Misafir kaldım evimde
Babamın öfkeden oluştuğunu farz etsem de bu yanlış, eksik bir laf olur. Annem, kardeşimi doğururken vefat edince babamın benliğini kaplamaya başlayan öfke, kendisine şekil alacağı bir kap ararken beni buldu. Her şeyin müsebbibi olmaya en yakın en uzak kardeşim de doğumdan iki gün sonra annemin yanına koşturup gidince bir ben bir babam bir de onun öfkesi kalmıştık.
"Bazı üzüntüler, korku ile beraber geliyor kapımıza ki o anda ürkerek ufaldıkça ufalıyoruz" Böyle not etmiştim defterime babam hastanedeyken. Şimdi dakikaların yavaşladığı anlarda, olaylar saniye saniye bölünüyordu zihnimde. Her şey nerede başladı?
Onları hatırlayabildiğimiz en eski zamanlarımızda mı yoksa bizim hafızamızdan bağımsız olarak ilk var oluşlarında mı? Elimdeki fotoğraf mesela. Ufacığım, ufak ve dilinde yalnızca yaşarak öğrendiği kelimeler olan el kadar bir mutluluk bedeni. Bilmiyordum o zaman " öfke", "dargınlık", "kırılma" gibi kelimeleri. Bu kelimeleri babamla öğrendim. Bu fotoğrafta, babasının uyuduğu çekyatın bitişiğindeki tekli koltukta uyumuş, uzattığı eliyle babasının avucunu yakalamış ufak bir kız var hatta yüzünde bir de mütebessim bir ifade. Ne değişti şimdiye? Babam o zaman da aynı kişi miydi? Bana bağıran, anlamayan, dinlemeyen... Sesi gittikçe yükselirken bedeni gittikçe küçülen... Dağ değildi artık bir tepecik yahut daha azı. "Merhumun mezar taşına ne yazılsın istersiniz?" Hiç düşünmemiştim. Ne yazmalı? Bu neden benim görevim? Ne demeli baba? " Besmele-i Şerif yazılsın, yanına da lale motifi yapabilirseniz güzel olur. Ha bir de adı soyadı. Başka yazı olmasın"
Ufacığım, ufak ve dilinde yalnızca yaşarak öğrendiği kelimeler olan el kadar bir mutluluk bedeni. Bilmiyordum o zaman " öfke", "dargınlık", "kırılma" gibi kelimeleri. Bu kelimeleri babamla öğrendim.
Babamın öfkeden oluştuğunu farz etsem de bu yanlış, eksik bir laf olur. Annem, kardeşimi doğururken vefat edince babamın benliğini kaplamaya başlayan öfke, kendisine şekil alacağı bir kap ararken beni buldu. Her şeyin müsebbibi olmaya en yakın en uzak kardeşim de doğumdan iki gün sonra annemin yanına koşturup gidince bir ben bir babam bir de onun öfkesi kalmıştık. " Gözleri olmayan siluet şeklinde kuş da yapabilir misiniz? Caiz mi böyle bir şey bilemiyorum tabii ama…" Mezar taşlarına yazı yazılmasına çok karşıydı babam. Öyle olsun. Besmeleye bir şey demezdi herhâlde ama peki ya kuş, lale? Bu benim için baba. Bir yerde de senin için, ruhuna dualar yollayabilmem için. Merhametsiz sıfatını, tutup kollarından sürükleye sürükleye babamın adının önüne getirmeyi ne çok isterdim! O zaman her şey daha kolay olurdu. Yapamam ama. Çünkü öyle değil ki! Bir gün babamla damdan düşüp ayağını kıran halam için memlekete gitmemiz gerekmişti. Yol, yanında bir insan olunca değil; o insanla muhabbet edince kavuşturan olur da her bir anında kafesinin bir demirini keser insanın. Bizde ise yol, uzuyor; uzadıkça bizi birbirimizden ayırıyor, ayırdıkça uzaklaştırıyordu...
Birden durdurdu babam arabayı. Yüzünde korkuyla karışık bir heyecan. Koştu yolun sağına. Küçük bir kuş, biri çarpmış savurmuş, kanlar var kanatlarının vücuduna yapışık yerlerinde. Babam, bir ömür saçlarımı örmesini beklediğim parmaklarını uzatıyor yaralı kuşa. İncitmekten korkarak kavrıyor zavallıyı. Bana bir işaretle arka koltuğa geçmemi emrediyor, geçiyorum. Kuşu ön koltuğa, yanına bırakıyor usulca. Gidiyoruz. Bir veterinerin önündeyiz. Bir telaşla iniyor babam ve kuş, ben peşlerinden hayli geriden. Yüz ifadesinde takılı kalıyor gözlerim. İlk kez görüyorum bu ifadeyi. Korkuyor. Babam, korkuyor. Kuşu kaybetmekten, kuşun yarasıyla gömdüğü şeyleri tekrar kucaklamaktan... Neyse ki korktuğu başına gelmiyor. Kuşu da alıyoruz, yol devam ediyor. Gözlerim, uzayıp giden bozkırlarda kendini arıyor. Bulamayınca yorgun argın geri geliyor bana eli boş. "Afyon mermeri diye boşuna övmüyor millet. Şunun duruşuna bakın. Yanlış anlamayın ama bizim usta da güzel işlemiş besmeleyi. Meşhur bir hattattır aynı zamanda. Sultanahmet’te bir yerde hocalık da yapar kendisi neydi oranın adı unuttum şimdi.
- Mezar taşı okumak, hafızayı zayıflatır derler ya hani, heh, doğru işte." İnsanlar, salt iyi ya da kötü olur mu? Ya da bir sıfat, bir insanla birleşmek isterse tamı tamına uyması mı gerekir?
Bu soru üzerine ilk ne zaman düşündüğümü hatırlıyorum. Kuşa tahammül edemiyordum. Çocuk ruhumun tüm kini ona doğru koşuyordu. Çiçekler, annemden yadigârdı, onlara olan nefretimi kine dönüştüremezdim ama bu kuş öyle miydi? Oturduğum sandalyeden kalktım birden. Ağır adımlarla ilerledim sonra kuşa doğru. Her bir adımımda dudaklarımı daha çok ısırıyordum. Sanki ısırmaya başladığım dudağım patlasa kanlar süzülse üstüme aksa kinim zayıflayacakmış gibiydi. Bir elimle kafesi açmaya çalışırken diğer elimle henüz iyileşmemiş kuşu, boğazından kavradım. Kapı açılmıştı artık. Elimi önce hafiften sonra da tüm parmaklarımı birbirine kenetlemek istercesine sıkmaya başladım. Kuşun küçük kıpırdanışı, iri iri açılan gözleri ve benim acısını ancak hissedebildiğim dudaklarım... "Ne yapıyorsun sen?!" Donmuş gibiydim. Babamın bana doğru gelişini, hiddetlenen yüzünü, sesindeki savaş tonunu anlıyordum ama kalakalmıştım. Babam, elini havaya kaldırdı. Hep beklediğim andı bu. Bir gün bana vuracağını hep düşünür ve o anın korkusuyla tir tir titrer, bir yandan da o tokadın tesirini merak ederdim. Hazırdım işte şimdi. Ne var ki tahmin ettiğim gibi olmadı.
Bir şey anlatmazdı ama annemi devam ettirirdi bazı zaman. Annemin ektiği her bir çiçekten dal koparıp suya koymuş, dallar köklenince de saksılara ekmiş, annemi çoğaltmıştı böylece.
Önce elini indirdi sonra da parmaklarımı birbirinden ayırdı. Kuşun nefesini kontrol etti. Sonra eğilerek bana baktı. Göz gözeydik. Ürperdim. Gözlerinde görmeyi murat ettiğim ve beni haklı çıkaracak öfke yoktu. Merhamete benzer bir şey gördüm bir an. Kuşu yerine bıraktı, eliyle de dudağımı sildi. O an babamı bir daha tanıdım. Artık benim için salt kötü ya da iyi değildi. Anlamlandıramadığımdı. "İnsan" dedim kendi kendime... Karmaşık varlıklarız. Orta yolda olmak bu. Belki bazen aşağısına ya da yukarısına bir adım fazla atmak, hepsi bu! " Erkek mezarlarına da lale yaptıranı pek görmedim ben hanım abla. Merhum severdi herhâlde." Annem, oturduğumuz binanın en üst katında olan dairemizin geniş çatı balkonunda hayli çiçek yetiştirirmiş. Annemi ve ona ait olan şeyleri hafızamda saklayamadım. Biri bir şey anlatırsa can kulağıyla dinledim ama. Annemi ancak böyle tanıyabildim zaten. Babam, annemden hiç bahsetmezdi, sanki kendisine saklardı onu. Birine annemden bahsetse sanki onu paylaşacak ve kendindeki güçlü mevcudiyetini zedeleyecekti. Bir şey anlatmazdı ama annemi devam ettirirdi bazı zaman.
Annemin ektiği her bir çiçekten dal koparıp suya koymuş, dallar köklenince de saksılara ekmiş, annemi çoğaltmıştı böylece. En çok da laleler. Lale soğanları varmış annemin. Onları ekmiş ekmesine ama dal vermiyor ki lale. Annem gibi dünyaya bir kere gelmiş. Son soğanı bu yüzden ekmeyip alçının içine alıp o alçıdan da saksı yontmuş babam. O saksının hemen yanına koymuştu kuşun kafesini. Geniş bir kafesti bu. Kuşu iyice kendine alıştırdıktan sonra açıyordu kapısını. Semada süzüle süzüle babamı izler sonra da ağır ağır gelirdi yuvasına. Babam, seyrek gördüğüm gülüşüyle temaşa ederdi gelişini. Ben de babamı. O gülünce gülerdim, sonra da kızardım kendime.
Annem, kardeşimi doğururken vefat edince babamın benliğini kaplamaya başlayan öfke, kendisine şekil alacağı bir kap ararken beni buldu.
" Mezarı güzel oldu merhumun hanım abla. Kuşlar su içiversin de merhuma sevap değsin diye kenarlara oluk da yaptık. Güzel oldu güzel. Allah, kabir rahatlığı versin. Bizim işimiz bitti artık ablam. Bir isteğin var mı bizden?" Babamın benimle zorunluluk gereği konuştuğu iki üç kelam dışında derin bir sessizlik hâkimdi eve. Kuşun cıvıltısı belki de bu yüzden rahatsız etmişti beni başta. Babamın çiçeklerle konuşması bile sessizdi.
Dudaklarının kıpırdamasından anlardım onlarla konuştuğunu. Yumuşak hareketlerle oynattığı dudakları benimle konuşurken gergin ve sert hareketlere dönüşürdü sanki her kelimede azap duyuyor gibi. En uzun konuşmamız üniversiteyi il dışında kazandığımda gerçekleşmişti. "İstemiyorsan gitme. Bir daha çalışıp yakınlarda bir yer kazan. Ya da git sen bilirsin" Ben, erken yaşta her şeyi bilmek istemezdim oysa. Bir başınaydım belki de tüm ölülerin babamla vücut bulan ruhuylaydım ki bu da başka bir kimsesizlikti.
Belki de alışmıştım böylesine. Belki ben de yalnız kalmak istiyordum artık. Belki de bu yüzden annemin çiçeklerinden getirdim buraya. Her birini ekmeye başladım toprağa. Yer kalana kadar her birini ektim. Yer kalmayanları geri götürdüm. Ektiklerim soldukça çatıdakileri getireceğim buraya hiçbirine bakmak istemiyorum ben. Biz seninle ayrı yaşadık baba ama bak kardeşimle annem yanındalar. Onlar senin içindelerdi zaten ben de hep dışında. Öldüğüm zaman belki bana da yer açarsın baba.
"Affedersiniz. Vakit hayli geç oldu. Hava iyice kararmadan gitseniz iyi olur hanım kızım. Mezarlık bura en nihayetinde tekin olmaz." Memlekete vardığımızda eniştem karşılamıştı köyün girişinde. Bavulumuzu aldığı gibi köy insanlarına has bir çeviklikle yükleyiverdi eşeğe sonra da beni bavulun üzerine oturttu. Bir elimle eşeğin çülünün ucundaki tutma yerini tutturdu diğer eliyle eşeğin yularını kendi tuttu. Babamın kollarına yatırdığı kuşa baktı bir müddet fazla üzerinde durmadan. Köyün biraz yukarısında eyvanda oturan halamı gördüm sonra. Kırık bacağını ileriye uzatmış, yüzünde doğan güneşin yükselişi gibi yayılan bir gülümseme! Hiç çocuğu olmamış olan halam, her şeyin yerine kucakladı beni, hissettiğim sıcaklıktan anladım.
Bana türlü türlü köy masalı anlattıktan sonra en sonunda " Kızım, olur da bir gün bir mezarlıkta sabahlaman icap ederse sakın iki mezar arasında uyumayasın. İki mezar kavgaya tutuşur yoksa senin için sonra mazallah çarpılır, kalırsın. Bir mezarın üzerinde kıvrıl uyu. O zaman o mezar seni korur. Bu kişi, benim misafirimdir der." Demişti. Ne yapmalı hala? Kıvrılsam şuraya kabul eder mi beni babam?