Gökdelenler çekmecemde
Gözümün altında birikmiş yaş, hafifçe taşıyor, yanağımın çizgisini izleyerek çeneme geliyor. Duruyor orada. Yıkılmış ceviz ağacını ve hiç gitmediğim anaokulunu çok özlüyorum. Var olmayan şeylerin doğada kaybolması iki buçuk dakika sürüyor, geri alamıyorsun, dünyayı yığsan da senden başka kimsenin bilmediği hayallerinin satıcısı çıkmıyor.
Bahsettiğim gibi oldukça zenginim. Satın alamayacaklarımın sayısı azaldıkça, neyi alıp alamayacağım sorusu gün geçtikçe önemini yitirdi. Şimdi “Mutluluk parayla satın alınabilir mi?” gibi sorular karşıma çıktığında kafam karışıyor, çünkü satın almak bende kelime manasını karşılamıyor, herhangi bir şey için bir bedel ödüyor gibi hissetmiyorum.
Elinizden kaçırdığınız mutluluk benim omuzlarıma kondu. Onu besledim, büyüttüm ama konuşmasını öğretemedim.
Sanki insanlar bir sıraya dizilip bana bir şeyler veriyorlar, ben de ayıp olmasın diye birazını alıyorum. Sahip olmak ve olmamak arasındaki çizgi silindikçe, soğuk algınlığı gibi, ayazın ortasında durduk yere gelen öfori gibi bir şey oluyor ele geçirdiklerim, bir bakmışım bir mahallem olmuş, bir bakmışım üç gökdelen bir çekmecemde kaybolmuş.
Nasıl zengin olduğumu daha sonra anlatırım, şimdi anlatmaya çalıştığım başka bir şey. Para tam da bende zilyon kadar olmasıyla kayboldu, kararlarımda bir etken oluyorsa da, eski alışkanlıklardan kalma bir cimriliktir sadece. Üç trilyonla üç bin arasındaki fark benim için kelimenin gerçek anlamıyla bir sürü sıfır. Öyle olunca kestiremiyorum. Belki mutluluk parayla alınan bir şeydir, bir ara almışımdır, faturasını kaybetmişimdir. Yeni bir hevese kapılıp paketini açmamışımdır, bir köşede bekliyordur. Gözüme girmek veya sırtımdan geçinmek isteyen birinin getirdiği, üzerine bir not yahut bir sözleşme bırakılmış bir hediyedir.
- Anaokulundaki saatlerimi hep hatırlarım. Bir ara Seval Öğretmen başımıza oturmuş ve şöyle demişti. “Mutluluk denize dökülen oradan göğe yükselen su gibidir benim sevgili çocuklarım. Artmaz azalmaz, taşmaz dökülmez. Yeri değişen bir buluttur, ikiye üçe bölünür, ama miktarı değişmez. Allah’ımız onu dilediğine dilediği kadar verir, ama önce başkalarından alır, toplam mutluluk hep aynı kalır.”
Bu, bir kayıp ilânıdır öyleyse. Elinizden kaçırdığınız mutluluk benim omuzlarıma kondu. Onu besledim, büyüttüm ama konuşmasını öğretemedim. Dilinden anlamasam da, belki her şeyi anlatırsam, anlayan çıkar. Beş katlı apartman hayatımda herhangi bir dönüm noktası teşkil etmedi.
Dışarı çıktığımda bir mahallem vardı, bu da hayatımda ilk kez gerçekleşmedi. Ama işte kendi doğup büyüdüğüm arsanın üzerindeki bu derebeylik yeniydi. Dışarıdaki gezintim çok hoşuma gitti. Şu ağaç benim üzerinden ilk düştüğüm ağaçtır, hikâyesini başka zaman anlatacağım. Şurası benim otobüse bindiğim ilk duraktır, belediyeyle yaptığımız anlaşmadan ötürü artık hiç otobüs gelmeyecek. Şurada ilk kez âşık oldum, ancak sonra anaokulumuz kapandı, her birimiz ayrı yerlere dağıldık. Ah… Kader. Bütün bu mahallenin hikâyesini bitirdiğim zaman, hayatımın ilk on yedi yılının, yani fakir olduğum bütün yılların hikâyesini de bitirmiş olurum. Gezintim bitti, biraz gurur, o sürüyor.
Kiraz ağacının sadece benim, yalnızca benim olduğunu düşünmek bile ruhumu keyifle doldurmaya yetiyor. Ama buradan on yedi yaşında ayrıldığımdan şimdiye kadar değişen şeyleri de bu gezintim sırasında fark ediyorum. Ve kazıklanmış gibi hissediyorum o zaman. Yani nostaljinin yarısı o kadar para eder mi. Kiraz ağacı burada, asır yaşında, toplasan beş meyve vermiştir tüm ömründe. Ama peki babamla silkelediğimiz ceviz nerede, damında bilye oynadığımız su deposu nerede, hatta dur bir dakika…
- Anaokulumuz nerede şimdi? Bunları düşününce içime bir yük oturuyor. Nefes alıp verişim değişiyor, gözlerim sulanıyor. Mutluluk parayla satın alınabilir mi diye bir soru geliyor aklıma, sorunun cevabı her an değişiyor.
Seval Öğretmen’in gülümsemesi geliyor aklıma, bahçede, yıkılmış bir ceviz ağacının üzerinde oturuyor, biz de dizinin dibinde oynuyoruz. Arkasında anaokulumuz duruyor, camları kırık, kapısı açık. İçeride üç büyük metal silindir var, yukarıda karmaşık borulara bağlanıyorlar. Başka bir anı geliyor şimdi aklıma. Seval Öğretmen bir varilin üzerine oturmuş. Varilin içi su dolu. “Mutluluk…” diyor. Sesi metal yüzeylerden yankılanıyor, duvarlara çarpıp çarpıp aralık kapıdan dışarı çıkıyor. “…satın alınamayan şeyler oldukça, parayla satın alınamaz. Bu yüzden Marx o çok ünlü eserinde…” hatırlayamıyorum Marx’ın eserinde ne söyleyemediğini, ama Seval Öğretmen’imin ne demek istediğini şimdi çok daha iyi anlayabiliyorum.
Gözümün altında birikmiş yaş, hafifçe taşıyor, yanağımın çizgisini izleyerek çeneme geliyor. Duruyor orada. Yıkılmış ceviz ağacını ve hiç gitmediğim anaokulunu çok özlüyorum. Var olmayan şeylerin doğada kaybolması iki buçuk dakika sürüyor, geri alamıyorsun, dünyayı yığsan da senden başka kimsenin bilmediği hayallerinin satıcısı çıkmıyor.