Kolonya: Bir gelecek hatırası
Zaten evinden neredeyse hiç çıkmayan biri için bu günler bazen tuhaf bir teselli de sunuyor. Çünkü herkes evde ve herkes hayattan bir şeyleri "kaçırıyor". O zaman, evden pek çıkmayarak, "Acaba neler neler kaçırdım hayattan uzak kalarak?" sorusunu önceden sorup hayıflanan biri, bugünlerde "herkes kaçırıyor, neyse onlar" deyip kendini biraz daha huzurlu hissedebiliyor.
İşte bu yüzden, eserimi tamamlayacak vakti bulabilirsem, her şeyden önce insanları birer hilkat garibesine benzetme pahasına da olsa, mekânda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan varlıklar olarak tasvir edecektim kesinlikle, çünkü insanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler. "
S O N
Marcel Proust, Yakalanan Zaman, Kayıp Zamanın İzinde 7
Rebul. Kasada gördüğüm son kutuydu. Bana bakıyordu. Aslında ihtiyacım yoktu. Zaten benim alışverişlerim bazen ihtiyaç dışındaki güzelliklere uzanmaktır.
Kutuya bakarken içimdeki sesin -içimdeki ses, sen kimsin- onu almam gerektiğini bana söyleyişini duyuyordum. O an ihtiyacım olmasa da bu kolonyayı alırsam hayatım için küçük bir nefes kazanacağımı biliyordum. Zarif ve hâlâ atmadığım kutusuna uzandım, dııtt!, poşete. Marketten çıktığım zaman yürüyüşüm hafiflemiş, yüzüm normalleşmiş ve uzaktan bana bakanlar için evine dönen normal bir market insanı, eve sakin yürüyüş insanı olmuşumdur. Onlar öyle sanıyor elbette. İçimde koşturan adımlara kaptırmıştım bile kendimi. Ama nereden bilecekler alt tarafı bir kolonya almanın bende nasıl bir rüzgâr biriktirdiğini, nasıl bir saadet paragrafı açtığımı kalbimdeki kâğıda ve şimdiden evde beni bekleyen kokuya nasıl yürüdüğümü? Eve girdim, poşetleri masaya bırakıp kolonyanın kutusunu çıkardım. Neden heyecanlandıydım? Size çok mübalağalı görünebilir ama ben biliyorum heyecanımın nedenini, nedenlerini…
Kapağını kaldırıp, heyecanla ve hızla burnuma yaklaştırınca şişeyi, kelimelere sığdıramayacağım -bakmayın böyle yazdığıma, birazdan sığdırmaya çalışacağım- o muhteşem, -muhteşem çok şatafatlı oldu esasen, tabi ki muhteşem ama başka bir kelime bulmalıyım- o nazlı -evet nazlı!
Bunu anlatabilmem için bütün hayatımı anlatmam gerekecek. Bunu yapamam ama hayatımın bu heyecandan taşan kısımlarını anlatabilirim. Ben bir şeyde her şeyi görüp, bir şeyi anlatmaya her şeyden başlayan insanlardanım. Sadece o anki heyecanımı anlatmam demek, her şeyi anlatmak demek olacaktır. Neyse. Bu, kenarda, olan bitene tepeden bakan bir büyük göz olarak dursun. Havada. Göklerde. Orada. Kutudan şişeyi çıkardım güzelim siyah kapağından tutarak. Rebul BOUQUET refreshing eau de cologne. 1895. Uzun uzun baktım şişeye. Yazıların altında kırmızı ve pembe şakayık çiçeklerinin resmi vardı güzelce. Elbette şakayık çiçeğiyle birbirimizi tanımayız. Onun şakayık çiçeğini olduğunu güzelim kutunun yan yüzünde yazılanları okuyunca anladım: "Asaletin simgesi şakayık buketi" başlığının altında yazıyordu Japonya'da baharı müjdeleyen şakayık çiçeğinin Rebul Kolonyası ile buluşmasıyla hikâyenin başladığı…
Kapağını kaldırıp, heyecanla ve hızla burnuma yaklaştırınca şişeyi, kelimelere sığdıramayacağım -bakmayın böyle yazdığıma, birazdan sığdırmaya çalışacağım- o muhteşem, -muhteşem çok şatafatlı oldu esasen, tabi ki muhteşem ama başka bir kelime bulmalıyım- o nazlı -evet nazlı!- ince, zarif, görkemli, benzersiz, harikulâde, narin, içten, derin, fevkalade, büyüleyici, efsunkâr, şiirsel, masum, hayali, ilham dolu, insanı yaşamadığı hatıralara götüren, insanı mutlu ve mesut bir yuvanın saadetleriyle dolu ev içlerine yollayan, deniz kıyısında erguvanlara baka baka yürüyüşler yapmaya çağıran, ilk aşkın elini ilk tuttuğun anın hayat ve zaman dışı uçuşlarını hatırlatan, bayram sabahlarında öpülen o mübarek ellerin yüzlerine, seslerine, zamanlarına, sabahlarına götüren kokusunu duydum kolonyamın. Kolonyam evlilik kokuyordu. Aydınlık ve temiz bir mutfaktan odalara yayılan yemekler -kesinlikle pilav da ocaktadır- kokuyordu.
Yeni doğan bebeğin saçları kokuyordu. Yaptığı resmi sevinçle babasına gösteren kızın sevinci kokuyordu. Uyuyup kaldığım annemin dizleri kokuyordu. Çocukluğumuzun bize o zamanlar kocaman görünen ve içinde taklalar attığımız döşekleri, yorganları, yastıkları, çarşafları kokuyordu. İlk buluşmalarında omuzları birbirine değecek kadar yan yana yürüyen iki sevgilinin omuzları, bakışları, sesleri kokuyordu. Zamansızlıklarla dolu yaz ikindileri, ihtiyar bir saat tamircisinin mendili, mutlu evlerinde ilk sabahlarını karşılayan eşlerin mobilyaları, otobüsün ön koltuğundan sadece kokusunu alabildiğin güzel bir kızın saçları kokuyordu. Namazını yeni bitirmiş ve seccadesini katlayan ninemin buruşuk ve merhamet yüklü elleri ve seccadesi kokuyordu. Riyazüs Salihin'i okuyup, kaldığı sayfaya takvim yaprağı koyarak kitabı rafa yerleştiren babamın gömleği kokuyordu. Işığı daha yakından ve bolca alabilsin diye pencere kenarındaki divana oturup Osmanlıca harfleri yan yana dizerek kitabının kenarına notlar alan dedemin sarığı, sakalları kokuyordu.
- Kolonyam mutluluk kokuyordu. Kokuyu daha derin içime çektim ve avucuma birkaç damla döktüm. Biraz daha döktüm ve yüzüme, alnıma sürdüm güzelim kokuyu. Şişeyi sehpaya koydum ve manzarayı seyretmeye başladım.
Şişesi de çok güzeldi zaten. Evim, odam daha bir sıcak, daha huzurlu olmuştu. Ben de bütün savaşlarını bitirmiş, oturduğu koltukta şişeyi seyreden çoğunuza göre deli, kendime göre ise olabileceğim en normal insan olmuştum. Şişeye bakarken yıllar evvel kahvaltı yaparken tek başıma domateslerin o güzel kokusundan dolayı gözlerimden şükür yaşları akan hâlimi hatırladım. Bu koku karşısında şimdi hissettiklerim de o ana benziyordu. Ama aradaki fark domatesin şimdi yazarken bile burnumda duyduğum o canım kokusu doğalken, kolonyamın kokusu, her ne kadar şakayık çiçeğinin esintileriyle dolu da olsa imâl edilmiş, kimyevi işlemlerden geçmiş bir kokuydu. Olsun, ne gam! Bu da yeterdi ve hatta fazlaydı bile. Domatesin kokusu insanı yaşadığı ana mıhlayıp zaman ve mekân üstü bir dua ve şükür makamına yükseltirken kolonyam beni şimdiki zaman dışında her yere yolluyordu.
Namazını yeni bitirmiş ve seccadesini katlayan ninemin buruşuk ve merhamet yüklü elleri ve seccadesi kokuyordu. Riyazüs Salihin'i okuyup, kaldığı sayfaya takvim yaprağı koyarak kitabı rafa yerleştiren babamın gömleği kokuyordu.
Geçmiş ve gelecek arasında yolculuklar yaptıran ve hayaller kurduran bir kokuydu bu. Şimdi yoktu, şimdinin içinde olan ben de yok olmuştum, odamda değildim ve o anda da değildim. En çok geçmişteydim aslında kokuyla dopdoluyken. Evvela sen vardın. Çünkü sen yıllar evvel aynı kolonyanın fotoğrafını paylaşmış ve aramızdaki uzaklığı perçinlemiştin bir bakıma. Rebul benim hiç kullandığım bir marka değildi çünkü. Ben onu çok pahalı ve Fransız sanıyordum çünkü. O fotoğrafın anlattığı her şey hayatıma da hislerime de çok uzaktı çünkü. Sanki orası mutlu bir tatil beldesinin ışık ışık parlayan odalarından biriydi çünkü. Ellerine ve Rebul şişesine soldan vuran güneş ışığı bana uğrayan güneş ışıklarından bile daha fiyakalıydı sanki ve o fotoğrafın ima ettiği hayatın benim hayatıma tepeden bakıyordu çünkü. Bunlar senin isminle yan yana gelip günlerce bana saldırdılar ve bununla baş etmek için neler neler yazdım çünkü. Sonra gelecekteydim şişeyi avucuma alıp arada bir kokusunu sonsuzluktan bir damla gibi burnuma çekerken ve yine sen vardın. Aramızdaki engeller aşılmıştı.
Hayatlarımız birbirine bakmış ve gülümsemişti birbirine. Aramıza mutluluk kokusu halinde serilen koku ikimizi de aynı hayatta buluşturmuştu sonunda. Kolonyam geçmişte de gelecekte de, önce de sonra da sen kokuyordu artık. Yüzünden akıyordu koku, ellerinden, gözlerinin yeşilinden, kitaplarının arasına koyduğun ayraçlardan, elbiselerinden, odandan, hayatından, sesinden, fısıltılarından… Çengelköy'de bir çay bahçesi, bir erik ağacı, bir ilkbahar sokağı, bir balkon kokuyordu. Denize göz kulak olmak için gökyüzünde beyaz beyaz dolaşan bulutlar kokuyordu. Islak bir halatla dubaya bağlansa da kendini denizin nazlı nazlı dalgalanışına bırakan eski bir sandal kokuyordu. Bu zamansızlığın içindeki ben de, dünyanın bu kokuyla yıkanmış bir hikâye haritası, bir gelecek hatırası haline gelip bütün sert köşelerinden arındığını ve bizim evimiz olduğunu görüyordum. Kolonyam evimiz kokuyordu çünkü. Zaten evinden neredeyse hiç çıkmayan biri için bu günler bazen tuhaf bir teselli de sunuyor. Çünkü herkes evde ve herkes hayattan bir şeyleri "kaçırıyor".
O zaman, evden pek çıkmayarak, "acaba neler neler kaçırdım hayattan uzak kalarak?" sorusunu önceden sorup hayıflanan biri, bugünlerde "herkes kaçırıyor, neyse onlar" deyip kendini biraz daha huzurlu hissedebiliyor. Kaçırıp kaçırmadığımızı bilemem. Ama şundan eminim: İnsanları ve hayatları evlerine mahkûm eden bu virüs günleri olmasaydı ben kolonya almazdım. Ben kolonya almasaydım kolonyamın cennet kokularını duymazdım. Oysa ben, bu küçük hayatın içinde, kokuyu ciğerlerime çektikçe, hatta bazen sadece kolonya şişesine baktıkça, zamanlar, zamansızlıklar, geçmişler, gelecekler, hayatlar, görüntüler, kelimeler, bazısı geçmişten bazısı gelecekten hatıralar buldum, yolculuklara çıktım. Kullanmaya kıyamadığım kolonyam kitaplıkta duruyor şimdi. Şişenin kapağını daha az açıyorum artık. Bu güzellik tehlikeli olmaya başladı çünkü.
Eğer her kaçış ihtiyacında kolonyama başvurursam, gidemediğim hayatların beni çağırmasının uğultularını, saldırılarını göğüsleyemezsem, kokuyu içime çektikçe, içine ve içime düştüğüm zamansızlıkta kaybolur ve bir daha hayata, evime, kendime gelemeyebilirim. Yine de bir kez daha kokuyu içime çekmemek için kendimi zor tutuyorum. Hâlbuki hepimiz gayet iyi biliyoruz ki evimden çıkmamalıyım.