Gelse de Trenden
Modern şair genellikle kelimeleri alıkoyar. Günümüz şiiri, alıkonulan kelimenin arzını yapar. Ona gücünü aşan bir beklenti yükler. Oysa kelimelerin birçok fikri ya da durumu “gerçekten sözlüğü terk ederek” taşımak için ne kadar yoksul olabileceği gerçeği modern şairlerin bir sorunsalıdır. Çobanoğlu ise kelimelerle çok farklı bir ilişki tutturmuştur.
Modern zamanlarda biçim, öze ilişkin bir el çabukluğudur. Sahip olmanın, varlık üstündeki geçici zaferidir. Fakat modern insan buna ihtiyaç duyar. Şiirin estetik niteliklerinin biçim-öz ilişkisinin türevleri olmasının da artık belirleyici bir yanı yoktur.
Hece vezninin artık modern şiir çemberinin dışında, folklorik bir öğe olarak değerlendirildiği bir dönemde bu formu kullanarak marjinal bir çıkış yapan Süleyman Çobanoğlu’nda, şairin önce kendini gerçekleştirip sonra tekniğe tahakküm kurmasının en iyi örneklerini görebiliriz.
Merkezini kaybeden insanın, süreksizlikler ve ontolojik belirsizlikler içinde gizlenen ya da ertelenen varlığının temsili, ifşası ve keşfi şiirin nedensellikleridir artık. Biçim deneyleri, metin enstalasyonları, gramer bozumları modern şairin gündelik hayatın anarşisini şiire taşıma çabalarıdır. Öte yandan bu çabalar eğer teklif, tavır ve buluş içermiyorsa sadece linguistik bir mesele olarak kalır. Eğer bu üç olgu yerli yerindeyse premodern biçimlerin ihyasının da son derece cesur bir hamle olduğunun altını çizmek istiyorum. Hece vezninin artık modern şiir çemberinin dışında, folklorik bir öğe olarak değerlendirildiği bir dönemde bu formu kullanarak marjinal bir çıkış yapan Süleyman Çobanoğlu’nda, şairin önce kendini gerçekleştirip sonra tekniğe tahakküm kurmasının en iyi örneklerini görebiliriz. Şiiri mümkün kılan teknik ile tekniği mümkün kılan şiir arasında bir yerdedir onun şiiri. Estetik-teknik ikiliğinden daha iyi bir meselesi vardır.
Daha iyi bir meselesi olduğu için bu biçim riskini alabilmiştir. Bu sebeple hece vezninin tekrardan modern şairin seçeneklerinden birisi olması açısından yaptığı katkının ötesine bakmak gerektiğini düşünüyorum. Başa dönersek şiir eleştirisi de bir bakıma şiire karşı bir el çabukluğudur. Lakin ben bu dilemmayı çekici bulurum. Üstelik çekici bulduğum tek dilemma da bu değildir. Şiirin beynelmilel niteliklerinin dil tarafından ancak milli olduğu ölçüde kendisini gerçekleştirmeye izin vermesi de ilginçtir. Ziya Gökalp’in “Hars millîdir, medeniyet beynelmilel” teklifi aklımızda bulunsun, çağımızın kültür endüstrisi ve onun global mekanizmaları arasında bir dişliye dönüşmemesi bu hususu düşünmek için bir başlangıç olacaktır. Behçet Necatigil, “Şiir Anlayışım, Dil Tutumum” başlıklı yazısında şöyle der: “Yazı sanatları içinde en millî olanı şiirdir.”
Bunu şairin hem toplumun hem şiirin geçmişi ile kurduğu ilgilere, sürdürücülüğüne, devraldığı toplama dayanarak söyler. Şairin “sürdürme” yöntemi, hatta “sürdürmeme” tercihi de bu toplama dahildir. Necatigil’in şiirin milliği meselesindeki tespiti başka bir bakış açısına ihtiyaç duyar. Fars şiirinin- birkaç talihli sapma haricinde- en iyi Hafız reprodüksiyonuna ulaşma çabası içinde bugüne gelmesi gibi değildir Türk şiiri. Türk şiirinde sürdürücülük devamlı bir yıkım-yapım döngüsü içindedir. Şiirimizin zenginliği ve gücü buradan ileri gelir. Beynelmilel niteliklerinin ancak milli olduğu ölçüde kendisini gerçekleştirmesinin mekanizması böyle çalışır. Adına imkânsızı ihlal etmek diyelim. İhlali imkânsız kılan bir durumun içine kendisini sokmaz şiirimiz. Hiç olmayacak bir zamanda Çobanoğlu’nun hece vezni ile modern şiirin en başarılı örneklerini vermesi boşuna değildir. O halde “Gelse de Trenden” şiiri üzerinden biraz daha derine inelim.
- gelse de trenden ikimiz insek
- camları buğulu iki tas çorba
- bir kitap - çantana korkup tutunmuş
- kağıdı samandan şiiri zorba.
Çobanoğlu şiiri üzerinden modern şiire dair böyle bir şerhe yönelmemin sebebi, bu şiirin bizzat eleştiriyi en yalın noktasına hatta hiçliğe indirgeyebilmesidir. Bu noktayı Novalis şöyle açıklar mesela; “Şiir eleştirisi, bir saçmalıktır. Karar vermesi bile zordur ama verilebilecek tek karar, bir şeyin şiir olup olmadığıdır.’’Çobanoğlu şiiri bu bağlamda radikal bir tavır içerisinde, müthiş bir kesinliktedir.
Novalis’in bahsettiği “karar’’, modern şiir sarkacının karasız dengesindeki en doğru yerde sabitlenmektir. Nedir bu sabit? Bir şeyin şiir olup olmadığı... Modern şiir eleştirisinin kaçındığı bir tavırdır bu. Buna mukabil “Gelse de Trenden” o kadar net bir biçimde, şiir olduğunu deklare eder ki, modern şiirinin konteks içinde kayboluş haritasını dahi anlamlı kılar. Zira modern şiir kendisi hariç her şeyin var olduğu bir yapının içinde konuşulmaya alışkın. Bu şiir bittiği yerden başlayan bir şiirdir. “Gelse de trenden ikimiz insek”.
Bu başlangıç, karşımızda duran metnin şiir olduğunu henüz ilk anda ortaya koyar. Sarkaç şiirde durmuştur. Peki, bu kadar kolay karar vermeyi, henüz ilk dizeden şiirin varlığını onaylamayı sağlayan olgular nelerdir? Bu sorunun cevabı, modern şiirin izleklerini de bize verir. Birinci olgu buluştur. Çobanoğlu bu dize ile dilin içerisinde bir sıçrama alanı bulur. İstasyona giren her trende özne yeniden doğar. Yekpare geniş bir anın “parçalanan” akışıdır bu. Zira “istasyon” bir mekân olarak parçalı akışın temsilidir. Tıpkı istasyon gibi tren metaforuna da Türk şiirininde sık rastlanır. Neredeyse sıradanlaşmıştır. Çobanoğlu ise bunu bir metafor olmaktan ve hatta imge olmaktan çıkarır. Bu yüzden bu dizede ki tren kelimesi yenidir. Özne yeniden doğarken nesne aynı kalmaz. Tekrar eden bir mekaniğin kabuğudur o. Sahip olunamaz, soyuldukça kaybolur bir nesne. Tren kabuktur bu şiirde. İkinci olgu öznenin konumudur. İşte burada şair modern şiir için bir imkân sunar.
Özne tam bir denge durumundadır. Herhangi bir yargıya varamazsınız çünkü yargının yerini şairin iradesi almıştır. Tren beklenen bir şeydir ve bu dizede tren beklenir. Özne ise bekleyen ya da beklenen olur bu durumda. Burada bir kesinlik ya da şairin tercihinden bahsetmek ise yanılgı olacaktır. Çünkü özne bir eylemin hedefi olmaktan uzaktır. Bu uzaklık ise sıradan olan ile şiir olanın arasındaki mesafedir. Çobanoğlu’nun bu hem başlangıç hem final dizesinde, özne hem bekleyendir hem beklenendir hem de hiçbiri değildir. Okuru da öznenin içine dahil eder. Çünkü okur ikisini bekler trenden insinler diye. Özneye özgür bir saha açabilmenin kesinliğini gösterir şair çünkü o çok önceden bilir “gerçekçi açıklamanın bütünsel olanaksızlığını’’. Ve daha önemlisi bu olanaksızlığı yıkarak gerçekliğe gider. Okurun özneliği işte bu olanaksızlıktır. Öte yandan okur gerçekliğin ta kendisidir. Gözleri ve parmakları kâğıdın üzerinde gezinen yaşayan bir gerçekliktir okur.
Bizim ihtiyacımız olan ise şiirin ayrımsız adaletidir. Çobanoğlu bunu bilir.
Çobanoğlu bir şekilde okuru da şiirinin öznesi yapar. Bir başka nokta ise daha önce değindiğim, şiiri bittiği yerden başlatmak hususudur. Şimdi şuna açıklık getirelim, burada kasıt, sinematografik bir flashback değildir. Bittiği yerden başlar çünkü şiir boyunca “an” geçmişi yapılandırır. Yani “an” geçmiş tarafından açıklanmaz. Levinascı bir yaklaşımla anlamanın, var olmanın ta kendisi olduğunu kabul edersek, şiirin sinir uçlarının ilk dizede açığa çıkması bir bakıma şair ve okuru anlamanın varlığında bir araya getirmiş olur. Öznenin bu çoklu hâli için uygun zemini bu final açılışı sağlar. Birinci kıtanın diğer dizeleri ise şairin samimiyet ispatıdır. Okurun buyur edildiği şiirin evi, ortak algının ve insani bir sıcaklığın vücut bulduğu bir yer olmalıdır zaten. Camları buğulu iki tas çorba, çantaya tutunan kitap böyledir mesela: “Kâğıdı samandan, şiiri zorba’’ dizesi de ilginç bir dizedir. Şiir, şairinin başka bir şiirle kurduğu ilişkiyi düşlemektedir.
- ve o hışırdayan uykudan geçsek
- sobanın ayrımsız adaletinden
- çok büyük bir yağmur işte başlamış
- kimse çıkmayacak bugün evinden.
Modern şair genellikle kelimeleri alıkoyar. Günümüz şiiri, alıkonulan kelimenin arzını yapar. Ona gücünü aşan bir beklenti yükler. Oysa kelimelerin birçok fikri ya da durumu “gerçekten sözlüğü terk ederek” taşımak için ne kadar yoksul olabileceği gerçeği modern şairlerin bir sorunsalıdır. Çobanoğlu ise kelimelerle çok farklı bir ilişki tutturmuştur. Mesela “Gelse de Trenden’’ şiirinde, tamamen sıradan, kullanım alışkanlıkları oldukça sık kelimeler tercih edilmiş. Oysa bu kelimeler ile ortaya çıkan ise tamamen sıra dışı bir bütünlük kimyası. Birçok şair kelimeyi alıkoyar, Çobanoğlu ise serbest bırakır. Böylece kelimelerin sözlük ortamı, onlara bir defada özlerini şiire akıtma olanağını getirir. Biçimsel mantık ve saf formülasyon ile şiir yapmaktır bu. Teknik, önemsizleşecek kadar iyidir. Şiirin bu kesitinde şair saptama dizeleri de kullanmaya başlar.
Mesela “sobanın ayrımsız adaleti’’, bulgu ve saptamanın birleşmesinden oluşan güçlü bir dizedir. Gerçeğin saptanandan daha derin olduğunu söylerken Hegel haklıdır. Saptananın şiire ait kılınması gerçeğe ulaşmamıza imkân sağlar. Bu gerçeklik hem akış hem de nesne üzerinden bir yer bulur. Soba, başında duran ve ondan ısınmaya çalışan herkese karşı eşit davranır. Sobanın önünde eşitleniriz. Tıpkı uykuda eşitlendiğimiz gibi. Öte yandan sobanın adaleti kaloriferin adaletinden farklıdır. Soba her eve girebilir ama diğeri bu ayrımsızlığı sağlayamaz. Sağlasa bile onun konformist yapısı, ayrımsız adaletin sağladığı kardeşlik ve yakınlaşma mertebesinden uzaktır. Şiirin evi yani daha ilk dize ile okurun kabul edildiği bu ev “çok büyük bir yağmurun işte başlaması’’ ile kimsenin çıkmadığı ya da çıkmak istemediği bir yer hâline gelir. Şiirin dışı sürekli yağmurlu ve bizim ihtiyacımız olan ise şiirin ayrımsız adaletidir. Çobanoğlu bunu bilir.
- böyle susuyorum ben çok değiştim
- sense nasıl denir - hâlâ o kızsın
- dinle ağlayarak çıkrık sesini
- işte şu dünyada yapayalnızsın.
Şiirin bu safhasında ise Çobanoğlu kendine nüfuz eder. Şiir bu aşama sonra şaire döner. Çok ilginçtir şairin kendine nüfuz etmesi. Her şeyden sıyrılır, bütün gramatik meselelerden ve denemelerden azade hatta okuru davet ettiği evin de dışında, mutlak bir sessizlik (mutlak sessizliği sağlayan ise bizzat sestir. Çıkrık sesi) ile kendine döner ve nüfuz eder.
Çoklu özne teke iner. Bütün buna rağmen çok basit ve yalın bir ifade ile okura bir yakınlık sağlar. Çobanoğlu bütün iyi şairler gibi hayatın ritmini döngüsel zamanın içinde yakalar. Merkezinde bir sabit olgunun yer aldığı, nostaljinin seküler yitimi ile bir uyaranın geçmiş bir anı canlandırmasını tamamen dışarıda bırakan bir daire: “Hâlâ o kızsın’’.
- Her neyi dilesek burada olmaz
- en büyük erdemi bunun, susamak
- yalar yarasını içte bir geyik
- hepsi bu kadardır: adı yaşamak.
Şiirin son bölümünün anahtarı ise “yalar yarasını içte bir geyik’’ dizesidir. Bu dize de hem bu şiir içerisinde hem de genel olarak Çobanoğlu şiirinde sıklıkla rastladığımız buluşlardan biridir. Burada şiir, dilin olanaklarının doruğundadır. Söylemenin söylenmiş olan tarafından ele geçirilmesi, çıkılması mümkün olmayan bir zamanın muğlak bedeni içinde gerçekleşir. Şiirin bütünündeki özne konumundaki değişimleri, zaman geçişleri, okur ile iletişimi, dışa dönüklüğü ve sonra birden kendine çevirmesi yüzünü, hepsi bu dize içerisinde erir. Aynalarla çoğalmış bir durum vardır. Kendi yarasını yalayan geyik. Fakat geyik içte. Kimin içinde? İçerisi neresi? Özne tekrar çoğul ve şiirin başlangıcındaki dengede. Bu tavırda “ben’’inin yalnızlığı, modern bireyin yalnızlığı ile aynı değil, hatta onu yok hükmüne sayan bir yalnızlık. Kendi gerçekliğinin merkezine inerek, orada kendini gözlemlemek, şiirin bize sağlayabileceği bir “ben”dir. Namlu ile geyik arasında bir “ben”. Yara sağaltılan bir şey ya da şifasızlığı ile varlık bulan bir acı da değildir. Yara, “ben”dir.