İslam düşüncesi ve çağdaş sorunlar: Alem tasavvuru
Hicrî üçüncü yüzyılın ikinci yarısından itibaren kelamcıların kahir ekseriyeti atomculukta karar kılmıştır ve arazcılık ile zuhur-kümunculuk süreç içinde tamamen terk edilmiştir. Bu sebeple atomculuk, kelamcıların resmî teorik fiziği hâline gelmiştir. Kelamın İslam düşünce geleneğinin hâkim bilimi olduğu dikkate alınırsa atomculuğun İslam dünyasının en yaygın teorik fiziği olduğu söylenebilir.
Önceki yazıyı kelamcıların evren resminin veya alem tasavvurunun hangi temel ilkelere dayandığı ve hangi bileşenlerden oluştuğu sorusuyla bitirmiştik. Bu soruyu, ikinci kısmı öne alarak cevaplamak daha uygundur. Bu sebeple yazıda önce kelamcıların âlem tasavvurunun bileşenlerini, ardından bu tasavvurun genel ilkelerini açıklayalım.
Kelamcılar, erken dönemde hepsi de bir önceki yazıda anlatılan ontolojiyle uyumlu farklı teorik fizikler geliştirdiler. Bunlardan birincisi, Dırâr b. Amr’a ait arazcılıktır. Bu görüşe göre bütün âlem, dış dünyada kendi başına var olma özelliğine sahip olmayan arazlardan müteşekkildir. Zira kendi başına var olabilecek yegane mevcut, Allah’tır. Bir şey kendi başına var olamıyorsa hem var olmak için bir sebebe muhtaçtır hem de kendisi gibi başka nesnelerle bir arada bulunmaya muhtaçtır. Nesneler, birden çok arazın bir araya gelmesiyle oluşur ve bir kısmı zât, bir kısmı da sıfat olarak tasnif edilecek bir yapıya bürünür. Daha sonraları bu görüş Hicrî dördüncü yüzyılın ilk yarısında vefat eden İmam Mâturîdî tarafından da benimsenecektir.
İkincisi
meşhur Mutezilî kelamcı Nazzâm’a ait zuhûr ve kümûn teorisidir. Bu teoriye göre nesneler sonsuz doğalardan müteşekkildir. Bir nesnede sonsuz doğa bulunmakla birlikte bu doğalardan biri diğerlerine baskın çıkar ve nesneye o doğanın ismi ve tanımı verilir. Mesela bir kalem, sonsuz doğa içermesine rağmen kalemlik doğası diğerlerine baskın çıktığından kalem olarak adlandırılır ve tanımlanır. Bununla birlikte nesnelerin bir kısmı cevher, bir kısmı da araz olarak var olur. Cevherler, arazların taşıyıcısı işlevi görür.
Üçüncüsü
ise yine Mutezilî kelamcılardan Ebu’l-Hüzeyl el-Allâf’a ait atomculuktur. Bu görüşe göre bütün nesneler, bölmenin nihai olarak kendisinde durduğu bölünmeyen parçalardan (atomlar) oluşur. Bu parçalar kendi başlarına var olmak yani bir takım özelliklerin taşıyıcısı olmak anlamında cevherdirler. Fakat taşıyıcı olsalar da bir atom mutlaka başka atomlarla birlikte var olur. Atomlar boşlukta yer tutarak var olurlar, dolayısıyla mutlaka mekânlıdırlar. Boşlukta yer değiştirmeleri hareket etmeleri demektir. Bu sebeple atomların dört temel hali vardır:
Birleşme, ayrılma, hareket ve sükun. Birden çok atom bir araya gelerek var olduğundan bir atom başka atomlarla birleşerek var olmak zorundadır. Atomlar bölünmeyen parça olduklarından mutlaka aralarında boşluk vardır, dolayısıyla ayrılmaya konu olurlar. Boşlukta bir yerde bulundukları ve o yerden ayrılabildikleri için de hareket ve sükûna konu olurlar. Bir araya gelen atomlar, bir telif ve bünye oluşturarak cisimleri meydana getirir. Atomların kendinde ne şekli ne ağırlığı ne de maddi bir sınırı vardır. Ancak bir araya gelip cisim oluşturduklarında şekil ve ağırlık kazanırlar. Atomların oluşturduğu cisimler, bünyeleri ve bu bünyelerde bulunan sıfatlarıyla ayrışırlar. Mesela bir cisme hayat eklendiğinde o cisim canlı hâle gelir ve cansızlardan ayrışır; bilgi, kudret ve irade eklendiğinde bilgisiz, aciz ve iradesiz cisimlerden ayrışır. Cisme eklenen sıfatların bir kısmı başka cisimlerle ortak iken bir kısmı cisme özgü olur. Dolayısıyla bir cismin tanımı, onun ayrıştırıcı özelliği veya özellikleriyle yapılır.
Hicrî üçüncü yüzyılın ikinci yarısından itibaren kelamcıların kahir ekseriyeti atomculukta karar kılmıştır ve arazcılık ile zuhur-kümunculuk süreç içinde tamamen terk edilmiştir. Bu sebeple atomculuk, kelamcıların resmi teorik fiziği haline gelmiştir. Kelamın İslam düşünce geleneğinin hâkim bilimi olduğu dikkate alınırsa atomculuğun İslam dünyasının en yaygın teorik fiziği olduğu söylenebilir. Gazzâlî sonrasında kelamcıların İbn Sînâ felsefesinden derinden etkilenmesi bile atomculuğu kelamcıların gündeminden çıkaramamıştır. Bu teorinin dayandığı bir takım ilkeler vardır.
Birincisi şudur:
Atomlar kesinlikle kendiliklerinden var olamaz. Onları zihinsel olarak kavranan boşlukta yaratan Allah’tır. Atomlar hem varlıklarının başlangıcında hem devamında yaratıcıya muhtaçtır. Dolayısıyla Allah her an atomlara varlık vermeye devam eder. Allah’ın atomların varlığını devam ettirmesi ya onların taşıdığı ve bu sayede var olduğu arazlarını sürekli yaratması yoluyladır ya da sürekliliklerini tekrar tekrar yaratması yoluyladır. Dolayısıyla atomlar özü gereği zamansaldırlar fakat bu zaman zihin tarafından kavranan itibari bir durumdur.
İkincisi:
Atomlar birbirinden tamamen bağımsız ve farklı mevcudiyetler olup boşlukta yaratıldıklarından kendi içinde kesintili ve sürekli bir âlem oluştururlar. Alemdeki birlik, kesintisiz bir nicelikle tamamlanan bir birlik değildir, tıpkı sayılar gibi kesintili birliklerdir.
Üçüncüsü:
Atomlar, yaratıldığı ve her an yaratılmaya muhtaç olduğundan sonludur. Bu demektir ki âlemin de bir sonu vardır. Diğer yandan bilfiil var oluşları, sonlu olmalarını da gerektirir. Evet, biz bunu sonu fiziksel olarak bilemeyebiliriz. Fakat bu durum, teorik olarak âlemin sonlu olduğunu söylemeye engel değildir. Bu bağlamda kelamcılar, hem sonradan yaratılmış olmaları nedeniyle hem de bilfiil olmaları nedeniyle âlemin sonlu olduğu kanaatindedir.
Dördüncüsü:
Bütün âlem eşbiçimlidir. Kelamcıların geliştirdiği diğer teorik fiziklerde olduğu gibi atomculuğa göre de Allah dışındaki bütün mevcutlar atomlardan oluşmuş cisimlerden ibarettir. İster duyu organlarımızla algıladığımız nesneler ister duyu algılarına konu olmayan melekler gibi gaybî nesneler, isterse yine duyularla algılanmayan cinler gibi nesneler olsun yaratılmış tüm nesneler atomlardan oluşur ve kelimenin gerçek anlamıyla cisimdir. Bütün bu cisimleri birbirinden ayıran şey, atomlar arasındaki boşluktan kaynaklanan sıklık ve seyreklik (kesafet ve letafet) farkıdır. Şayet atomlar arasındaki boşluk fazla olursa cisim, boşluk miktarına göre latifleşir ve nihayet duyu algılarından dahi gizlenecek noktaya varır. Atomlar arasındaki boşluk azaldıkça da cisim kesifleşir. Öyle ki en azından şimdiki bilgilerimize göre Gazzâlî ve sonrasında bazı kelamcılar, ruhun manevî ve aklî bir cevher olduğunu kabul etmesine rağmen teoride büyük değişiklikler yapmayı düşünmemiştir.
- Kelamcılar atomlardan oluştuğu için cisimlerden ve cisimlerin arazlarından ibaret olan bu mevcutlar bütününü bilgi kaynaklarına göre tasnif ederek inceleme konusu hâline getirmişlerdir. Buna göre duyu organlarıyla algılanan nesneler, dokunulanlar, görülenler, işitilenler, tadılanlar ve koklananlar olmak üzere beş kısma ayrılarak bunların her biri tespit edilebilen alt kısımlara ayrılarak incelenir. Şayet duyu organlarıyla algılanmayan nesneler, duyu organlarıyla ulaştığımız bilgilerden hareketle ulaşılabilir ise nazarî akılla bilinebilir şeyler sınıfına girer. Mesela Mutezilî ve Maturîdî kelamcılar, Allah’ın varlığının bu şekilde bilinebileceğini söyler. Aynı bakış açısı, bildiklerimizden hareketle varlığını temellendirebileceğimiz nesneler için de geçerlidir. Şayet duyu yahut akılla bilenemez ise vahyin verdiği haberle bilinebilir ve başka bir bilme yolu da yoktur. Bu sebeple kelamcılar için vahiy dış dünyada var olan nesneler ve olgulardan haber verebilir, akıl ile duyulardan farklı bir bilgi türüne kaynaklık edebilir. Sadece gaybî mevcutlar hakkında haberler, teşbih ve tenzih ilkelerine göre anlaşılmak durumundadır.
Bu nesne türlerinin tamamı atomcu teorinin zorunlu bir gereği olarak Allah tarafından yaratılır. Dahası sadece nesnelerin zatları değil, hâlleri ve hareketleri de böyledir. Mutezile kelamcıları insan sorumluluğunu temellendirmek için insanın iradesiyle yaptıkları fiillerin insan tarafından yaratıldığını ama diğer tüm mevcutların Allah tarafından yaratıldığını söylemişlerdir. Eşarî ve Maturîdî kelamcılar ise insan fiillerini de yine daha önce Dırar b. Amr tarafından geliştirilen ve kulun fiile etkisini kabul etmekle birlikte asıl etkinin Allah’a olduğunu iddia eden kesb teorisini benimsemiştir. İlerleyen yüzyıllarda Eşarîler insan fiillerine ilişkin iddiasını pekiştirmiştir. Mâturîdîler ise meşhur Mâturîdî âlim Sadrüşşeria’dan itibaren kulun sorumluluğunu temellendirmek için vehmî bir irade tasavvuruna ulaşmıştır.
Bekleneceği üzere kelamcıların mevcutları tasnifinde hareket noktası insandaki idrak güçleri ve genel olarak bilgi kaynaklarıdır. Diğer deyişle kelamcılar bilgi teorisi eksenli bir mevcut taksimi yapmıştır. Pekâlâ, onların bilgi teorisinin temel kabulleri nelerdir?