Bütün bunlar olurken nasılsın? Rahatsızım çok şükür
İnsanın ilkin en çok özlediğiyle yüzleşmesidirbaşlangıçlar. İsmail Kılıçarslan, hiç profesyonelolmayı tercih etmemiş ama zaman zaman profesyonelolmaya doğru itilmiş bir hayattan geçmiş.
Şair, olana tanıktır ve onun tanıklığı alternatif bir tarih teşebbüsüdür. Resmi olmayan belgelerle konuşan, içinde bulunduğu “şimdi” yi koşullu bir önerme olmaktan çıkaran ve kendi biricikliğinden hareketle dünyadaki varlığını anlamaya niyet eden şair; Türkiye’de yaşıyor ve Türkçe düşünüyorsa olana iki kere tanıktır.
İsmail Kılıçarslan, 42 yaşında, şair ve iki kere tanık. Onun şiirini, dünya görüşünü, doğrum bu dediklerini ama biraz da hatalarını merak edenler için Yusuf Genç ile oturup uzun uzadıya konuşmuşlar ve Vadi Yayınları’ndan çıkan bu kitabın adı “Rahatsızım Çok Şükür” olmuş.
Başkasından bahsetmeyen bir hayatın konuşulabilecek bir tarafı olmadığı elbette herkesçe bilinir. Bu konuşma da tabii ki şairin içinden geçtiği günlere, bir dönemin öyküsüne, çağdaşı olanların hayatlarına değinmiş. Yani bir bakıma şairin tanıklığına, tam olarak söylemek gerekirse onun olsun dediği Türkiye’ye ve keşke olmasaydı dediği Türkiye’ye. Yusuf Genç’in de “Konuşmadan Önce” bölümünde belirttiği gibi; “Bu kitap sadece İsmail Kılıçarslan’ın hikâyesi değil, Türkiye’nin bir döneminin de hikâyesidir ayrıca.”
İsmail Kılıçarslan, 42 yaşında, şair ve iki kere tanık. Onun şiirini, dünya görüşünü, doğrum bu dediklerini ama biraz da hatalarını merak edenler için Yusuf Genç ile oturup uzun uzadıya konuşmuşlar ve Vadi Yayınları’ndan çıkan bu kitabın adı “Rahatsızım Çok Şükür” olmuş.
Beş bölümden oluşan kitapta konuşma kronolojik bir sıra ile başlamamış, çocukluktan değil de gençlikten söz edilmiş ilk başlarda. Gençlikten söz edilen bölümün adı, 1997 Berbat Bir Yıldı. Yusuf Genç’in gençlik nedir, nerededir ve nerede bırakılmıştır sorularıyla konuşmayı başlatmasının temelinde yatan şey; gençliğin düzene, zamanın kendisine; ama sadece serseriliğe varan bir başkaldırma olarak okunması olabilir. Ya da insanın ilkin en çok özlediğiyle yüzleşmesidir bu başlangıcın sebebi. İsmail Kılıçarslan, hiç profesyonel olmayı tercih etmemiş ama zaman zaman profesyonel olmaya doğru itilmiş bir hayattan geçtiği için gençliği şöyle tanımlamış:
“Aslında dünyanın çok da kolay kurtarılamayacak bir yer olduğunu düşünmeye başladığın an profesyonel olmuş oluyorsun.”
Gençlik nedir, nasıldır ve nerede başlamıştır sorularıyla başlayan söyleşi, gençliğin yapması gereken hatalarla, şairin okuma serüveniyle, Kılıçarslan’ın gençliğin yaş alarak değil; insanın, başkalarının baskısı altında olmadan duyduğu o ilk sorumluluk anıyla başladığına dair getirdiği tanımla devam ediyor. Sonra Dostoyevski, Tolstoy ve Kemal Tahir ile…
Ama en çok 1994 – 1997 arası, 28 Şubat olayları, çocuğunu kaybetmiş anneler, Kılıçarslan’ın İstanbul’a Marmara İlahiyat Fakültesi’ne bir genç olarak gelmesinin hemen ertesinde, babasını ve ailesini maddi ve manevi anlamda bekleyen zorlu günler, Türkiye’yi kıskaca alan günler ve artık kendi başına kalmış genç bir şair, beş parasız ve yine devletin sen zararlısın dediği…
“O yıl berbat bir yıldı; Ali Kırca’sıyla, Reha Muhtar’ıyla hatta ve maalesef karşı koymaya çalışmasına rağmen Mehmet Ali Birand’ıyla. Batı Çalışma Grubu’yla, askeri brifingleriyle… Berbat bir yıldı…”
- Ve çocukluk, hiçbir yere gitmeyen anların biriktiği yer. İkinci bölümün adı, Gençlik Denen Bir Millet Var Ondanız. Neye çocuk diyoruz ile başlayan sohbet, Kılıçarslan’ın ilkokul yıllarına, alt kültüre, eski garajlara, onun önünde bekleyen o yumurta topuklu adamlarına, onların enteresan argolarına yani sokağa açılıyor.
Aslında Kılıçarslan’ın hiçbir zaman kopmak istemediği yere; o küçük, naylon olmayan hikâyelerin ortasına. Yorgun adamlara, yoksul çocuklara, müfredat denilen o zalimle ilk karşılaşmaya… Bir çocuğun kendi başına keşfettiği ilk şeye, hayat nedir ve nerededir sorusunu geç de olsa sorduğu yere, her yerinden yanlış bir “Kemalizm” saçılan Necla öğretmene, beslenme çantası dolu olan Ebru’ya, Necla öğretmenin, beslenme çantasını unutan Ebru için yiyecek almaya gönderdiği o yoksul Soner’in gözlerine…
Sınıflararası o büyük ayrıma, bir çocuğun her şeyden utanmakla ve onlardan olmamak arasında yapacağı, onun sonunu belirleyecek tercihine.
“İlkokulda öğretmenimin bana anlattığı Mustafa Kemal, beni, babamı, dedemi ve bana benzeyen herkesi yok etmek isteyen bir adam profiliydi. Mustafa Kemal’e haksızlık olarak. Yani Mustafa Kemal’e ağır haksızlık yapan bir Kemalistti Necla Öğretmen.”
Ama yine en çok 80 darbesine, çünkü bir çocuğun hatırladığı ve hiçbir yere gitmeyen o anların birincisi, hatırladığımız ilk an, bizi bugüne taşır diye bir söz var mıydı, emin değilim.
“Benim çocukluğumun ilk anısı babamı evden almaya gelmiş polislerdir. Çünkü babam 1980 darbesinde DEV- SOL örgüt liderlerinden biriydi, dedemin aksine… İki kardeş hayatta kaldılar, en küçük amcam da ülkücü reisiydi. Ortanca amcam ise ağır İslamcıdır, her zaman öyle olmuştur. Ülkücü ve solcu kardeşlerin hatırlarına hayatta kalmışlardır. Biri birine ‘Resul Reis’in abisidir, dokunmayalım’ demiş, biri de birine ‘Mustafa Yoldaş’ın kardeşidir, dokunmayalım’ demiş ve öyle hayatta kalmışlar.”
- Geriye kalan üç bölümün adı; sırasıyla, İlahiyat Fakültesinin Bahçesindeki Ceset, Meksika Sınırı, Türkiye Kadar Bir Çiçek.
Böylece, 97 Berbat Bir Yıldı’dan günümüze doğru gelmeye başlıyor Kılıçarslan’ın hikâyesi. İlahiyat Fakültesine, fakülteyi bırakıp İletişim Fakültesine başlamasına, yoksulluğa, ev arkadaşlarına, Ahmet Murat’a, Üsküdar – Kadıköy arası gidip gelen hayatına, pasajlara, sokakta sattığı kitaplara, filmlere ve film afişlerine, müzik merakına, hayattaki yerimi tespit etmeme yarıyor dediği şiire. İyi bir okur olarak entelektüalizm hastalığından kurtulmaya başladığını fark ettiği zamanlara ve profesyonel olmak zorunda kaldığı Kanal 7 günlerine… Oradan oraya giden bir yolda, kendini bulma ve tam etme gayretine.
“Ben edebiyatçıyım, hatırlarımı tekrar yaparım. Çünkü insan hatırlamaktan yapılmıştır.”
Ve sonra en bilindik yere; Meksika Sınırı’na geliyor konu. Kılıçarslan’ın her şeyi müzakere edilebilir kılıyor dediği ve çekildiği Cihangir’e, kısa süren ayrılıktan sonra döndüğü mahallesine, kültürel iktidara ve elbette Cins’e oradan da gelmesi gerektiği yere yani şairin Türkiye’sine.