Kültür savaşı veremeyiz, çünkü...
Müslümanların dünya sistemine alternatif olan ontolojileri boyut değiştirdi; biz kapitalist Batı medeniyetine bir karşılık vermek için yola çıkarken küresel kültürün şubesi hâline geldik. Gündelik hayatımız, zihinlerimiz, estetik algımız tamamıyla seküler-kâfir kanallarında inşa edilen hayat nizamına göre şekilleniyor.
Türkiye’de kültür hayatı gün geçtikçe daha da kısırlaşıyor. İmkânların artmasına, farklı kültür kanallarının kurulmasına, başta sosyal medya olmak üzere “malumat”a erişimin daha kolay olmasına rağmen kültür ve kalite geriliyor.
Belki de sadece kültür ürünlerinin, entelektüel malzemenin tadı tuzu ya da “anlamı” kalmadı. Bu memlekette sabit kaidedir zaten; “Kültür karın doyurmaz.” mottosu uyarınca sahiden kaliteli, sadra şifa ürünler verirseniz “cepten” yersiniz. Açıkçası kültür “ekonominin bir kolu”dur. Kültür gündelik hayatı kurar, bireyleri ve toplumları belli bir yöne sevk eder… Kültür araçtır, paradigmanın sonucudur. Günümüzde kültürel hayatımızı ne İslam düşüncesi ne kadim ananelerimiz ne geleneklerimiz ne örfümüz yönlendiriyor.
Günümüzde kültürel hayatımızı ne İslam düşüncesi ne kadim ananelerimiz ne geleneklerimiz ne örfümüz yönlendiriyor.
Kültürel iktidar tartışmalarında, “eser” merkezli eleştirilerde belki dikkat edilecek tek nokta ürünün menşeidir. Kültürel iktidar sadece çevre-mahalle kavgası mı; yoksa bireyleri, insanları, Türkleri, millet varlığını oluşturan, yönlendiren felsefenin, düşüncenin ve medeniyetin sonucu mu? Bu iki dikotomik mesele kültürel iktidar kavgasının akıbetini de netleştirir.
Evimizi kaybettik
Günümüzde kültür, millet bağımızı, insani varoluşumuzu, Müslüman benliğimizi yoran, yıpratan, yok eden pek çok içerik üretmekte… Mesela, ev merkezli yaşayan, düşünen biz Türkler, evden çıkıyoruz, ev ile bağımızı o çok öykündüğümüz Japonlar gibi sadece “otel” kıvamına getiriyoruz. Ev bizde yaşanan bir yer iken şimdilerde sadece konaklama yapılan bir mahale dönüştü. İlk fırsatta ailecek “ev”den kaçıyoruz, AVM’ye, “brunch”a sığınıyoruz, çalışmalarımızı büro dışında kafelerde gerçekleştiriyoruz. En hayati noktalardan birisi de “eve misafir kabul etmemek” için türlü gerekçeler buluyoruz. Çok pahalı eşyalar alıp onları “gösterme zevki”ni bile bulamıyoruz. Belki çalışan kadın ya da çalışmadığı hâlde onlara özenen ev hanımlarını dışta tutarsak, eski kültürden gelen kadınlar da günlerini artık pidecide, kafede yapıyor. Buna yeni mimari anlayışımızı da ekleyebiliriz. Türk evi, bahçesi ve odalarıyla hayata açılırdı. Şimdilerde rezidanslara, güvenlikli sitelere gözümüzü diktik. İnsanlarla karşılaşmamak için kasıtlı olarak çok katlı binaları arıyoruz.
Güven kavramını ilahi olandan çıkarıp güvenlik görevlisine devrettik, bu seküler itikat her zaman işe yaramıyor elbette.
Mesela Reina katliamını yapan eleman, öncesi ve sonrasıyla günlerce güvenlikli sitede saklanmış, katil aramızda yani! Komşulardan, insanlardan, selamdan kaçmak anlaşılabilecek şekilde günümüzün insani ilişkilerinin arasına girdi, olabilir. Mesele, bu kültürü ideal diye sunmakta. Tabi kapitalizm aynen kıbleyi gösteren kredi kartı ve seccade gibi insanların duygularını, hassasiyetlerini düşünür; bloklarının şekli itibariyle Arapça “Allah” yazan site inşa ederseniz dindarlığınıza mutluluğu da ekleyebilirsiniz! İnsan ilişkilerinde ev merkezliliğin ortadan kalkması tabi sosyal medya, Whatsapp gibi imkanlarla da ilgili… Farkında mıyız, hayatımızda en çok dostlarımızdan yakınıyoruz, dostluklardan, arkadaşların birbirini satmasından… Çünkü paylaşmak, bölüşmek, yol arkadaşlığı etmek en önemlisi de dertleşmek yok hayatımızda. Peki ne yapıyoruz, derdimizi bir başkasına “aktarıyoruz.” Sosyal medya, cep telefonu insan ilişkilerinde pervasızlığı getirdi, çok kızsak bile dostumuzla yan yana geldiğimizde “ağzımıza geleni” söylemiyorduk, asgari nezaket hâlâ var idi; şimdi ayrılıklar, boşanmalar, ilan-ı aşklar çok kolayca Whatsapp üzerinden gerçekleştirilebiliyor. Sevinirken de, üzülürken de, pişmanlığımızda bile dostumuzun, düşmanımızın yüzünü, gözünü görmüyoruz!
Kapitalizm “hiçlik” gibidir, doymak bilmez!
Müslüman asaleti yerlerde
Küresel kültür hayatımızın her safhasına yerleşti, öyle bir hegemonya kurdu ki, çocukların oyun algılarından büyüklerin aile kavramlarına kadar ciddi aşınmalar meydana geldi. Günümüzün kültürünü belki rahatça ve basitleştirip önemsizleştirerek geçici deformasyon gibi yorumlamak mümkün. Halbuki insanın insanla, bireyin kendisiyle olan çatışması ciddi boyutlara ulaştı. Meseleyi pop ve tüketim kültürüyle izah edersek yanılırız; hegemonya kılcallara nüfuz etmiş durumda, hegemonya erkten farklı olarak “icbar edici” değildir. Küresel kültür eski usulleri uygulamaz, zora koşarak kültür aktarımı yapmaz; şapka, dil, eğitim gibi devrimlerle bizi kalıplara sokmaz. Fakat şedit uygulamalardan daha dönüştürücüdür. Hegemonyası gönüllülüğe dayanır. Kredi kartı gibi… Hayatımızı son derece kolaylaştıran bir nesne kredi kartı, yalnızca tüketimi artırması bakımından değil, küresel finansa yerleştirdiği için de hegemonyayı devreye alır.
- Sigorta, faiz, krediler insani ve Müslüman kimliklerimizin ipotek altına alınmasından başka ne anlama gelir ki? 10 yıllık kredi çektiyseniz, dünyada kapitalist nizamın krize girmemesi için dua edersiniz… Bir kere sorgulamayı bırakıp, tek seferlik faize bulaştıktan sonra da sistem normalleşiverir.
Alternatif bir okul ve eğitim sistemi, alternatif iktisat hayallerden çıkar. Yeter ki kapitalist düzenin çarkı dönsün. Kapitalizm elbette sizi inançlarınıza göre rehabilite etmeyi unutmaz, işi kılıfına uydurmayı ihmal etmez kapitalistler. “İslami bankacılık” gibi… Eğer hâlâ tereddüt içindeyseniz, “kıbleyi gösteren kredi kartı” ile kalbiniz mutmain olur! Kapitalizm “hiçlik” gibidir, doymak bilmez! Gündelik hayatımız küresel finans şirketlerinin iş takvimine göre şekillenir, ürünler tek merkezden çıkar; arzu fabrikası bizim neyi seveceğimizi, neyden keyif alacağımızı belirler; reklamını yapıp, güçlü dağıtım ağıyla marketlere yerleştirir. Artık sadece televizyon kültürü bakımından değil toplumları biricik, kendine özgü kılan yeme içme, müzik, dans gibi zevklerde de bir örneklik yaşanır. Dünyanın doğusuyla batısı arasında, din, etnik ayrım gözetmeden “herkes” kültür endüstrisinin, arzu fabrikasının ürünlerini kapmak için can atar. Çin malı ürünler, Çinlilerin kültür emperyalizmini anlatmaz, tam tersine Batılı kapitalist medeniyetin izlerini taşır. Müslüman benliğimiz, kalben huşu içinde Kâbe’de dua edip, tespih çekerken onların Çin’de üretildiğiyle ilgilenmez.
İletişim ve ulaşım devrimi
Türkiye, 80’li yıllardan sonra çok hızlı bir toplumsal dönüşüme geçti. Kimileri 12 Eylül darbesine, onun açtığı nihilizme bağlasa da, esasında bu devrim Özal’ın liberalizmi ile bilhassa iletişim ve ulaşım teknolojileriyle yaşandı. Neoliberalizm 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül ile Türkiye’ye giriş yaptı. Neoliberalizmin en bariz etkilerinin başında “küreselleşme”ye götürecek ve dünyayı küçük bir köye çevirecek “ağ” sistemi gelmektedir. Bu ağın içinde iletişim ve ulaşım bulunur. Radyo ve en fazla siyah beyaz televizyonu olan Türk milletinin evine, 90’lara girerken telefon, televizyon, 2000’lerdeyse internet girdi. Radyo “melankoli”, televizyon ve internet “pür eğlence” demektir. Toplum bu yeni teknolojilerle “görme, görünme ve gösterme” hastalığına tutuldu. “Büyük Göz”ün takibine gerek kalmadan başkalarını izlemek, kendini göstermek, görünmek üzerine bir kültür inşa ettik. İnternet bir nevi öncelikle “çet odaları”yla sonrasında sosyal medya ile röntgenciliği meşrulaştırdı. Ev hanımları, yaşlılar bile fotoğrafın, sosyal medyanın gücünü keşfetti, iletişimi bütünüyle ağa devretti.
“Büyük Göz”ün takibine gerek kalmadan başkalarını izlemek, kendini göstermek, görünmek üzerine bir kültür inşa ettik.
Mobeselerin, telefon ve bilgisayarların, kredi kartlarının aracılığıyla takip edildiğimiz, ne yiyip ne içtiğimizin “Big Brother” tarafından görüldüğü yetmezmiş gibi; sahiciliği öldüren, ifşayı, röntgenciliği, izlemeyi, yediğini içtiğini gezdiğini paylaşmayı, hazza, tutkuya, kıskançlığa hasreden bir kültüre tutulduk. Bağımlılık, uyuşukluk gibi menfi etkiler gündemden düştü, bunun yerine artık başta evlilik, flört, cinsellik, kariyer, gündelik hayat stilinin mahremden taşarak “herkesin beğenisi”ne sunulması bir kültür hâlini aldı. Daha 80’li yıllara kadar, hanesini meleklerle paylaşmak için “sureti evine sokmayan”, devlet işi yüzünden mecburi vesikalık çektiren kültürden, fotoğraf ve kamera vasıtasıyla özelini “dünyaya açan” bir hayat tarzına geçtik. Belki en kötüsü bunun İslami olup olmadığı sorgulamasını yapmadığımız gibi bu tür yaklaşımları “çağdışı” görme eğilimimiz.
Kültürel afazi
“Görme, gösterme, gözetleme” toplumu olmamız, bir bakıma gastronomiyle de ilgili… “Yemeğe çıkma”, iş, arkadaşlık, sevgililik durumunu da aşıp hane halkının iletişim vasıtasına dönüştü. Sebep sadece ev içindeki iletişimsizlik ve sosyalleşme ihtiyacı değil, yine “gözetleme-ifşa toplumu” olmanın getirdiği takip mesafesi ve statü arayışının da etkisi... Toplumdaki sınıflar kazançlarına bakmadan bir üst gelir grubunun davranışlarını taklit etmeye başladı. Bu konfor, ülkenin iktisadi yapısıyla ilgili olsa bile “kültürel afazi”nin sonucu…
Organik ürün arayışı, dün tereyağına kötü derken bugün baş tacı yapma, lokman hekim kültü, herkesin gurmeleşmesi-Vedat Milorlaşması enteresan bir değişimi beraberinde getirmektedir. Toplum öncelikle birbirine güvenmiyor, çocuk tacizleri, kaçırmaları artık “çocuk başı okşama” kültürünü de ortadan kaldırmaya başladı; şüpheyle yaşamak bizim kültürel genlerimize işliyor. Asker topluma, toplum cemaatlere, polis askere, insanlar esnafa, devlet kimseye güvenmiyor; güvenilmez toplum algısı beraberinde komployu tek meşru kaynak görmeye kadar götürüyor.
Dış güçler ekonomik ve siyasi operasyon yapıyor evet, fakat taciz, öldürme, hayvanlara işkence, komşumuza dahi güvenmemeyi de mi belirliyor…
Çünkü retorik bir hayat yaşıyoruz, samimi ve sahici bir hayatı, kültürü, düşünceyi gündemimizden yavaş yavaş çıkardık. 15 Temmuz’da ve sınır ötesi harekâtlar esnasında “vatan-millet-Sakarya” edebiyatı yapılırken, öte yandan yılda 50 bin kişi çürük alıp askerden kaçıyor, Twitter’da bedelli talebi “tt” oluyor! Bu çelişki, millet bağını zedeleyip, koparacak boyuta getirdi. Cari kültürün ne derece kalıcı olup olmayacağını bilemeyiz fakat millet bağımızın kodlarıyla oynadığı kesin. Değerlerimizi, kutsallarımızı pazarlama yeteneği de kazandık bu süreçte… En son 15 Temmuz’u baz alırsak, onun kahramanı hâline gelen Ömer Halisdemir’in adına site yapan, “15 Temmuz Otoparkı” kuran, milli piyangoya Akif, paraya Yunus Emre fotoğrafları yerleştiren, at yarışına “Necip Fazıl” adını veren bir toplum elbette küresel kültüre bağlanmıştır. Bu yabancılığı kapatmak için elden geldiğince tarihe ve geleneğe sarılmak ise cabası… Ok atmanın, at binmenin, ebru yapmanın reel dünyada bir karşılığı var mı, hayır; fakat kültürel deformasyonu örtmek, vicdan azabını kapatmak için iyi bir yöntem aslında… Cumhuriyet döneminin, neoliberal kültürün Türk milletine yaptığı fenalıkların başında otorite kaybını kurumsallaştırması olmuştur.
Meşruiyet zemini toplumumuzda kayıp gitti; insanlar kendilerine bir gelecek sunan her yapıya tutunuyor. Kanser, yeni tür hastalıklar, erken ölümler… Müslüman bir toplumu seküler kaygılara itti. Bu yüzden diyet, sağlıklı yaşama, spor, meditasyon, hafta sonu gezileri, vitamin takviyesi, mutfakta vakit geçirme, tamirat yapma, hafta sonu için hobi bahçesi satın alma, yaşam koçlarına danışma bireyin kafasını dağıtması, maneviyatını düzenlemesi için tavsiye edilen etkinlikler… Küresel kültür, kapitalizm yeni itaat biçimleri, yeni disiplin alanları icat etmede çok mahir.
- İnsanlar Allah’a hesap vermekten korkmuyor artık; ancak diyetisyenin, doktorun, yaşam koçunun, spor hocasının sözünden de çıkmıyor!
Kendini adım adım kontrol eden, çocuğunun her bir saniyesine nüfuz eden, elindeki listelere göre denetleyen bir kültür, ister istemez, güya özgürlük adı altında medeniyetin kontrolüne girmiştir. Bu yüzden olacak yine yeni kültürel doneler hayatımızı işgal etmeye, dimağımızı ele geçirmeye başladıktan sonra “nostalji”ye, 80’lere, 90’lara dönmek, eski dizilerdeki, filmlerdeki “masumiyet”i, saflığı, mazbut hayatı, bir lokma bir hırka döneminin sade yaşamını, dayanışma, mahalle ortamı güzelliklerini aramak sâri bir yarış oldu.
Kapitalizme teklifimiz!
Küresel kültür gündelik hayatımızı, ideallerimizi, inançlarımızı belirliyor. Kültür hayatı da buna çok teşne. Kültürel iktidar arayışları içinde kültürden anladığımız, projelerle kalkınmak! Bu süreçte kültür hayatını komünler işgal etti. Postu bir imkana serenler kendi iktidarını kurmak için gayret sarf ediyor. Yazı atölyeleri, okuma grupları, “think tank” adı altında özerk menfaat şebekeleri, uzun dönemli güya derse benzeyen eğitim programları… İslami kesimin kültürden anladığı sadece bunlar, günü geçiştirme. Belki son yıllardaki tarihi filmleri bir gelişme olarak görebiliriz, fakat kültür endüstrisinin hemen hiçbir kolunda ne öncülüğümüz ne ağırlığımız var.
Bireye, topluma, devlete ve elbette dünyaya bir sözümüz, tezimiz, vaadimiz yok. Eskiden manevi-metafizik katkılarımızın olacağını iddia ederdik artık maddi medeniyetin unsurlarından biri olduk. Müslümanların dünya sistemine alternatif olan ontolojileri boyut değiştirdi; biz kapitalist Batı medeniyetine bir karşılık vermek için yola çıkarken küresel kültürün şubesi hâline geldik. Gündelik hayatımız, zihinlerimiz, estetik algımız tamamıyla seküler-kâfir kanallarında inşa edilen hayat nizamına göre şekilleniyor. Elbette bu ortamda biz Müslümanların dünya sistemine teklifi olacak; diyoruz ki, ürettiğiniz sistemi iyi yönetemediğiniz için sürekli kriz çıkıyor, bize bırakın, kapitalizmi taşlı tarlaya sokmadan yürütelim!