek olur. Şeylere “kendi olmaklığı” ile ulaşamadığımızda onlar ile yeni dünyalara açılmakta mümkün olmaz. “Müzik teknolojisi ile artık gerçek enstrümanlar yerine bilgisayarların ürettiği müzikler gerçek midir? Bu sorunun bizim için önemi var mıdır? Gerçek olup olmadığı kaygısını neden taşımalıyız? Taşımalı mıyız?” soruları içimizde yeşeredursun biz Derrida ile başladığımız yolculuğumuza Baudrillard ile devam edelim. Bir yapay zekânın öncesinde ona bildirilen değişik sesleri sentezleyerek bir dakikada yüzlerce şarkı sentezlemesi ebetteki gerçek bir müzik ortaya koymak demek değildir. Çamurumuzu/ simülakralarımızı arttırdıkça arttırma, batağa saplandıkça saplanmak demektir. Remikslerde olduğu gibi “gerçek”ten daha çok gerçek olmuş “sahte”lerin sayısını arttırmak için simüle edilecek bir “gerçeğe” de ihtiyaç kalmamıştır.

  • Bataklık/sistem “devasa bir simülakr” olmuştur. Michael Jackson, Amy Winehouse hologram konserlerini hatırlayalım. Gerçek bile değil ama şaşırtır, büyüler hatta hipnoz eder. Oysa Schopenhuaer “Müzik varlığın özünü ortaya çıkarır” demişti.

Burada mevzubahis olan “müzik”, “ne”dir? Itrî’nin müziği, Mevla’sına “El-amân ey gonce-dehen el amân” mısralarıyla yakarışının sesi değil midir? Nefsin en alt katmanına, insan altı bir yaratığa seslenen “şey”, “müzik” değil sadece bir “haz nesne”siydi elbet. Haz nesnelerinin kölesi olmuş insan altı bir yaratık da, bu hazcı sistem karşısında yalnızca bir “nesne” olabilirdi. Foucault’dan öğrendiğimize göre de şimdilerde bir “özne”den/ “insan”dan söz edemezsek de, buralara nasıl geldiğimizi düşünüp bir adım geriye baktığımızda, “Öznenin duygularından bağımsız bir güzellik kendi başına hiçbir şeydir.” diyen Kant’ı görürüz. Özne-nesne dikotomik zemininde durduğu için sanata, “öznenin aldığı estetik zevk” açısından bakar ve bunu görür.

Bir adım daha öncesine bakarsak “Müziği o an veya süre boyunca deneyimlemeyiz, onun varlığının bilincinde oluruz.” diyen Descartes’ı görürüz ve hiç şaşırmayız. Kendisinin zaman “bilinci”(!) yoktur zira. Batı düşüncesinde o zamana kadar varolagelmiş dikotomilere bir de zihin-beden dikotomisini ekleyen bu arkadaştan da ancak böyle bir müzik yorumu beklerdik zaten. Bu yaklaşım pozitivist metodolojik müzik yaklaşımı olarak günümüze kadar gelir. Beynimizin müziği algılayışı ile ilgili bilimsel çalışmalar yapılır, müziğe zihin- beden ikiliği zemininde nöro-biyoloji gözlükleriyle bakılır. Bu harikulâde(!) indirgemeci bakışla bataklığa gömüledurulur. Peki, biz yönümüzü gökyüzüne çevirirsek; “varlığın hakikatini gün ışığına çıkaran” sanat (müzik) “ne” olabilirdi? Madde ile iletişime geçip manaya, aşkın olana ulaşabilir miydik? “Ses” bu yolculukta bize araç olabilir miydi? Seslerden eseri yaratan biz miydik?

Varlığın hakikatini gün ışığına çıkaran” sanat (müzik) “ne” olabilirdi?
Varlığın hakikatini gün ışığına çıkaran” sanat (müzik) “ne” olabilirdi?

Yoksa bize sadece temiz, “arı” bir dinleyişle, iyi bir “niyet”le ve “edep”le maddeye yönelip onun bize sesini açmasını sabırla beklemek mi düşerdi? Fenomenoloji dili ile ifade edersek maddelerin sesini “bizzatihi kendileri neyse o” olarak dinleyebilmek ve dinletebilmek için elbette ki maddeye nasıl yaklaştığımız, usulümüz bir hâyli ehemmiyet teşkil eder. Yaklaşımımızdaki edep yahut edepsizlik bizim onunla, onun da bizimle kuracağı ilişkiyi belirler. Enstrümanına dahi edep ve merhamet ile yönelen sanatkârın ellerinden filizlenen ağaç çiçeklenip onu ve dinleyicilerini sarıp sarmalayacaktır.

Sanatkâr, lütfedilen bu müziği, başkalarının dinlemesine vesile olur. Sanatçı, hem bu müziği açığa çıkarmaya vesile olur hem de sanatçının bizatihi kendinde de, kendi fıtratı, kendi derinliklerindeki güzellikler açığa çıkar. Müziğin insan kulağına, ruhuna, kalbine erişmesiyle insanın kendi varlığı ile müzik ilişkiye geçer.

İnsan ve ses karşılıklı olarak, birlikte, el ele oluş sürecini yaşarlar. Müzik dinlenilirken aynı zamanda yaşanılan bir sanattır. Eşzamanlılık (simultaneite) ve süreklilik (succession) ilkeleri burada da görülür. Müziğin insan kulağına, ruhuna, kalbine erişmesiyle insanın kendi varlığı ile müzik ilişkiye geçer. Her an yaşanan yeni bir “oluş”, sanat eserinin icrası sırasında, her “an” evrene salınan yeni bir ses ile el ele, birlikte vuku bulur. “Gerçek”ten “yeni” olan bu “oluş”tur. Bu, Sezai Karakoç’un ifadesiyle “eskimeyen bir yeniliktir”. Sürekli olarak, her an “varlık ağı” içinde olan ‘insan’a, bu noktainazardan bakarsak, yukarıda sorduğumuz soruları da farklı bir açıdan görme imkânı elde ederiz. Müzikte ilk duyuşta çarpıcılık beklentimizin anlamsızlığı yüzümüze çarpar. “An”da bütün zamana yayılma, ses aracılığı ile anlam katmanları arasında yolculuk yapma imkânları mevcut iken.

Tabiatın, evrenin, bedenimizin, ruhumuzun, kalbimizin ritmi daima ahenk içindedir.
Tabiatın, evrenin, bedenimizin, ruhumuzun, kalbimizin ritmi daima ahenk içindedir.

Tabiatın, evrenin, bedenimizin, ruhumuzun, kalbimizin ritmi daima ahenk içindedir. Biz bu muazzam, bu muhteşem ahenge aykırı tutum takındığımızda uyuma aykırı hareket etmiş oluruz. Bu ahengin, bu bütünlüğün, bu “birlik”in idrakinden yoksun hâlimiz ile eylediğimiz eylemlerimiz yıkım ile neticelenir. Çünkü bu müzik, fıtratın müziğidir. Bu müziğin ahengi içine katılan insan da hakiki manası ile “insan” olma sürecine katılır. Kendini o müziğe bırakabilen, ona karışabilen, ona teslim olabilen o bütünün içinde anlam kazanır ve bütün de, beste de onunla tamam olmaya doğru gider. Bataklıkta ayrıksı otlar olarak kalmak yerine gökyüzüne kanatlanan insanın yolculuğudur bu.