Kazanmak’çün yaşamadım ve ölmedim yenilerek. Neyi kazandık tam olarak?
Babasının kendisine ne dediğiniasla duymuyor tabii. Oysa birazkulak verse, birazcık dinlese onu,duyacak. Babası ona her seferinde‘neyi kazandık tam olarak?’ diyesoruyor ve ekliyor: ‘Kollarımdacan veren annemi öldürdüklerindeAlmanlar neyi kazanmışlardı? Sen,Kabil’de bir çocuğun başına sıktığıntek kurşunla neyi kazanmış oldun?’
Ayakta, kafasına bir uyduruk miğfer geçirmiş olan erkek çocuğun adı John. 1934 doğumlu. Aslında John’un babası, oğlunun bu denli yaygın bir isimle isimlendirilmesine şiddetle karşı çıkıyor.
Ne var ki, Anglikan kilisesine yürekten bağlı anne, oğlunun adının John olmasında ısrar ediyor. Zira John ismi, Anglikan kilisesinin pek çok büyük din adamının da ismi. Elbette anne, yani Charlize kazanıyor mücadeleyi.
Lancaster Caddesine çıkan sokaklardan birinde, babadan kalma küçücük bir evde oturuyor aile. Baba bir avukatın yanında bir çeşit ayakçı… Dava dosyalarını okuyup özetliyor, adliyedeki işleri kovalıyor falan. Anne ise beş çayını asla aksatmayan tipik bir İngiliz ev hanımı… Hep dizinin altında etekler, hep zevksiz şapkalar.
Magnum Ajansı’nın ünlü fotoğrafçısı George Rodger deklanşöre bastığında takvim 1940 yılının ağustos ayını gösteriyor.
1938 yılına gelindiğinde John’un kardeşi Elizabeth doğuyor. Bu kez isim işini kimseye bırakmıyor baba. Genç yaşta veremden ölen güzeller güzeli teyzesinin adını veriyor bu çipil kıza.
Magnum Ajansı’nın ünlü fotoğrafçısı George Rodger deklanşöre bastığında takvim 1940 yılının ağustos ayını gösteriyor.
O gün hava pırıl pırıl Londra semalarında. John, annesine ‘fazla uzaklaşmayız’ sözü vererek kardeşini gezdirmeye çıkarmış sokağa.
Fazla uzaklaşmamışlar. Rodger, tam sokaklarının köşesinde görmüş bu iki yumurcağı.
Yüzlerine bakın şu ikisinin. John’un her an yeni bir yaramazlık peşinde koşmaya hazırmış gibi duran gözlerine bakın. Liz’in elindeki peynir mi? Peynir olmalı. Babası dün savaştan önce yanında çalıştığı avukatı ziyarete gitmişti. İki somun ekmek, bir şişe berbat şarap ve biraz da peynirle dönmüştü eve. Bu peynir, o peynir olmalı.
Henüz 8 ay sürecek ve Londra’yı yerle bir edecek Blitz başlamamış. Neredeyse her bir sokağa düşecek Alman bombaları söz konusu değil. Savaşın korkusu elbette herkesin ensesinde, ancak henüz sıcak temas yok.
Ekim ayının 7. gününde başlayan bombardıman şehri felç ediyor.
Zaten ölüm de çok gecikmeden, Kasım’ın ortalarında buluyor aileyi. John, babasının ve ona sımsıkı sarılmış kardeşinin cesetlerini görüyor evlerinin yıkıntıları arasında. Az ilerdeki annesi ise kanıyor, kanıyor. Bir şey yapmak istiyor John. Bir şey. Bir şey. Yapamıyor. Annesi, yavaş yavaş ölüyor John’un minicik kollarının arasında. Ve oracıkta karar veriyor: ‘Büyüyünce annelerin ölmesine asla izin vermeyen bir doktor olacağım.’
Oluyor da. Hem de namlı bir kadın doğum uzmanı oluyor. Annelerin ölmemesi, çocukların yaşaması için elinden geleni yapıyor.
- Adı Liz olan bir kıza aşık olup evleniyor John. 40 yaşında babalığın zevkini de tadıyor ve oğluna babasının ismini veriyor: Allan.
Allan şimdi 42 yaşında bir İngiliz komutan. Afganistan’da, Somali’de, Irak’ta görev yapmış üst düzey bir asker. Bazen annelerin, bazen çocukların, bazen hem annelerin hem de çocukların ölümüne karar veriyor. Bazen de kendisi basıyor tetiğe.
Londra’da olduğu zamanlarda her pazar babasının mezarını ziyarete gidiyor Allan. Ona her seferinde o uzak diyarlarda yaşadıklarını anlatıyor. ‘Felluce’deki operasyonu başarıyla gerçekleştirdik baba. Biz kazandık’ diyor mesela.
Babasının kendisine ne dediğini asla duymuyor tabii. Oysa biraz kulak verse, birazcık dinlese onu, duyacak. Babası ona her seferinde ‘neyi kazandık tam olarak?’ diye soruyor ve ekliyor: ‘Kollarımda can veren annemi öldürdüklerinde Almanlar neyi kazanmışlardı? Sen, Kabil’de bir çocuğun başına sıktığın tek kurşunla neyi kazanmış oldun?’
Not: Elbette fotoğrafın hikâyesini bilmiyorum. Fakat ne fark eder değil mi?