Hiçbir kederin başka bir dile tercümesi yoktur
Pravadi’de o gün sabah yepyeni bir cana rüzgâr taşımakta, Şaban Ağa’nın eli yeni gelen misafirin şanına yapılan baklava dilimini tutmaktadır. Gelmiştir işte Fatma’nın kardeşi, diye anılacak Emrullah. İki katlı konağın hayata açılan kapılarından sevinç rüzgârları esmekte “sadiş” bir oğlan çocuğu daha doğurmanın gücüyle yeni gelen müjdeyi koklamakta, gülümsemektedir. Yıl ki kırk biridir, “milat” derler. Milattır hakikat. Kırk bir kere maşaallah.
Selam söyle, diyor Kulaksız. Selam söyle Şaban Dede’ye, Sadife Anne’ye. İşte iniyoruz. İşte köşk. Hakikaten köşk. Köy yerinde böyle ev mi olurmuş, dedirten bir köşk. Hemen açıveriyoruz dış kapıyı. Bahçe. Ev. Dedem; uzun boyu, beyaz sakalı, kalın camları olan gözlüğüyle yüzünde yeni açılmış bir sonbahar çiçeği varmış gibi gülümsüyor.
Ooo hoş geldin Hasan, diyor; hoş geldin gelin… Babaannemin gözlerinde belli belirsiz bir bulutlanma. Alıyorum dedemin elini; önce dudaklarıma, sonra başıma götürüyorum.
Ooo hoş geldin Hasan, diyor; hoş geldin gelin… Babaannemin gözlerinde belli belirsiz bir bulutlanma. (içinden “yavrumun yarısı, yarısı yılan yavrusu” sözleri belki) Alıyorum dedemin elini; önce dudaklarıma, sonra başıma götürüyorum. Birazdan ufak tefek babaannemim sivri çenesi sıkacak omzumu, kemiklerimi. Çok seviyor. Bu kadınlar bir tuhaf. Hepsi tuhaf.
Başa dönelim
Öyle bir sırtını yaslamıştı ki... Hah, dedi. Budur. İşte budur. Saatine baktı. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Ne olsundu. İyiydi. “Perfect” diye yazmayı düşündü muhayyilesinin kıyılarına ilişebilecek bütün beyaz sayfalara. Kelimeyi “ö” harfiyle fısıldarken kendine güldü. Bile isteye yaptığı hata komikti. Hiçbir kaderin başka bir dile tercümesi yoktu. Hiç bir acının. Hiçbir kederin. Ben ki Cüneyd’im. Bütün iğde kokularını ezip ciğerimde gezdirebilecek bir nefesim, bir kere görülsem asla unutulmayacak bir cismim var. Bu işi de becerdim işte. Yedi çarpı yedi ne ki, kırk dokuzu yedim ben. On yedi kısım ettim ben.
Daireyi tamamladım ki zihnimde, Max Planck mezarından kalkıp gelse, gene bulamaz sabitemin mekân ve zaman değerini. Acep ne ettim ben? Sadece şunu: Salih Buhara kederinden bıyıklarına saklanmasın istedim. Bir de Hasan... Şu Denizateş olan ismine “Erkal”ı ekleyen var ya, her daim yağmur altında dolaşıyormuş gibi yüzü toprakta olmasın istedim. Gizlemesin istedim bir gülümseyiş ardına elemi. Birden boşalıverecekmiş gibi olmasın gözleri. Gülsün. Bir soruya gülermiş gibi gülsün. Haydi başlayalım.
Başlangıç
Bir köpeğin hızla gövdesinin üstüne saldırması. Bunu kaç kez yaşamıştı rüyalarında. Çocukluğunu şoseye açılan kapılarda, sonra ulaşabildiği ana caddelere harcamasına daha çok vakit vardı. Duruyordu işte o fotoğrafta babasının yanında. Yüzünde bir his belirtisi görmek mümkün değil. Yüz dediysek kapkara.
Gülümsemeye çalışmış ama yok. Bir şey var bu yüzde. Erken ölümlere davetiye çıkaran bir bakış belki. Yüzünden gözünden dökülüyor ölüm. Deklanşör bu duyguyu öldürmeyi denemiş de başaramamış. Sadece dondurabilmiş. Bahçe mi orası? Evet bahçe. Ayaklar yalın. Bakışlar dışında her şey yalın hâlinde. Şiir gibi.
- Bin dokuz yüz kırk sekiz yazıyor fotoğraf arkasında. Sevgili arkadaşım Ali, bu donmuş ayalimi (ayal ne? Ayal yok. “Hayal” o kelime. Kocaman bir muhacir ağzı kullanıyor.) Hayali bile donmuş bir hatıranın arkasından bakıyor babası.
Kim ki o? Kim olacak Pravadi yokuşlarının rüzgâr kanatlı atlarının, kasırga avazlı ağası. Balkanlarda dahi muhacir, Buhara nakışlı yelek içinde kabarmış bir yürek. Şaban Ağa bu. Yanında ayakları çıplak bir hâlde Emrullah duruyor. Duracak, Allah’ın emri. Bu oğlan sonuncu. Hayta. Âlim olmaz bundan. Birden yayından boşanıp fırlayacak ve hedefi bulacak bir ok gibi bakıyor… Ne Mehmet’e benziyor ne Âdem’e. Fatma kıza ise her istediğini yaptırıyor. Aydınlık bir siyah var gözlerinde. Giydiremedik şu “ayakkapları” ayağına. Kerata. Giymiyor. Ben yola girmem, diyor sanki. Ben kimsenin yolundan gitmem. En yalın oğlum benim En yalnız. En kanayan. Bir tesbih gibi sıralı bekliyor kaderini.
Pravadi’de o gün sabah yepyeni bir cana rüzgâr taşımakta, Şaban Ağa’nın eli yeni gelen misafirin şanına yapılan baklava dilimini tutmaktadır. Gelmiştir işte Fatma’nın kardeşi diye anılacak Emrullah. İki katlı konağın hayata açılan kapılarından sevinç rüzgârları esmekte “sadiş” bir oğlan çocuğu daha doğurmanın gücüyle yeni gelen müjdeyi koklamakta, gülümsemektedir. Yıl ki kırk biridir, “milat” derler. Milattır hakikat. Kırk bir kere maşaallah.
...
Haydi hoşçakalın. Şimdilik bu son… (9.9.2010 – 20.9.2010)