Kamertay
Şimdi bütün bunları Nordik bir evde, bembeyaz bir geometri içinde hayal ediyorum. Dünya berbat bir simetri hastalığına tutulmuş. Soğuk, kurumsal ve kadastronun her yeri kapladığı evler. Her şey ölçüldü ve kayıt altına alındı. Öfkemiz ölçüldü, sevincimiz ölçüldü, üzüntümüz ölçüldü. Sınıflandırıldı, hesaplandı ve kullanıldı. Steril cinnetler, nordik aileler, metalik tatlar. Bütün bunların yanında hesaplanamayan her şey ne kadar diri.
Dalgın ve dargın yürüyorken bir kişneme sesiyle irkiliyorum. Sesin geldiği tarafa döndüğüm zaman durum daha korkutucu bir hal alıyor. Çünkü kişneyen bir at değil. Muhtemelen kırklı yaşlarında fakat olduğundan daha yaşlı görünen bir adam.
Görüntü komik gibi görünse de değil. Acı bir kişneme ve hemen arkasından içli içli
“Kamertay” diye bir inleme sesi. Koşa koşa geçip gidiyor yanımdan. Kamertay, seninle böyle mi karşılaşacaktık? Gaz lambasının aydınlığında, ahşap gıcırtısı ve çocuk seslerinin arasında bırakmıştık birbirimizi. Hani ben dünyanın en uzak ucunda, bir devin parmakları arasında sıkışmışken Kamertay diye bağıracaktım ve sen belirecektin bir anda. Lalam, sen ve ben. Şehzadelik ve diğer ağaçkakanlar. Padişahın kızı diye bir gerçek var. Padişah yok ama bu gerçek var. Kamertay o yaz yayladan hiç inmedin sanıyordum? Hani yayla inişindeki gizli manaları yörükçe konuşmanın şiirini yazacaktık? Kamertay, bir inilti gibi İstanbul sokaklarında yanımdan geçip gitmek de ne demek?
Hani ben dünyanın en uzak ucunda, bir devin parmakları arasında sıkışmışken Kamertay diye bağıracaktım ve sen belirecektin bir anda. Lalam, sen ve ben.
Ben öyle dikiliyorum sokak ortasında. Sokakta öyle dikilmeyin. Akan giden şeyler sevmez böylelerini. Derken kahveden bir kafa uzanıyor;
•Abi, bizim buranın delisidir o. Vakti zamanında neyi var neyi yok Kamertay diye bir ata bağladı. At, bildiğin eşek tabi. Karısı terk etti. Sonra aklı da terk etti işte.
Eve kadar otuz üç adım. Otuz üç bin adım. Ey Kamertay, Ey şiir!
‘Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
Sen açardın,
Otuz üç bin at türünün tek kaynağıydın sen!
Kamando merdivenleri
Sen bir tarafından, ben bir tarafından çıkıyoruz basamakları. Bunu sonsuza kadar yapabilirim. Kamando ailesi bir anlam kaybı olarak yaşıyor burada. Buluşuyoruz merdivenlerin başında, yanımızdan şapkasını çıkarıp geçiyor bir Perulu. Hadi diyorum Şeyh Galip’in kedileri bizi bekler. Gidelim, gitmek burada kalsın.
“Bu yolu ihtiyar eder miyiz?”
İzvornik İzvornik
- Geometri ortaya çıktı,
- Kadastro her şeyi kaplıyor
- Ölçülemeyen bir şey kalmadı yeryüzünde.
Bu dizelerin sahibi isimsiz Rus şairi -sanırım evrak kâtibi ya da tapu kadastro müdürü- daha önce İzvornik de bulunmadı hiç. Burada geometri çıldırıyor. Bir metre en çok bir metre anlamına gelmiyor. Köşeyi dönünce aniden daralan yollar, sadece girilebilen ama kolay kolay çıkılamayan otoparklar, yaklaştıkça uzaklaşan köyler… Kaosu cetvelle ölçüyorlar İzvornik’de. Fazla yakın, çok tanıdık, aşırı tuhaf. Taşlıcalı’yı niye buraya sürdüklerini anlıyorum. Şair sürgünleri için birebir. Geometrisiz, zamansız ve ölçülemez.
Şimdi bütün bunları Nordik bir evde, bembeyaz bir geometri içinde hayal ediyorum. Dünya berbat bir simetri hastalığına tutulmuş. Soğuk, kurumsal ve kadastronun her yeri kapladığı evler. Her şey ölçüldü ve kayıt altına alındı. Öfkemiz ölçüldü, sevincimiz ölçüldü, üzüntümüz ölçüldü. Sınıflandırıldı, hesaplandı ve kullanıldı.
Steril cinnetler, nordik aileler, metalik tatlar. Bütün bunların yanında hesaplanamayan her şey ne kadar diri.
İnsandan ve eşyadan arındıkça sadeliğin derinliğine falan inmiyoruz. O öyle olmuyor. Bu sadece tasarım. Bağışıklığı azaltan bir tasarım. Gittikçe daha güçsüz, olağan dışını mikrop olarak algılayan zavallı bir bünyeye dönüşmek.
Olan bu. Geniş caddelerde ip gibi binaların dizildiği planlama harikası şehirlerde hesaplanamayan her şey için antibiyotikler mevcut. Alışveriş, antidepresanlar, tütsüler… Kaosun doğurganlığı ne kadar uzakta onlara.
İzvornik, İzvornik… Hala aynı yerde duruyorsan eğer beni sürgün et kendine...