Hiçbir şey umurumda değil diyorum aşktan ve umuttan başka

Hiçbir şey umurumda değil
Hiçbir şey umurumda değil

Bilmem anlatabiliyor muyum? Bu soruyu böylece soruyorsam anla ki bu dünyada sadece sana ‘anlatmak’ istediğimden. Dilim elimde, terleyen dantellerin arasında, uzak bir Kahire sokağında Arap kahvesi içer gibi anlatmak. Bir ormanın tüm ağaçlarının ismini bilir gibi anlatmak. Çünkü biliyorsun. Sen ve ben insanız, geriye kalanlar züppedir.

Nedense düz beyaz kâğıtlara değil de, yeşil çizgili kâğıtlara yazardım mektuplarımı. Kadıköy’de bir kırtasiyeye iner, yüzlük paketlerden bir tane alırdım.

Şöyle yazardım bazen: ‘Sevgilim, bugün yine üzgünüm. Bir bakıma üzgün olmadan yaşamanın ne demek olduğunu unutmuş gibiyim zaten. Bana öyle geliyor ki insanın asıl duygusu üzgünlüktür ve mutlu olunca sanki ayıp, kaba bir şey yapmış gibidir insan. O halde şöyle diyelim: Mutlu musun? Telaşlanma, geçecek.’

Bazen de şöyle: ‘Sevgilim, telaşlı insanlar gördüm bugün ve korktum onlardan. Yetişmeye çalıştıkları yerlerden korktum. Peşinden koştukları dünyadan korktum. Cahit Zarifoğlu geldi aklıma. Kırlarda, telaşsız bir böcek olarak yuvarlanıp gitmek istiyordu hani. Cahit Zarifoğlu’nun böceğe dönüşme hayali ne kadar beyaz. Kafka’nın böceğe dönüşme hayali ne kadar kara. Hâlbuki hepimiz sevap kadar kara, günah kadar beyazız.

Cahit Zarifoğlu’nun böceğe dönüşme hayali ne kadar beyaz. Kafka’nın böceğe dönüşme hayali ne kadar kara. Hâlbuki hepimiz sevap kadar kara, günah kadar beyazız.


Fakat laf aramızda, ben böceğe dönüşseydim kesin olarak ‘ontolojik sorunları olan’ bir böceğe dönüşürdüm. Böceklik meselesi üzerine uzun uzun düşünür, buradan bir sonuca varmaya çalışırdım. Hah. Benimkisi de laf. Sanki insan olmaklığım üzerine bunca düşününce bir sonuca varabilmişim gibi. Artistlik ediyorum. Fakat Sartre artistliği değil bu. Zarifoğlu artistliği. Bilmem anlatabiliyor muyum? Bu soruyu böylece soruyorsam anla ki bu dünyada sadece sana ‘anlatmak’ istediğimden. Dilim elimde, terleyen dantellerin arasında, uzak bir Kahire sokağında Arap kahvesi içer gibi anlatmak. Bir ormanın tüm ağaçlarının ismini bilir gibi anlatmak. Çünkü biliyorsun. Sen ve ben insanız, geriye kalanlar züppedir.’

Ya da şöyle: ‘Sevgilim, kızma bana. Sen bana kızınca, benim bu dünyada tutunduğum, daha doğrusu bu dünyaya tutunduğum son pamuk ipliği de iyice zayıflıyor. Ben her gece Beşir Fuat’ı düşünmekten yorgun bir adamım. Her gece bütün hikâyemi kanımın son damlasıyla tamamlamanın hayaliyle yorgunum. Cebine taşlar dolduran Virginia Woolf naifliğini kaldırmaz çünkü benim yorgunluğum. Bileğimin üzerinde incecik bir çizgi hayalidir en nihayet sığındığım. Her gece koynuma girdiğim odur. Her sabah yalnız uyandığımda yanımda yokluğunun sızısını duyduğum odur. Hiçbir su geçirmiyor bu sızıyı böylece. O yüzden kızma bana. Başka hayal kuramıyor, başka cennet tasavvur edemiyorum. Ellerinin sıcaklığı var. Onu koyuyorum işte yerine. Böylece bir çeşit avuntu, bir çeşit liman, bir çeşit kaçış noktası oluyorsun. Ve biliyorum. Bunun için kızgınsın bana ve haklısın bunun için.’

Ben böceğe dönüşseydim kesin olarak ‘ontolojik sorunları olan’ bir böceğe dönüşürdüm.
Ben böceğe dönüşseydim kesin olarak ‘ontolojik sorunları olan’ bir böceğe dönüşürdüm.

"Mutlu musun? Telaşlanma geçecek."

Bazen cebine koyardım mektupları. Bazen tam ayrılırken ‘okursun sonra’ diyerek uzatırdım. Sonra okurdu. Kısa, net, anlaşılır cevaplar yazardı. Kısa, net, anlaşılır şeylerle aram iyi değildi oysa.

  • O gök yoksunu bekâr hanesinde o günün yeşil kâğıdını tamam edince acıktığımı hissettim. Merdivenin altına kabir niyetine yaptıkları mutfağa gittim. Salça var. Güzel. Ekmek var. Güzel. Başka bir şey yok. Hay Allah.

Ekmeği ve salçayı güzelce bir poşete koydum. İki kat tırmanıp güneşi buldum. Sıcak, yapışkan yaz üzerime hücum etti son gücüyle. Yol boyunca ‘inşallah Gürcü Ahmet abi evdedir’ cümlesini kendime tekrarlayarak umudu diri tutmaya çalıştım.

Nedense çok gecikerek açtı kapıyı Ahmet abi. Salça ve ekmeği barındıran poşeti kaldırdım havaya. ‘Makarna var mı abi?’ diye sordum.

Varmış makarna.

Ahmet Kaya dinleyerek bekledik suyun kaynamasını. ‘Birazdan kudurur deniz’ diyordu adam. ‘Birazdan dalgaların sırtından / üst üste fışkıran rüzgârlar / bir intikam gibi saldırınca üstüne / yüzüne şarkılar çarpar, yüzüne şiirler çarpar, ağlarsın / sen artık, sen artık buralarda duramazsın’ diyordu.

Makarnayı ekmekle yedik.

‘Yeni şiir var mı?’ dedi Ahmet abi. ‘Yok’ dedim, ‘sigaram da yok zaten abi.’

Eve, yerin iki kat altına dönerken Ahmet abinin verdiği parayla alınmış Yeni Harman paketinden bir tane çektim.

‘Hiçbir şey umurumda değil diyorum aşktan ve umuttan başka’ dizeleri geldi aklıma.

Onlara ‘şeftali. yaz bitti.’ dizesini ekledim o gece. Henüz kimsenin haberi yoktu ama bundan. Zaten acıyı tek başına yaşarsın. Adamın ‘uzanıp kendi yanaklarından öpmek’ dediği de odur.

"Bana öyle geliyor ki insanın asıl duygusu üzgünlüktür ve mutlu olunca sanki ayıp, kaba bir şey yapmış gibidir insan."