Kuş oldu kondu hatıra

Acıların, insanı kendine çeken bir cazibesi var. Belki de merhametin ılık tınısı.
Acıların, insanı kendine çeken bir cazibesi var. Belki de merhametin ılık tınısı.

Şimdi her şey, şükre tâbi olacak güzelliğe erişmiş gibi. İliklerime kadar geçsin şu güneş şu masmavi gökyüzü! Alıp götürsün beni ismini bilmediğim rüzgâr, henüz tanışmadığım bulut!

Hayatımızı başka türlü sahiplenemez miyiz? Yani ben şimdi rutinin can sıkan dişleri altında un ufak olmuş ama hâlâ sindirilmemiş şu güzide hayatımı eğip büküp bambaşka yapamaz mıyım? "Affedersiniz şuradan iki Esentepe yollar mısınız?" Bilmem yollar mıyım?

Sevgili Hayat, senin üzerine uzun uzun düşünemiyorum bile görüyor musun? Şu topukluları poşete koyup spor ayakkabımı giysem ne olurdu yani? İşim gücüm üşengeçlik tabii. Aslında tam o da değil elim kolum dolu yürümeyi sevmiyorum sadece; zaten kafamda bin bir iş. Bu kadar sıkış tıkış gitmeseydik de insanların yüzlerini, oradan yaralarını, oradan da acılarını izleyebilseydim. Şimdi kendim, beni acımasız da sanmayasın. Acıların, insanı kendine çeken bir cazibesi var. Belki de merhametin ılık tınısı. Ya da bir gün ana olacak ya da olması istenen yüreğimin anaç tavırları. Kim bilir? Sahi insan, tam olarak neyi bilir? Ya da bildiğiyle ne yapar? Bu sabah kahvaltı yapmadan çıktım diye hep bu tatava.

Sonbaharın en taze merhabası! Hoş geldin! Bakışlarımı yukarıya çevirdim. Ağaç dalları arasından üzerime sarkan yaramaz güneşi saçlarından yakaladım. Öyle yumuşak öyle canlı öyle parlak...


Yoksa ben kim böyle felsefik kedi tavırları kim? Ah bitmiyor bu yol! Minibüse de tekrar binilmez şimdi hele de hava bu kadar güzelken. Oturdum banka. Tekim. Sokak sessiz. İşinde gücünde kimseler, işinde gücünde değilmiş gibi takılan ben gibi banklarda oyalanmıyor tabii. Hay ya!!! Görüyor musun kendim, bak kuş da pisledi üzerine tam oldu. Eyvallah kuş kardeş eyvallah, bak hâlâ kardeş diyorum, bir daha karşılaşırsak rica edeceğim az öteye gidiver. Pis pis sırıtıyordur şimdi Allah bilir. Gözleri yok mu bu hayvanların? Var, bilerek yapıyorlar. Uçak muçak yaptık ya şimdi taarruzlarla topla tüfekle nükleerle paraşütle. Atalarının kinini alıyor işte bizden keretalar. Yani vaki midir Yavuz Sultan Selim Han'ın üzerine böyle pat diye bırakıversinler? Hangi kaynak yazar böyle bir şeyi? Tüm garezleri bize. Uyuzlar. Üzerimi temizleyeyim bari kurumadan. Bu sefer de salına salına bir yaprak düşüverdi kucağıma. Rengi kırmızıya yeni dönmüş.

Sonbaharın en taze merhabası! Hoş geldin! Bakışlarımı yukarıya çevirdim. Ağaç dalları arasından üzerime sarkan yaramaz güneşi saçlarından yakaladım. Öyle yumuşak öyle canlı öyle parlak... Gözlerimi kapattım derinden. Güneşin, yüzümü gıdıklamasına izin verdim biraz. Şimdi her şey, şükre tabi olacak güzelliğe erişmiş gibi. İliklerime kadar geçsin şu güneş şu masmavi gökyüzü! Alıp götürsün beni ismini bilmediğim rüzgâr, henüz tanışmadığım bulut! "Hanımefendi şu bankın altını süpürmem lazım kalkar mısınız?" Tabii kalkarım, niye kalkmayayım. İşe de geç kalıyorum zaten. Doğaymış tabiatmış bize ne değil mi? İnsanlar için mi yaratıldı sanki di mi caaanımm. "Yaprakları neden süpürüyorsunuz ki? Çok hoş gözüküyorlar. " "Tabii tabii siz süpürmediğiniz için hava hoş. Bize kızıyorlar sonra!" Herkes dertli, herkes sinirli be kendim! Takılma sen. Al voltanı düş yollara. Ne demiş şair: "Geçse de yolumuz bozkırlardan denizlere çıkar sokaklar".

Sonbaharın en taze merhabası! Hoş geldin!
Sonbaharın en taze merhabası! Hoş geldin!

Biz henüz bozkırı bulamadık gerçi hangi betonun ardından gitmezsek bozkıra çıkarız, daha denizi bulacağız da! İçeriye girsem mi girmesem mi? İstifa mı etsem acaba, ama parasız da olmuyor şimdi. Başka bir iş de bulmadım hem nereye istifa ediyorum. Biraz gerçekçi ol kendim! Ve başlıyoruz, hadi bismillah! Masanın üzerinde küçük bir kutu var. Basit, alelade bir kutu. Alelade şeylerden hep ürkmüşümdür, sıradanlığının ardında ne sakladığını bilemezsin tanışmadan. Açtım. İçinde küçük bir kartvizit demeti. "Anıl..." "Anıl Mobilyacılık?" Bu ismi nereden hatırlıyorum? " Neva Hanım, yan firmanın kartvizitleri gelecekti bugün ne oldu onlar?"

  • "A şey... Burada geldiler." "Güzel, iletişim bilgilerini bir kontrol edelim, sonra da tanıtıma çıkaracağımız örnek katalogların kenarlarına zımbalayalım. E hadi. Çok işimiz var bugün. Mesaiye de kalabiliriz herkes hazır olsun söylersin."

Söylerim sonra da sanki ben diyormuşum gibi suratıma kinle bakmalarını seyrederim hoş ben söylüyorum tabii teknik olarak ama zeval olmuş bir elçiyim işte! Kataloglar neyse ki çok değil. Zımbanın çıtırtılarına dalıp gittiğim sırada bir resim ilişti gözüme. Tahtadan tasarlanmış bir yüzük, kenarında minik yaprak deseni ve ben daha ortaokuldayım... 6. sınıfın ikinci dönemiydi. Folklor ekibinde ben de vardım tabii malum annem beni başından savmak için her kursa yazdırırdı sağ olsun. Gerçi hakkını yemeyeyim o zamanlar yüzümde koca bir mutlulukla yöre yöre gezdiğim türkülerin, hoplayıp zıplayarak yol aldığım horonların üzerinde dolaşıyordum. 23 Nisan yaklaşmış, ekibimizin gösterisine başlanmıştı. Halay başında masmavi gözleri, bulut yüzüyle de Anıl! Tamam! Buldum seni çocuk kalbim! Herkesin sevdiği, bakmaya kıyamadığı benimse aklıma gelmeyen Anıl.

Böyle devam ederse öğretmen alıp en sona atar beni. Kendimi toplamam lazım ama ben, boncuk boncuk terliyorum.


Öğretmenimiz beni onun yanına geçirince, tüm kızlar gözlerini kısıp dudaklarını ısırarak bana bakmışlardı uzun uzun, delici delici, hayret nasıl nazar olup da çatlamamışım. Parmakları, parmaklarımın arasındaki boşlukları bir bir doldururken içimde de eksilen artan şeyler oluyordu anlayamadığım. Ne diyeyim şimdi kendim? Ben de çocuğum tabii o zamanlar; ama doğuştan taşıdığım bir kalp de vardı içimde ne nihayetinde! İki elin tekleşmesi bitince bakışlarının yüzümde birleştiğini anladım. Ben de kafamı kaldırdım tabii güneş öyle tepemdeydi ki annem gibi gözlerim kısıldı, allak bullak oldu yüzüm. Bundan sebep herhalde Anıl da gülümsedi. Her bir yanı kâinat bu çocuğun. Gözleri gök, yüzü bulut, gülüşü ay... Ben de ufaktan hızlıca âşık olmaya başladım. Ellerim terlemeye başlayınca da ne utanmıştım. Kendimi ele veriyordum işte. Adımları da karıştırmaya başladım.

Böyle devam ederse öğretmen alıp en sona atar beni. Kendimi toplamam lazım ama ben, boncuk boncuk terliyorum. Neyse ki hava bozdu. Serin bir rüzgâr geliyor yardıma. Tabii yardım ettiği kişi ben olunca bir aksilik de takip etti hemen. Fesim başımdan düştü, mahçup bir yaprak gibi savrulmaya başladı ansızın. Anıl, elimi bırakıp koştu, yakaladı, getirdi fesi bana. Dağınık saçlarımın üzerine usulca koydu önünde altın işlemeleri sarkan fesi. Gözlerini de gözlerimin tam üstüne bıraktı. Zalim çocuk. Yapılır mı böyle şey, el kadar kıza. Mecazi anlamda da değil üstelik ne kısaydım o zamanlar! Aradan günler geçti, Anıl'ı da beraberinde götürmek istediler. Taşınıyorlarmış. Daha biz yeni tanışmıştık oysa, kalplerimiz yeni gülümsemişti birbirine.

Olacak iş mi bu şimdi. Okulun kapısına kadar uğurladık Anıl'ı. Gözlerinde bu sefer yağmur. Ah be Anıl. Döndü ansızın. Ailesi şaşkın bakıyor.

Koştu geldi yanıma. Kızlar, yine bakıyor fitne fesat. Avucumu aldı avucuna. Minik bir yüzük bıraktı. Yeşil yaprak desenle kahverengi bir yüzük. Döndü gitti sonra. "Neva, muhasebeye bir uğra bakalım iadeleri halletmişler mi. A bir de Anıl Mobilya'ya uğra.

Adresi kartvizitte yazıyor. Taksiyle git faturayı buraya kesersin. Genel müdüre selamımı ilet. Şu dosyayı bizzat kendisine teslim et. Bir şey olursa ararsın. Haydi" Gidelim bakalım. Gidelim. Başımızı da kendimizi de Anıl'ı da alıp gidelim!