Örümceğin kalbinden geçenler
Akşam olurdu. Taşlar kararmaya başladı mı, çocukların yüzleri geri çekildiğinde ve duvarlar kendini daha başka şekillerde gösterdiğinde akşam olurdu. Eve çağrılırdık. Kapı önlerindeki kadınlar dağılırlardı evlerine. Akşam tıpkı bir anne sesi gibi yüreğimde sızlardı. Sarı ışıklarında odaların ve buradan çok uzakta, göklerin gamlı müziği indiğinde, sofraya babam bir küskünlük hâlinde oturduğunda. Sesler azalırdı. Yüklemi ertelenmiş cümlelerdik. Öyle de kaldık.
“biliyorum değişik bir böcek türüdür yalnızlık yemeğin içinden filan çıkar”
-Merve Burma-
1. Ona bakıyorum ve ona bakışımı aklımdan çıkarmadan. Gözleri hayatlarımızın arasına çizilmiş bir hat. Hayatımın tadını çıkarıyor vahşi ağzı. Avının ölümünü izleyen bir örümcek gibi. Bununla besleniyor. Ona bakıyorum ve bakışlarım yırtıp geçmiyor biriktikçe katılaşan karanlığı. Eziliyorum. Sesi, sesime giydirilmiş bir üniforma gibi örtüyor sözlerimi. Bin bir yalana tutunup sesine saklanıyorum ya da sesinde dinlenebileceğim bir yer var mı diye yoruluyorum. Kalbim leş gibi. Kalbim akbabasını buluyor.
2. Sabaha doğru, yani saat 4:30’da gökyüzünün muhteşem mavisine bakmanın engin huzuruna doğru yol alıyordum. Ki o mavide biraz gecenin siyahı, biraz da sabahın beyazı yok mudur? O maviye sığınırken bir el beni dürttü. Hayatım nasılsa yazılarım da öyle, kararsız, amaçsız. Kararsız yazılar… Çantadan keklik çıkma ihtimali pek zayıftır. Böyle bir deyim var Türkçemizde.
3. Nefret de sevgi de aynı kaynaktan beslenirler. Kaynak kuruduysa ikisi de olmaz kişide. Benim böyle denemeci ağabey tadında cümleler kurmam şunu gösterir ki yeterli sevgi ve nefret üzere olmayanlar sakin denemeler yazarlar.
4. Akşam olurdu. Taşlar kararmaya başladı mı, çocukların yüzleri geri çekildiğinde ve duvarlar kendini daha başka şekillerde gösterdiğinde akşam olurdu. Eve çağrılırdık. Kapı önlerindeki kadınlar dağılırlardı evlerine. Akşam tıpkı bir anne sesi gibi yüreğimde sızlardı. Sarı ışıklarında odaların ve buradan çok uzakta, göklerin gamlı müziği indiğinde, sofraya babam bir küskünlük hâlinde oturduğunda. Sesler azalırdı. Yüklemi ertelenmiş cümlelerdik. Öyle de kaldık. Evler akşamın altında ateşler saçar gibi yalnızlıklardı. Odadan odaya kitaplı ya da kitapsız. Yapayalnız sevgilerin kalbinde hep bir anlaşılmazlık, üstünkörü hislenmelerin sonradan açıklanmaya çalışılan uzak akşamları. Ömrü ölüme eş tutan kendine kapalı saatler.
- 5.“Güneş yatağı ısıtmıştı.”
- Sabah oldu muydu bir koşu yaz mevsimine, meyvelere, bahçelere. Düğün salonlarına. Akşamların en eskisine. Çocukluk durduğu yerde büyüyor, bir yere gittiği yok. Baba eve döndüyse vakit akşamdır. Karşılıksız kalmış cümleler dolusu akşamlar. Ama senden dinlemedim. “kirazlar kadar” deyişini hatırlattı manavda gördüğüm tombul kırmızı kirazlar. Elim uzanırken onlara, hem bu hatırlamadan kurtulmak, hem de sadece kirazlara dokunmak istiyordu. Kelimesiz, hatırasız. Adımlarımı eve doğru hızlandıran hayat kaçkını yürüyüşler. Mavi tişörtüm ve kot pantolonumla “Ben bu muyum?” diyen seslerle, kelimelerime kavuşmanın heyecanıyla, telaşıyla. Çocukluğun sesini duyurmasa keşke.
6. Dokuzuncu mektubumsun benim. Açtığında zarfı kıpkırmızı. Gölgesi bitmemiş hayat artıkları ve yaz sokakları seslenebilir kâğıttan. Orada.
7. İyice yakınım, duyabiliyorum. Düştüğüm kuyularda sesin daha fazla. Boğazlı kazağını hatırlıyor gözlerim. Bakışlarının verem eden hâllerini. Ağıta dönüşüyor mevsimlerin birer birer geçişi. Avucumun ortasında boşluklar.
8. Hiçbir hatıram yok benim. Yaşarken orada değildim, yaşamazken oradayım. Zamanda gelgitler yapmaktan doğan yalanlarım var.
Hiçbir hatıram yok benim. Yaşarken orada değildim, yaşamazken oradayım. Zamanda gelgitler yapmaktan doğan yalanlarım var.
9. MEKTUP. İkimizde aynı hayvanın gözüne kestirdiği avlarız. Paramparça zarflar ve gündüzle yer değiştirip duran düşleriz. Suyun bu tarafı taşlara çarpmaktan dolayı daha sesli. Hatıraları sorulduğunda düşlerini ve yazdıklarını anlatan biri için bile çok sesli.
Uykulara sığmayan uykusuzluklar!..
Sis Vardı Sabahın İlk Ayetlerinin İçinde Ama Yine De Okunuyordu. Boynum… O Sokak… Kabanım. Düz yazının rabbi. Muhatap. Sis vardı yaprakların üstünde gizemli dudaksız öpüşleriyle. Amorphis grubunun iki, Placebon’un iki şarkısıyla pencereden sokağa fırlayan kamçılar. Bugün ölmeyeceğim. boynum… O sokak. Eczacının uzattığı kâğıda baktım. Sırt ağrımlarında hayatı seviyorum. Tepelerde ayaklanma hazırlığı içinde yeşil ve tanrısal tabiattım. İlaçlarım. Ayaklarımın üst kısmıyla saçlarımın göğe yakın yerinde haddim. Konuşmak istemiştim hayırlı sabahlar efendim. Viyadüğü geçince beyaz transit yaban türküleriyle geçmişimde biraz İstanbul. Vızır vızır otoban. Boynum… O sokak… Sabahın en okunaksız yerinde ben ve bazı yalanlar sonra avuç avuç notalar konuşmak istemiştim hayırlı sabahlar efendim sayıklamalarının… Sadeleştirip… Boynum… O sokak…
Eczacının çay ikramını geri çevirip ondan bir adres edindim, o da komşuluk ilişkilerinin bozulduğu üzerine eski İstanbullu Halkalı beyefendisi bıyıklarıyla ak saçlarıyla konuşmalar yaptı ve onaylandı kötü kot pantolon giymiş biri tarafından. Ve ikisi de bana bakıp gülümsediler. Evet, dedim onlara. Sizlere katılmıyorum ama evet haklısınız. Komşuluk ağıdınızı bölmek istemem. Çıktım dışarı, sokak sendeliyordu. Boynum… O sokak… Mevc, rüçhan, sadr. Serbest vezni sevmeyen bir tanrı tarafından içi sessizlikten kumlarla doldurulmuş kalın bir üçgenin içine sığdı bunlar. Kelimelerin kemiklerine dek gittik ve orada da şifa yoksunu sonradan boyanmış gözbebekli gözler bulduk.
Eflatun, mor, iğ. En güzelimiz bir ağaçtı sabaha selam eden ve konuşmak istemiştim, hayırlı sabahlar efendim. Biliyorum gene geleceksiniz. Boynum… O sokak… Sigara içen duvarlar ve ıssız bir mutluluk bucağı yok, sınırı ve tanımı yok, mutluluktan bağımsız bir mutluluk, gergin bir haz ki ancak titreşimlerini bırakıyor buğusunun boşalttığı odağa. Kırılan ışıkları anlıyorum ben bundan. Çıkıp geleceksiniz aklımın kullanılmamış kargalarını iğfal etmeye. Yeniden başlayacaksınız sokağa. Sis ki dünyayı Tanrı’ya karşı kullananlara suskun. Ve boynum… O sokak…
Şimdi ayağa kalk!
Kalk ayağa!