Yağmuru inkâr eden kurşunlar
Ancak, ben bu İngilizceyi sevmemiştim. Hiç sevmemiştim. Babaannemin yurtta kalırken üşümeyeyim diye bana verdiği yorgan ve yastığın kokusu bu dilde yoktu. Bir buçuk yıllık bir çaba sonunda dili az biraz öğrenerek kendimi okuldan attırmayı başardım. Bu başarım hayatım boyunca sürdü.
Bilmiyordum.
1979, yağmuru inkâr eden kurşunların yılıydı. Yağmur her dilde rahmet olarak anılmaz ya bizde öyleydi. Rahmetin sesinin yerini kurşunların ölüm sesi ve sessizliği almış büyük bir iştah ve öfkeyle ellerine silah bırakılmış insanlar birbirlerini ölümle kucaklıyordu.
Aynı ideolojilerin farklı kompartımanlarında yolculuk edenler kendilerine bilet kesildiğinin farkında bile değildiler. Yazık olmuştu. Öncelikle annelere, babalara ve evlatlara. Ülkeye.
...
Tam da o yıl üniversitede hazırlık öğrencisiydim. Üniversite, öğrencileri açısından her zaman olduğu gibi kozmopolitti. İlk dikkatimi çeken kişi Mustafa Özel’di. Neredeyse Türkiye’deki bütün ideolojik katmanları yakından bilen Ağrı’dan gelmiş müthiş bir insandı.
Boğaziçi’nde okurken neredeyse her hafta sonu Üsküdar’a geçiyor Bülbülderesi’ndeki öğrenci evine uğruyordum. İlhan Kutluer, Osman Konuk, Süleyman Başkaya, Süleyman Portakal, Berat Gençer ve daha kimler…
Ağrı’ya ilk taksi geldiğinde taksi almış eski bir faytoncunun, yokuş çıkarken arabanın aşağıya kayması sonucu eski refleksi ile direksiyonlara asılışını anlatmıştı ilkin. Bizim şimdi gösterdiğimiz birçok tepkiyi açıklayabilir bu olay. Güzel anekdot. Balzac okunarak Fransa’nın iktisadi ve sosyal hayatının çözümlenebileceğini söylüyor, Faust’un Batı ruhunu en iyi veren kitap olduğunu anlatıyordu… Çin ve Japon hanedanlarını bir anlatışı vardı ki... Tanglar Mingler akıp gidiveriyordu. Rahmetli Adnan Büyükdeniz ‘Keynes’ lakabıyla anılıyordu. Müthişti. O kadar sevmiştim ki duruşunu daha sonra soyadını müstear ismimde kullanmıştım. Hem ‘Atlan’ büyük deniz yani okyanus demekti zihnimde. Küçük güzel büyük deniz soyu. İsmimin açılımını böyle yapmıştım. Aklıma geldikçe hala gülümserim.
Mustafa abi Sezai Karakoç’un Yağmur Duası ve Monna Rosa’sının bende olup olmadığını sormuş, ben de vermiştim. Yıllar sonra son olarak bir vapurda tesadüfen karşılaştığımızda yolculuk boyunca konuşmuş, ayrılırken ‘ölüme yaklaştıkça ciddiyet artar’ cümlesini kurmuştum. Mustafa Özel Yeni Şafak’ta O yolculuğu ‘Kısa Şehir Konuşması’ ismiyle yazmıştı.
Kemal Güler vardı elbet. Kurt Vonnegut’u ondan duymuş, o zamana kadar Türkçeye çevrilmiş eserlerini bir çırpıda okuyuvermiştim. Bir de Bilge Karasu. Göçmüş Kediler Bahçesi Türkçede en iyi yapılmış anlatılardandır. Tuhaf bir şekilde de ‘Türkçe’ değildir. Neyse… Faysal İnci, dili özenle konuşan incelikli bir insandı. Şu anahtarı teksir edelim cümlesini unutamam. Çoğaltmak anlamında.
Tarih bölümünde Rıza Tozlu araştırmacılığı ile öne çıkıyordu. Metin Coşgel, Yener Sonuşen, Levent Selamoğlu, Ahmet Davutoğlu ve daha niceleri…
Ancak ben bu İngilizceyi sevmemiştim. Hiç sevmemiştim. Babaannemin yurtta kalırken üşümeyeyim diye bana verdiği yorgan ve yastığın kokusu bu dilde yoktu. Bir buçuk yıllık bir çaba sonunda dili az biraz öğrenerek kendimi okuldan attırmayı başardım. Bu başarım hayatım boyunca sürdü.
- 1979’un yayın dünyasındaki en önemli olay ise Yeryüzü Yayınlarının kurulmasıydı. Dünya ile yeryüzü farklı kelimeler ve farklı anlamlardır. Aklınızda bulunsun.
Yeryüzü Yayınları birbiri ardına kitaplar yayınlayacak, etkisi daha sonra katlanarak büyüyecekti. Titizlik ve dikkat. Kaybettiğimiz iki büyük özellik Yeryüzü Yayınları ile hatırlandı sanki.
...
Boğaziçi’nde okurken neredeyse her hafta sonu Üsküdar’a geçiyor Bülbülderesi’ndeki öğrenci evine uğruyordum. İlhan Kutluer, Osman Konuk, Süleyman Başkaya, Süleyman Portakal, Berat Gençer ve daha kimler…
Bülbülderesi’nin ve vakitsiz Üsküdarlı olmanın ne demek olduğunu daha sonra öğrenecektim.
Üsküdar’ı, Çengelköy’ü, Beykoz’u, Kadıköy’ü gözlerimle geçiyordum.
Yüzme bilmemek zordu.