Marlboro Man
Bugün İslam olmadan yakın olması mümkün kılınan her neyse o bir işgal girişimidir. Çünküyedi düvel bir olur, ateş kusan gemilerle, mavzerlerle makinelerle gelir ama adına şehitlikdenilen büyük mertebeye toslar gider. Yenilsek de kazanırız. Kalanlar “bir gün mutlaka”der. Bir gün mutlaka demek iç kalemizdir. Huruç hazırlığıdır.
Hayatımda havaalanına ilk defa teyzemi uğurlamak için gittim. Yeni evlenmiş ve eşiyle birlikte Amerika’ya gidiyordu. Orada yaşayacaklardı artık. Çocuktum ve kızgındım. Adamın biri teyzemi Amerika diye bir yere götürüyordu. Amerika çok uzak bir yerdi. Pasaport noktasından vedalaşıp gittiler. Gittiler ama onları hala görebiliyordum. Orada bankoların arkasında sandalyelere oturmuş bekliyorlardı. Yanlarına gitmek istedim, tuttular. “Hani Amerika uzak bir yerdi, işte görebiliyorum, oradalar” diye ağlamaya başladım. Annem aldı beni, büyük camların arkasında pistlerde bekleyen uçakları gösterdi; “biraz sonra bu uçaklara binip gidecekler Amerika’ya oğlum” dedi.
İkna olmadım ve küstüm. Bütün küskün çocuklar gibi koşarak oradan uzaklaştım. Havaalanı koridorlarında sebepsizce koşarken duvarda boydan boya asılmış büyük bir afiş gördüm. Batan güneşe doğru yürüyen bir at ve atın üstünde ağzında sigara elinde kement bir adam… Kocaman harflerle “American Blend” yazıyordu resmin altında. Marlboro Man ile de böylece tanıştım. Amerika hem çok uzak hem çok yakındı. Amerika neresiydi?
Çocukluk hikâyelerini değil ama imgelerini önemserim. Saf idrak. Teyzemi Amerika’ya uğurladığımız o günden beri Amerika benim için elinde kement günbatımına yürüyen o cowboydur. Yıllar sonra Albert Borgman’ın postmodern toplumu “Marlboro Man” ile açıkladığını okuyunca çok şaşırmıştım.
Aslında postmodern toplumun mimarı olan Amerika’yı da yine Marlboro Man ile açıklamak mümkündür. Atın üzerinde özgürce gezinen, güneşin doğduğu ve battığı her yere giden, kement sallayan, sürüye yön veren, sürüden ayrılanı engelleyen ve onu damgalayan bir cowboy. Kendisine ait olmayan topraklarda acımasızca at sürüp kement sallayan bir zorba.
Gemilerle yeni bir başlangıç için Ellis adası açıklarından New York’a giriş yapan göçmenler, İspanyol masallarındaki altın ülke El-Dorado’ya geldiklerini zannediyorlardı. Çok geçmeden İtalyanlık, Almanlık, İrlandalılık yerini Amerikalılığa bıraktı. İtalyan’ın elinde pizzası, İrlandalı’nın gaydası, Alman’ın ise sadece soy ismi kaldı. Batı yeni bir form içerisinde ortaya bir tür Frankenstein çıkarmıştı. Etki sahasında herhangi bir milli kimliğin ayakta kalması mümkün değildi. Çok geçmeden Ellis adası dünyanın her yerinde fast food, kahve, Blue Jean, çizgi film, süper kahramanlar, modern cult’lar, kolejler vs. olarak tezahür etti. Pasaportsuz Amerikalılar sınıfı için uygun şart ve ortamlar hazırlandı.
Zorba kementini Arizona çöllerinde değil oturma odamızda, sokaklarımızda, meydanlarımızda atıyor. Kement zihnimize ve kalbimize atılıyor. Tarihin sonunu değil, yakın ve uzak olmanın sonunu getirdi Amerika. İletişim ve bilgi çağından bahsetmiyorum. Medeniyetlerin etkileşimi de değil mevzu bahis ettiğim. Biz biliyoruz ki Batı medeniyetiyle temas eden elçilerimiz, seyyahlarımız fiziken yakın zihnen çok uzak bir yerlerden anlattılar olan biteni. Tebaasına çılgınca adetler getiren krallardan, gülünç buldukları aristokratlardan, tuhaf kıyafetlerden, toplumu bölen kastlardan bahsettiler. Ne yakınlık ne yatkınlık. Zihinlerini özgür ve kendi çarkları içerisinde muteber nesneler olarak korudular. İslam olmadan yakın olmak mümkün kılınmadı.
- Bugün İslam olmadan yakın olması mümkün kılınan her neyse o bir işgal girişimidir. Çünkü yedi düvel bir olur, ateş kusan gemilerle, mavzerlerle makinelerle gelir ama adına şehitlik denilen büyük mertebeye toslar gider. Yenilsek de kazanırız. Kalanlar “bir gün mutlaka” der. Bir gün mutlaka demek iç kalemizdir. Huruç hazırlığıdır. Gel gör ki kalbimiz işgal edilirse o zaman dilimiz“ bir gün daha” der. Bir gün daha şu dünyadan kam alalım…
Amerika İslam topraklarını işgal ediyor, evet. Bir gün mutlaka kovarız. Fakat Amerika sadece İslam topraklarını değil, ümmetin kalbini de işgal ediyor. Batı’nın en vahşi hali olarak uzaklardan zuhur ettiği zaman kalbimizi ondan sakınmak konusunda ihtiyatsız davrandık. Düşmanı tanımlamak konusunda acze düştük. Bu vaziyet içerisinde 15 Temmuz gecesine kadar geldik. O gece Amerikanlaşmanın nüfuz edemediği bir yer harekete geçti. Yunus’un dili, Mısri’nin nefesi, Dadaloğlu’nun cesareti, sandıktan çıkan Ali cenkleri…
Hani Anadolu mayası dediğimiz, kocamış ihtiyarların tahkim ettiği, dedesinin adını taşıyan oğulların ruhlarının en mahrem köşesinde taşıdıkları şey. Adem ejderhası gibi tankların önüne çıkmayı gerektiren iç güdü. Üzerini molozlarla kapladığımız, kilit üstüne kilit vurduğumuz bütün o miras tarihin içinden sökün etti. Yunus, Marlboro Man’in kementini tuttu ve atından alaşağı etti. Onunla beraber Müslüman kisvesi içerisinde bize oyun eden Amerikalıları da ayağımızın dibinde bulduk. Tehlike geçmiş değil. Tavşan uykusunda, alesta beklemek zorundayız. Belki de ömrümüz böyle geçecek. O halde ısrarla şunu sormak istiyorum; Size en yakın Amerika nerede?